YAZARIN TESPİTLERİ…
Kerimî’yi ve diğer yolcuları getiren vapur, Kurban Bayramı’nın dördüncü günü İstanbul’a ulaşır. Birbiri ardına gelen top sesleri kendileri ve vapurdakileri tedirgin eder.
Vapurda İstanbul’u tanıyan Rum ve Ermeni vatandaşları: “Korkmayınız efendiler Müslümanların Kurban Bayramı’dır. Bayram günü her namaz vaktinde top atarlar.” deyince endişe duyanlar biraz sakinleşir.
Kerimî, “Hilâl-i Ahmer” de yaralı Türk askerlerini tedavi etmek amacıyla İstanbul’a gelen hemşehrisi, hemşire Rukiye, Gülsüm ve iki Meryem ile birlikte sohbet eder: “İstanbul’da hiç kimsenin kalmadığı, yediden yetmişe herkesin cepheye gittiğini, vatan savunmasında herkesin malını, mülkünü ve ailesini hiçe sayacak durumda olduğunu, herkesin “ya namus ya ölüm” parolasını şiar eylediğini tahmin ederler.
Vapurdan inip, iskeleye yanaştıklarında, -Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Turhan Nasıl Çıldırdı” hikâyesinin kahramanı Turhan’a dönerler. Hayallerindeki İstanbul, Türk, Osmanlı ve İslam âleminden esintilerin dahi olmadığını görünce tahmin ettikleri İstanbul’dan çok farklı bir İstanbul bulurlar. Yazar, bu manzarayı şöyle anlatır: “İstanbul gümrüğünden çıkıp Sirkeci ve Babıâli caddeleri boyunca yürüyerek Meserret Oteli’ne giderken caddenin iki yanındaki sayısız kahvehanelerde o kadar çok insan oturmakta idi ki- hiç birisinde ayak basacak yer yok. Kahvehanelerin sadece içleri değil, önleri de dolu. Kaldırımlara iskemleler koyup oturmuşlar, adeta geçilemiyor. Hepsi de gayet sağlıklı, genç, zinde Türkler. Gayet düzgün giyinmişler. Hepsi de gayet mütekebbirane oturuyorlar. İhtimal ki bugün bayramdır da onun için böyle oturuyorlar dedik. Lâkin her gün ve İstanbul’un her yerinde durumun böyle olduğunu gördük. Bunun sebebini sorduk: ‘Ne olacak efendim, elhamdülillah bizim muntazam askerimiz çoktur, eğer erzak yetiştirilirse onlar da iyi savaşabilirler’ dediler. (s.14)
//SULTANAHMET’TE YANGIN
Yazar, İstanbul’da çıkan bir yangında Sultan Ahmet ile Ayasofya arasında birkaç yüz ev ve dükkânın yandığından bahseder. Bunların hepsinin Müslümanlara ait olduğunu belirtir. Türk toplumunun ne kadar kaderci, miskin olduğunu istihza sanatına başvurarak şöyle anlatır: “…Bunların tamamı sigortalı olduğu söylenebilir, lakin bilinen sigorta şirketlerine değil, Cenabı hakka sigorta edilmişti ve sigorta şirketlerinin bakır levhaları yerine bu evlerin tamamının üzerinde “Ya Hafız!”, “Ya Malike’l Mülk!”, “La havle vela kuvvete illa billah” yazılı ağaç levhalar vardı. Binaenaleyh evlerin bedellerini de doğrudan doğruya Cenabı Hakk’ tan dua ederek istemek gerekecektir.”(s.253)
Yazar, Türk ve İslâm âleminin üzerine serpilmiş ölü topraktan; yaşadığı, atalet ve tembellikten oldukça huzursuzdur.
Bu huzursuzluğunu yer yer üzülerek, zaman zaman da umutsuzluğa kapılarak şöyle tasvir eder: “İstanbul’un beş yüz kahvehanesinde vasatî olarak ellişer kişiden yirmi beş bin kişinin ve bunlar cümlesinde sarıklı, cüppeli hoca efendilerin sabahtan akşama kadar kâğıt, dama, tavla oynayıp tembel tembel oturmaları, sokakta yürüyen erkeklerin rastladıkları Müslüman kadınlara laf atmaları…”(s.161)
Bazen de huzursuzluğunu yukarıda belirtilen paragraftaki gibi istihza sanatıyla anlatmaya devam eder: “İstanbul’un içi rahat, son günlerde havalar güzel, parlak ve güneşli pencereleri gündüzleri açarak güzel havadan istifade etmek mümkün olduğu gibi kahvehane müdavimleri de kahvelerini kaldırımlarda içiyorlar ve nargileyi de burada çekip beşer altışar saat yerlerinden kalmaksızın huzur ve sükûnet içinde oturuyorlar. Bu da şarkın bir safası, bir rahatıdır ki Avrupa halkı bu lezzetten mahrumdur(!)”(s.88)
Başka bir bölümde de bu kahvehane müdavimlerinin içtiği nargilelerinin dumanlarının camilerin ulu minareleri ile yarıştığından bahseder.
