Kerimî’nin, aşağıda bahsettiği kallavi değerlendirmelerin uzun cümlelerden oluşması da kendisinin büyük bir edebiyatçı olduğunun emarelerinden biridir dersek herhalde yanlış olmaz:
“Bir milletin aydınları, kendilerine köpek diyerek söven ahmak ve edepsiz bir Fransız profesörüne “doğru söylüyor, böyledir” derler, askerleri “Bizim vatanımız Edirne, Selânik, Manastır vilayetleri değil, biz Konyalıyız, Diyarbakırlıyız, o vilayetlerin insanları kendi vatanlarını kendileri korusunlar” derlerse ve Lüleburgaz’dan Çatalca’ya kadar geri çekilmek emredilince sevinçlerinden, “Şayet daha fazla burada bırakmayıp Çatalca’ ya gönderilirse üç dört gün aç kalsak da tahammül ederiz.” derlerse; subayları hükümete kendilerinin istemediği fırka geçince ağırdan alarak veya istifa ederek görevlerini yapmazlarsa; Paris’lerde, Londra’larda okuyan milyoner Mısır prensleri veyahut Rus Darülfünun talebeleri kendi ihtiyarlarıyla gelerek ve her tehlikeyi göze alarak savaş meydanına atılırken o ülkenin askere çağrılan gençleri askerlik hizmetinden kurtulmak için her türlü çareye başvurur ve kurtulunca “Elhamdülillah, bir yıl da olsa geciktirdik” derlerse; o milletin kadınları hukuk ve hürriyete kendileri karşı dururlarsa ve ecnebi dört Müslüman’ın teşvikiyle harekete geçip iki kez toplandıktan sonra dağılıp birbirini çekiştirmeye başlarlarsa; “Aman böyle havada açık arabayla sokakta nasıl dolaşmalı?” diyecek derecede nazik ve kibar olurlarsa; o milletin zenginleri hükümete böyle zor zamanlarda dilenci sadakası kadar da yardım etmeyerek paralarını ve bütün kıymetli şeylerini yabancı bankalara, yabancı tahvillere yatırırlarsa; vatanın böyle tehlikeli zamanında o milletin en büyüklerinden olan Kamil Paşalar, Sabık Şeyhülislam Cemalettin, Nuradungyan Efendiler, Şerif, Reşit, Abdurrahman Paşalar, yabancı memleketlere kaçarlarsa ve Mısır’ da toplanıp Arap Halifeliği tesis etmeye çalışır. Suriye, Yemen, Bağdat, Mekke ve Medine’yi buna katarak İngiltere’nin ekmeğine yağ sürerlerse nasıl edip de gönül ferahlığını korumalı, nasıl edip de mutlu olmalı?”(s.280)
//BA’SÜ BA’DELMEVT(ÖLDÜKTEN SONRA YENİDEN DİRİLME)
Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul’dan ayrılır. 9 Mart 1913’te memleketine gönderdiği “Ba’sü Ba’delmevt” isimli son yazısı adeta kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Balkan Savaşları’nın sonucu sayılabilecek antlaşma imzalamadan önce yazar şu öngörülerde bulunur: Edirne’nin elden çıkacağını, Adalar Denizi’ndeki adaların Avrupa devletlerinin gözetimine bırakılacağını, şayet Türkiye harp tazminatı ödemek mecburiyetinde kalmazsa, Bulgarlar Marmara sahillerine inmezse yukarıdaki bahsedilen şartlarla kurtulursa iki tarafında bunu başarı olarak addedeceğini söyler. Bundan sonra Türkiye’nin bir Avrupa devleti değil bir Asya ülkesi sayılacağını söylemekle birlikte Osmanlıcılık, İslamcılık fikrinin resmen çürüdüğünü milliyetçilik ipine sarılmaktan başka kurtuluşun olmayacağını belirtir.
