GİRİŞ
Balkan Harbi esnasında yazılmış “İstanbul Mektupları” isimli parlak bir beyin ve sağlam bir vicdan mahsulü gözlem ve değerlendirme eserini okuduktan sonra kitabın etkisinden uzun bir süre kurtulamamıştım. Merhum yazarı ve eşsiz kitabını elimden geldiğince, dilimin döndüğünce bu yazıda anlatmaya çalışacağım. Kitabı bana tavsiye eden Harp Tarihi öğretim elemanı ağabeyim, eserin Büyük Ahmet Cevdet Paşa’nın yazdığı eserler kıvamında olduğunu, belki de emsali onlarca kitaba bedel olduğunu söylemiş. Fatih Kerimî ve “İstanbul Mektupları” hakkında şu güzel tespiti yapmıştı: “…500 senede kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını 3 haftada utanç verici bir mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın bir dost kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç bozgunun hâlâ yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı sağlayacağına inandığım eser” Kitabı okuyanların ezici çoğunluğunun bu tespite katılacağını tahmin ediyorum.
Kitap yalnız bir edebî kategoriye sığmayacak kadar büyüktür. Bu eserde birbirinden farklı alanların her birinin bir ya da birçok parçası bulunmaktadır. Kitabın ismine baktığınızda “Eser mektuplardan oluşmuş bir kitaptır.” dersiniz. Çağrı Yayınevi’nin sınıflandırmasına göre “seyahatname”dir. Balkan Savaşı ile ilgili sıcak gelişmelerin değerlendirmelerinin olduğu bir dönemde yazıldığı için “ardı ardına yazılmış güzel makalelerdir” denilebilir. Birçok yazar, siyasetçi, bürokrat, devlet adamı, gazeteci, komutan ve vatandaş ile birebir görüşmeler yapıp, merak ettiği soru(n)ların cevabını aradığı için eserde birbirinden güzel mülakat örnekleri vardır. Yazar günü gününe veya birer gün arayla bu yazdıklarını gazetesine göndermiştir. Bunun için “Usta bir gazeteci nasıl olunur?” sorusunun cevabını da özelde Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları çok güzel vermiştir. Yazmış olduğu yazılar bir milletin bir döneminin kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasî fotoğrafını gösterdiği için bu kitaba çok iyi bir tarih ve hatıra kitabı da diyebiliriz. Kerimî, gördükleri, duydukları, hissettikleri, gözlemleri ve tespitlerini istisnalar dışında günü gününe, sistemli bir şekilde kâğıda döktüğü için ‘bunlar Kerimî’nin günlükleridir’ de diyebiliriz. Bunları belki daha da çoğaltabiliriz.
Bu kadar değerli bir eseri tanıtmadan önce bu kadar güzel eserin “mimar”ını sizlere anlatmam gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda Fatih Kerimî’nin özgeçmişini Fazıl Gökçek’in takdim yazısından derleyerek hazırladığımı hemen belirteyim.
FATİH KERİMÎ KİMDİR?
Fatih Kerimî, Tataristan’ın Sama eyaletinin Böğülme ilçesinin Minlibay köyünde 1870’de bir molla ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, Çırçılı Medresesi’ndeki temel eğitimi sırasında başarılı bir öğrenci olarak dikkat çeker. Babası onu Çistay Medresesi’ne gönderir. Burada 7 yıl öğrenim görür. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra köyüne döner. Köyünde öğrenci yetiştirmek için bir medrese açar. Fakat bu medreseden istediği verimi alamayınca tam bu sırada İsmail Gaspralı’nın “usul-i cedid” adıyla başlattığı yeni öğretim tarzından haberdar olur. Hemen Gaspralı’nın yanına Kırım’a gider. Kendisiyle tanışır ve bu yeni öğretimin mahiyetini kavrar. Devrinin önemli bir aydını olarak yetişir. Bu öğrendiği usulü tatbik etmek amacıyla memleketinde bir mektep açar. Ve bunda da başarılı olur. Böylece, Fatih Kerimî’nin babası İlman Kerimî, İdil boylarında ceditçilik hareketini başlatan kişi olarak Tatar maarif tarihinde önemli bir yere sahip olur.