Eski imtiyazlarla siyasî ve iktisadî cihetlerden Türkiye’nin Avrupa devletlerinin elinde esir oluşu, umum Türk halkında uyanış ve maarif bulunmayışı, dini taassubun güçlü olması, Türklerin kendi ellerinde ticaret, sanat bulunmayışı, ziraat işlerinde çok geride kalmaları, Avrupa’daki manasıyla milli hissiyata sahip olmamaları ve yabancı devletlerin menfaatlerinin Türkiye’nin istiklâl ve kuvvetini yok etmekte olması gibi faktörleri dikkate alarak Osmanlı Devleti’nin müstakil olarak yaşamasını ve istiklâlini korumasını imkânsız olarak görür. Balkan Savaşları’ndan gerekli derslerin çıkartılmadığını, muhtemel sorunlara karşı soğukkanlı hareket edilmediğini ve sorunu yok farz ederek yaklaşıldığını, Arnavut ve Makedonya meselelerinin yerine Ermeni, Kürt, Arap, Yemen ve Boğazlar meselesinin çıkacağını bunda da aynı metotların izleneceğini bunun sonucunda Avrupa devletlerinin müdahale edeceğini söyler. Fransa Suriye bölgesinden, İngiltere Basra Körfezi ve Mezopotamya civarından kendilerine hisse alacağını, İtalya Trablusgarp’ın üzerine Adalar Denizi’nde birçok adayı alacağını, Haydarpaşa- Bağdat Demiryolu’na ve muhtemelen Boğazlara da Almanların hâkim olacağını Belirtir. Son olarak şunu söyler: “İşte bunları düşününce “ba’sü ba’delmevt” akla geliyor. Hint, Mısır, Rusya Müslümanlarının dirilmeye başlamaları kendi devletleri yıkıldıktan ve yabancı devletlerin idaresine düşerek bir müddet ezildikten sonra başladığı gibi Osmanlı Türklerinin de bu halden müstesna olmamaları büyük ihtimaldir ve benim hususi fikrim de budur.” (s. 354-5)
DEĞERLENDİRME
Yazar, İstanbul’da kaldığı 4 ay gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hem savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe gerisindeki psikolojisini, yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu fotoğrafın net çıkması için; cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların ruh halini yansıtır.
Cephe gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını ölçer. Savaşın yükünü kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı gayretleri yakından müşahede etmek fırsatını bulur. Hastanelere giderek yaralılardan bilgi almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan politikacı, mebus, gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakat yapar. Bunlara savaşın muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye’nin durumu hakkında çeşitli sorular yöneltir.
Türk Devleti ve toplumunun temel sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile ilgili –kendisini çok rahatsız eden- soru(n)lara cevaplar almaya çırpınır. Yabancı uyruklu, Türk (Tatar) gazeteci kimliğini de kullanarak savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır. İstanbul Mektupları, bir savaş muhabirinin kallavi gözlem, tespit ve değerlendirmesinin dışında Türklerin günlük içtimai hayatından onlarca örnekler sunar. Özellikle de Balkanların elimizden nasıl çıktığını bizlere çok güzel anlatır.
Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km kaldığı, Yunan askerlerinin top seslerinin İzmir’den 7 mil öteden duyulduğu bir dönemde, milletimizin gerek cephede gerek cephe gerisindeki acizlik, kahramanlık, ahlaksızlık, gaflet, tembellik ve hainlik hallerini yansıtan onlarca ibretlik olayı bizlere anlatmaya çalışır.
Bu yazarı ve eserini farklı kılan en önemli özellik ise Kerimî’nin inanmış, eğitim sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci ve katıksız Türk Milliyetçisi ve batılı Oryantalistler standardında da kültürlü, işinin ehli birisi olmasıdır.
Bizim göremediğimiz hata, yanlış ve zaaflarımızı -soğukkanlı biçimde, korkmadan, üzerine giderek- çok net bir şekilde önümüze koymasıdır diye düşünüyorum. Kerimî; Osmanlı, Türk ve İslâm âleminin düşmüş olduğu duruma karşı, içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği yangın yerine dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki yangının dumanı sayabileceğimiz - şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde iki kıtadan çıkarıldınız, Afrika’dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa’dan da çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile biraz olsun çırpınırlar. Rumeli’deki Müslüman ailelerin, kadınların ve çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?”(s.170)
Kerimî, toplumsal olarak yaşadığımız felâket ve bozgunları o devrin en az kahramanları ve fisebillahı kendisine şiar eyleyenler kadar içselleştirerek yaşamaktadır.
Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesinin gözyaşı ve acı olduğunu şu cümlelerinden anlıyoruz: “İnsanın yazmaya eli varmıyor. Zihin işlemiyor. Kalem duruyor. Yazılacakların hepsi kara, hepsi kötü, okuyucularımızın zaten yaralı olan yüreklerini daha da yaralayacak haberler. “Yeter, artık, bırak!” deseler hakları var. Onların gönüllerini rahatlatacak surette yazmak istesek mutlaka bir takım hayaller ve faraziyeler yazmak, onları aldatmak gerekecek. Gönül bunu da istemiyor…. Muhterem bir aile babasının zalim düşmanlar tarafından dövülerek öldürüldüğünü görmek ve bin türlü azap içinde can verdiğini tasvir etmek ne kadar zor ve yürek dayanmaz bir şeyse, bir Müslüman ve Türk gazetecisinin de bugünkü Türkiye’nin vaziyetini yazması o kadar zor ve yürek yakıcıdır.”(s.172)
Balkanlardan gelen Müslüman muhacirlerin durumunu anlatırken: “Bu muhacirlerin hali o kadar acıklı ve dehşetlidir ki yazmak için kaç kez elime kalemi aldığım halde yazmaya kalbim dayanamadı. Gözümden yaşlar boşandı, kalemi bıraktım. Mamafih yazıp gönderiyorum çünkü yüreğimize taş basarak bu acıları soğukkanlılıkla yazmadıkça buradaki durum hakkında doğru bir fikir edinmek mümkün değildir diye düşünüyorum.”(s.51)
Eserin dili hakkında şunları söyleyebilirim. Gaziantep Fen Lisesi üçüncü sınıfta öğrenim gören, akranlarına göre Türkiye ortalamasının biraz üzerinde kitap okuduğunu tasavvur ettiğim bir yakınım da bu kitabı okudu. Bilmediği sözcüklerin anlamlarını, sözlükten bulmak için not alıyordu. Anlamını bilmediği sözcük sayısının 133 olduğunu söylemişti. Bu küçücük araştırmaya dayanarak bu eser için, bu dönem ile ilgili tarih ve hatıra kitaplarını okumayı seven kişilerin, rahat anlayabileceği, akıcı bir eserdir diyebilirim.
Kerimî, bir dönemi beyni, kalbi ve kalemiyle adeta Türk toplumu ve devletinin zaaf, hata ve yanlışının röntgen haritasını, canlı fotoğrafını kamerayla çekerek bizlere sunmaya çalışmıştır. Bahse konu olan dönemdeki Türk toplum ve devletinin kangrenleşmiş ve kronikleşmiş, sorun, sıkıntı ve şiddetli hastalıklarının geçen 90 küsur yıla rağmen çok büyük bir kesiminin devam ettiğini söyleyebilirim.
Bu sorunlu hastalıkların en azından bir kısmının tedavi edilebilmesinin zaruri olduğuna inanan Türk subaylarının, tarih ve sosyal bilimler kürsüsündeki öğretim üyelerinin ve öğrencilerin,“Tarih geleceğin aynasıdır" sözünü ciddiye alan, tarih şuurunun ekmek, su kadar doğal ve gerekli olduğuna kanaat getiren öğretmenlerin, Türk milletinin düştüğü yerden kalkacağına iman eden fakat düştüğü yeri görmenin şart ve elzem olduğunun idrakinde olan aydınların bu kitabı hem de özümseyerek, sindirerek, gerekirse tekrar tekrar okuması gerektiğini söylersem, iddialı bir yargıda bulunmuş olmam zannederim.
Son olarak merhum Kerimî’yi rahmetle anarken, bu çok değerli eseri ve yazarı muhterem münevveri gün yüzüne çıkarıp, Türk okuyucusu ve aydınına tanıtmaya çalışan Doç. Dr. Fazıl Gökçek ve Çağrı Yayınevi’nin yöneticilerine teşekkür ederek bu çizgideki eserlerin devamını diliyorum.