Fatih Kerimî, on bir yaşına kadar babasının açtığı medreseye gider. Babası gibi Çistay Medresesi’nde öğrenimine devam eder. Bu medresede öğrenimini 11 yılda tamamlar. Bu eğitimini devam ederken aynı anda iki yıllık Rus Mektebini de bitirir. Rus edebiyatını takip eder. Rusçadan bazı tercümeler yapmaya başlar. Türkiye’deki kaynakların büyük çoğunluğunda İstanbul’da Abdülhamid döneminde açılan İstanbul Mülkiye Mektebi’nde okuduğundan bahseder. Biyografi.net sitesi ise Fatih Kerimî’nin kaynaklardakinin aksine İstanbul’da eğitim aldığını ya da yarım bıraktığını ama mülkiye mektebinde okumadığını belirtir. Bunu doğrulayacak şu verileri aktarır. Eserlerinin hiçbirinde özellikle de “Avrupa Seyahatnamesi”nde İstanbul’u tafsilatlı bir şekilde anlatmasına rağmen burada okuduğuna dair bir şeyden bahsetmediğini, Ali Çankaya`nın “Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler” adlı eserinde Kerimi’nin kaydının bulunmadığını belirtir. İstanbul’daki öğrenimi sırasında Türk edebiyatını yakından tanıma imkânı bulur. Böylece medreseden geleneksel bilimleri, Arapça ve Farsçayı; Rus Mektebinden Rusçayı, İstanbul’daki okuldan da Osmanlı Türkçesi ile Fransızcayı çok iyi bir şekilde öğrenir. Bu dillerin edebiyatına da çok yakınlık duyar. Bir edip ve aydın olarak kendini yetiştirir.
1896’da İstanbul’daki eğitim hayatından sonra Yalta’nın Üzen köyünde iki yıl öğretmenlik yapar. 1899’da kendisi, babası ve ailesiyle birlikte Orenburg’a yerleşir. Burada çeşitli kültürel ve eğitim çalışmalarında bulunur. Arkadaşı Gani Hüseyinov ile birlikte bir matbaa satın alır. Çeşitli kitaplar basmaya başlar. Asıl gazete çıkarmak hedefine şartların zorluğundan, 1905’deki devrimin kısmi özgürlüğünden dolayı 1906 yılında ulaşır.
Tatar matbuatının (basın) en önemli yayın organlarından Vakit Gazetesi Orenburg’da 21 Şubat 1906’da kurulmuştur. Kerimî, bu gazetede 1917 yılına kadar başyazarlık yapar. Bolşevik İhtilali’nden birkaç gün önce gazeteden ayrılır. Orenburg Cemiyet-i Hayriye’sinde aktif bir üye olarak görev yapar.
1906’da II. Devlet Duması milletvekili seçimlerinde delege olur ve Duma’ya seçilen Zakir Remiyev’in vekili olarak Müslüman mebusların danışmanlığını yapar. Bolşevikler ile başlangıçta bir sorunu olmaz. Moskova’ya gider, yeni açılan halk mekteplerinde ve öğretmen hazırlayan kurslarda ders verir. Bolşevik devriminden sonra Sovyetler Birliği halklarının merkez neşriyatında çalışır. Doğu Üniversitesi’nde Türkçe dersleri verir.
4 Ağustos 1937’de, cemiyet işlerinden ve halktan uzaklaştırılmış olan 67 yaşındaki Fatih Kerimî, 27 Eylül 1937’de askerî mahkeme tarafından, Türkiye casusu olmak, Stalin’i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla tutuklanır. İdama mahkûm edilir ve karar aynı gün uygulanır. Ancak 8 Aralık 1959’da Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Fatih Kerimî’nin suçsuzluğuna karar vermiş ve itibarı iade edilmiştir.
Kerimî, Şehabettin Mercanî, Kayyum Nasırî ve Rızaeddin Fahrettin gibi Tatar Edebiyatı’nın kurucuları arasındadır. Kerimî’nin belli başlı eserleri şunlardır: Onun Komedya(1898), Hösid Baba(1895), Şakirt ile Student(1899), Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuvı(1900), Salih Babaynın Öylenüvi(1897), Mirza Kızı Fatima(1901), Avrupa Seyahatnamesi, Kırım Seyahatnamesi ve İstanbul Mektupları’dır.
//İSTANBUL’A SAVAŞ MUHABİRİ
Balkan Savaşları çıkınca Rusya’daki Tatarların çıkarmış olduğu Vakit Gazetesi savaş muhabiri olarak Fatih Kerimî’yi İstanbul’a gönderir. Kerimî, daha önce İstanbul’da okuduğu, İstanbul’u yakından tanıdığı, Türkçe ve Fransızcası çok iyi olduğu için bu göreve seçilmiştir. Memleketi Orenburg’den çıktıktan birkaç gün sonra İstanbul’a ulaşır. Burada yaklaşık 4 ay kalır. Orenburg’dan ayrıldığı 1 Kasım 1912’den, İstanbul’dan görevi bitip memleketine döndüğü gün 9 Mart 1913’e kadar gazeteye 70 yazı (mektup) gönderir. Bu yazıların 67’si Vakit, “İstanbul Teessüratı I, II, III” başlıklı üç yazısı da yine Orenburg’da çıkan Şura gazetesinde yayınlanır. 1913’de Kerimî’nin yazmış olduğu yazılar, “İstanbul Mektupları” isimli kitap halinde Orenburg’da Vakit Matbaası’nda basılır.
Rusya’da 1913’te basılan eser Türk okuyucusunun karşısına maalesef 88 yıl sonra keşfedilerek 2001’de çıkar. Kitap; 70 mektubun dışında, Çağrı Yayınevi’nin editörü Şaban Kurt’un ve eseri günümüz Türkçesine uyarlayan Fazıl Gökçek’in “Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları” isimli takdim yazısı, Rahmetli Fatih Kerimî’nin yazdığı Önsöz, Kerimî’nin Orenburg’a dönmesinden sonra Rıza Tevfik’in kendisine gönderdiği Türk dünyası hakkındaki duygu ve düşüncelerini ihtiva eden ilginç bir mektup ve yine Süleyman Nesib’in gönderdiği “Hakikâte Doğru” başlıklı bir şiir ve Kerimî’nin görüştüğü ve bahsettiği kişilere ait 53 adet fotoğraftan oluşmaktadır.
DİRENEN ŞEHİRLER VE KAHRAMANLAR İLE DÜŞMANA DİRENMEDEN TESLİM OLAN HAİN GÜRUHLAR
Birkaç yıl önce Amerikan ve İngiliz askerlerinin Irak’ı işgal etmesini hatırlayalım. Amerikan ve İngiliz askerlerinin Bağdat’a girdiğinde hiçbir direniş ve tepkiyle karşılaşmamış olmasına, Iraklıların düşmana karşı gerekli mukavemeti göstermemesine üzülmüştük. Iraklıların çok büyük bir kısmının özellikle de askeri birliklerin kurşun atmadan teslim olması da tarihe kara bir leke olarak geçmişti. Adeta düşmana hoş geldin dercesine yaklaşan Iraklıların türdeşlerinin bizim tarihimizde de olduğunu maalesef bu kitabı okuyana kadar bilmiyordum.
Balkan Savaşları’nda birbirinden ilginç olayların yaşandığı, özellikle bizler için büyük derslerin çıkarılmak zorunda olduğu çok geniş bir laboratuar olduğunu düşünüyorum. Kerimî, Türk askerleri içinde çok fedakârane savaşanların bulunduğunu, subaylar arasında ne hamiyet-i diniye ve ne de hamiyet-i milliye ile muttasıf olmayarak yalnız kendilerini kurtarmaya çalışanlar olduğu gibi sadece kendi rahatını düşünüp, “Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun için kan dökmeye ne gerek var?” diyenlerin mevcut olduğunu da güvenilir kaynaklardan öğrenerek bizlere aktarır.
Yazar, Türk ordusunun başta Edirne Kumandanı Şükrü Paşa’nın, Yanya kumandanı Vehip Paşa’nın ve İşkodra kumandanı Hasan Rıza Paşa’nın maiyetindeki asker, subayla göstermiş oldukları mukavemeti, Osmanlı askerinin namusunu kurtarmaya yetecek şanlı vak’alar olarak görür. Kırkkilise(Kırklareli) Muharebesi’nde subayların yüzde kırk beşinin şehit olduğunu söyler.(s.68) Bu şehirlerden Edirne dışındakilerin düşmanların zapt etmekten aciz kalmasına rağmen altı sefir tarafından imzalanan bir tabaka kâğıtla teslim edilmeye mecbur kalınmasının ne kadar feci bir manzara olduğunu belirtir.
Kerimî, elinde elli bin askeri, yeterli erzakı, mükemmel silahları bulunduğu halde hiç direnmeden Selanik’i teslim eden Tahsin Paşa’ya halkın nasıl nefretle baktığını anlatır. Selanik’in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilal-i Ahmer doktorunun Kerimi’ye ağlayarak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet edilmediğini, hemen teslim edildiğini, Selanik’i bu kadar çabuk ele geçirmeyi Yunanlılar bile akıllarına getirmediğini, Türk askerinin erzak ve mühimmatının mükemmel ve yeterli olduğunu, sadece ekmek değil hatta et ve pilavın dahi olduğunu söyler. (s. 68/9)
Meclis ve Hükümet Edirne’nin Bulgaristan’da kalmasını ve Adaların Avrupa devletlerinin kararına bırakılmasını resmen onaylayınca halkın büyük bir çoğunluğunun böyle bir karara hazır olduğunu belirterek payitahtlık yapmış şehrin elden gitmesine fevkalade üzülenleri hüngür hüngür ağlayanları gözleriyle gördüğünü de vurgular. Hükümetin kararını okuyan bir büyük zatın durumunu şöyle anlatır: “’Bunun böyle olacağını ve başka çare kalmadığını önceden de biliyordum. Lâkin böyle resmî karar suretinde ilan edilmesi insana o kadar ağır geliyor ki tarifi mümkün değil’ dedi gözlerinden yaşlar boşandı, sustu.” (s.182)
Yazar, şehir hayatının iktisadi boyutunda Türklerin istenilen düzeyde olamadığını bunun sonucunda da doğal olarak Türklerin söz hakkının olmadığını belirtir. Bankalar, oteller, tiyatrolar, demiryolu işletmeleri, lokantalar ve hatta bakkalların bile ezici çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğunu belirtir. Müslümanların birbirlerini desteklemediğinden, azınlıkların ise buna karşın birbirlerini kolladığından bahseder. Avrupa devletleri ekonomisi bozulmaya yüz tutmuş “Hasta adam”a borç para vermekten çekinmeye başladığını, savaşın pahalıya patlamaya başlaması, kaybedilen şehirlerden gelen memurların ve muhacirlerin istihdam sıkıntısı, memur ve subayların maaş alamama durumu gibi birçok faktörün bir araya gelmesi hükümetin savaşı göze alamaması gibi bir sonucu doğurduğunu belirtir.
//SAVAŞTA MAĞDUR OLANLARA KARŞI GELEN İÇ VE DIŞ YARDIMLAR
Yazar, Balkan Savaşları’na ülke içinden ve dışından insanların cepheye gönüllü bir şekilde gittiğinden ve savaş yardımı olarak para, altın, yiyecek, giyecek ve sağlık malzemelerinin geldiğinden bahseder. Hilal-i Ahmer’in Japonya, Hint Müslümanları, Mısır, İngiltere, Hollanda şubelerinden çeşitli heyetler gelerek hasta ve yaralıların tedavilerine yardımcı olduğunu bildirir. Hint Müslümanlarının çok fedakârlık yaptığından kurban kesmeyip paralarını İstanbul’a gönderdiğinden, Kanadalı, Kaşgarlı, Kırımlı, Yalta, Kafkas Müslümanların nakdi yardımlarından özellikle bahseder. Kafkaslardan hem nakdi yardımın, hem muharip gönüllülerin hem de en fazla gönüllü sağlık ekibinin geldiğini belirtir. Özellikle Bakülü milyonerlerden Şemsi Esedullayef Efendinin küçük oğlu Ali Beyin ve yazarın kardeşi Arif Kerimî’nin cephede savaştığını anlatır. Arif Beyin Çatalca Savaşı’nda dört defa çatışmaya girdiğini, elinden yaralandığını belirtir. İstanbul’da kendisiyle birlikte de az da olsa zaman geçirdiğini kitaptan öğreniyoruz. Kitabın yan kapağında Arif Kerimî’nin yaralı halde bir fotoğrafı bulunmaktadır. İstanbul’daki özellikle de İngiltere ve Rusya’nın sefirleri ve eşlerinin nakdi, hediye, yiyecek ve içecek yardımlarını muhacirlere dağıttığından bahseder. Almanya’da çıkmakta olan Frankfurter Zeitung gazetesi ile Hollanda’daki Tiyu de Curient gazetesinin kampanya açarak bir miktar para yardımında bulunduğundan bahseder. Hint Müslümanlarının gönderdiği yardımların içinde Mecusilerin de katkısının olduğunu vurgular.
Kerimî, Harbiye Nezareti’ne gittiğinde bahçede, Anadolu’dan gelen takviye birlikler ile gönüllü askerlerin talim yapmaya çalıştığını bu gönüllülerinin kollarında “Kürt Gönüllüleri”, “Dağıstan Gönüllüleri”, “Erzurum Gönüllüleri” yazdığını belirtir. Darülfünun gönüllerinin burada yaptığı talimden bahseder. Kürtlerden birçok kadın ve erkeklerin gönüllü olarak geldiğini, bütün binanın içinin karınca gibi olduğunu söyler. Giyim kuşamlarının tarif edilemeyecek kadar farklı olduğunu kimisinin fesli, kimisinin kalpaklı, kimisinin sarıklı olduğunu, kimisinin alelade başlık, kimisinin kahverengi fes gibi püskülsüz şeyler giydiğini belirtir.(s..22)
Yazar, -günümüzde olduğu gibi- bir dönem kahramanca mücadele ederek devletin, milletin ve vatanın âli bekası için çırpınan insanların, kahramanlığını yaşatamadığını, kahramanlığını gölgeleyecek hal, tavır ve davranışlarda bulunanlara ya da aynı anda hem kahraman hem de ahlaksız olabilecek kişiliklere İstanbul’dan bir örnek gösterir. Savaşın başlayacağı hesap edilerek Anadolu’daki Kürt Hamidiye Alayı’ndan birkaç bin askerin İstanbul’a getirilip Haydarpaşa’daki Selimiye Kışlası’na yerleştirildiğini, bunların şehre dolaşmaya çıktıkları zaman bazı uygunsuzluklar göstermeye başladıklarını, meselâ dükkânlardan bazı şeyler alıp parasını ödemediklerini veya lokantalarda yiyip içip ücretini vermediklerini, bu sebeple kışladan çıkmalarına yasak getirildiğinden bahseder.(s.180)
(DEVAM EDECEK)