Kerimî, 10 Ocak 1913 günü İstanbul’da yaşadığı bir zelzeleyi anlatır. Zelzele sonrası halkın bir kısmı, zelzelenin olmasını İttihat ve Terâkki Hükümeti’nin işbaşına gelmesine gazaplanan Allah’ın bir ikazı olduğunu söyler. Halk arasında birçok kişiden “Daha önce de bunlar işbaşına geldiğinde yangınlar çıkar, zelzeleler olurdu.” cümlelerini duyduğunu belirtir.(s.191) Günümüzde de “Ecevit ve Demirel ne zaman iktidara gelse ya kıtlık olur ya deprem ya sel olur” kanaatinin yaygın olduğunu gördükçe milletimizin kurmuş olduğu komploların bile yaklaşık bir asra yakın zaman geçmesine rağmen hiçbir değişikliğe uğramamış olması insanı üzüyor olsa gerek.
YAZARIN AHLAKÎ DURUM HAKKINDAKİ GÖZLEMLERİ
Kerimî, Türk toplumundaki ahlaksızlıklar hakkında da istemediğimiz kadar örnekler verir. Bu örnekler karşısında şaşırmamanız elde değil. Bugünkü yaşadığımız ahlak bunalımının köklerinin bu kadar derinde olduğunu bu eserle öğrendiğimde -dönemi çok iyi bilen ve kitabı okuyanları bilmem ama- açıkçası çok şaşırdığımı ifade etmek durumundayım. Kitabın birkaç yerinde İstanbul’da yolda giden kadınlara laf atanların, tacizde bulunanların azınlık vatandaşları değil de Türkler olduğundan bahseder.
Kerimî, Sebilürreşat Mecmuası’nın yönetici ve yazarlardan Babanzâde Ahmet Naim Bey’in evinde bir akşam yemeğine katılır. Bu davette mecmuanın müdürü Eşref Bey, Naim Beyin Paris’te okuyan kardeşi Şükrü bey ve müstakbel İstiklâl marşı şairimiz Mehmet Akif Bey de bulunur. Birbirinden ilginç konulara değinerek sohbet ederler. Kadınların tesettürü meselesine gelince Akif Beyin Türk erkekleri hakkında düşünceleriyle Kerimî’nin gözlemleri ve düşünceleri çakışmaktadır. Kerimî, Mehmet Akif beyin bu konu hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: “O, (Mehmet Akif’i kastediyor O.S.), kadınların cemiyete karışmasına muhaliftir. Erkeklerimiz edepsiz, terbiyesizdir. Böyle erkeklerin arasına kadınları çıkarmak nice rezaletlere sebep olacaktır, dedi.” (s. 305)
Kerimî, İstanbul’daki esnafımızın ne kadar namuslu(!), düzenbaz, üçkâğıtçı olduğunun tespiti ve gözlemlerini memleketine gönderip Vakit Gazetesi’nde yayınlattığında bu yazıları okuyanlar yazara inanmak istemez, kendisine ağır eleştiriler getirerek, Türklerin böyle ahlaksız olamayacağını söylerler. Hatta kendisini yalancılıkla itham edenler bile olur.
Günümüzde dahi Kerimî’nin yazdıklarına ülkemizde inan(a)mayacakların olabileceğini tahmin ediyorum. Yazarın İstanbul esnafı hakkındaki tespitlerinden bir kısmı şöyledir: “Buradaki tüccarlar arasında sahtekârlık ve hıyanetin çokluğu da diğer bir can sıkıcı durumdur. Ticarette aldatmak denilen şey, burada çok alelâde ve meşru bir iş sayılıyor. Piyasayı bilmeyenden üç kat fiyat istiyorlar. Ne kadar pazarlık edersen o kadar düşürüyorlar. Bilmiyorsan malın mutlaka sahtesini veriyorlar. Yağ alıyorsun, katkılı oluyor, süt alıyorsun yarısı su çıkıyor. Ekmek alıyorsun, gramajı azalıyor. Bez, mendil, alıyorsun ağarmış oluyor, bir kere yıkandığında dokumaları açılıp balık ağına dönüyor. Sokakta bağırarak koşan çocuktan gazete alıyorsun, eve gittiğinde bakıyorsun, dünkü veya eksik basılmış hatalı gazete olduğunu görüyorsun. Her şey böyledir. Sözünde durmak denilen şey hiç yok. Hülasa aldatmaktan hiç çekinmiyor ve hiç korkmadan buna devam ediyorlar. Emniyet hâsıl ederek müşteri kazanmayı düşünmüyorlar.” (s. 324)
KERİMÎ’NİN DEVRİN AYDINLARI İLE GÖRÜŞMELERİ
Kitabın cezbedici yanlarından birisi de birbirinden farklı cenahlarda olan ve hatta aralarında siyasi husumet bulunan devrin gazeteci, yazar, ulema, paşa, bürokrat, nazır, sadrazam, müderris, mebus, diplomat ve doktor gibi aydın ve mütefekkirlerle yapmış olduğu mülakat ve görüşmelerdir
[1] Yazar, Akçuraoğlu Yusuf Bey ve meşhur Tatar seyyahı Abdürreşit İbrahim’in yardımcı olmasıyla onlarca aydınla görüşür. Kerimî’nin satırlarından Enver Bey’e ve İttihat ve Terakki Fırkası’na sempatisi olduğu hemen göze çarpmakla birlikte İttihatçıları eleştirmekten de geri kalmayan bir üslubu dikkat çekiyor. Kitabı hazırlayan Fazıl Gökçek’e göre yazarın -İttihatçıların ileriki yıllardaki yanlışlarından- eleştiri oklarını daha da keskinleştirdiğinden bahseder. Hakikati öğrenmek için kafasındaki soru(n)lara cevap almak için neredeyse görev yaptığı süre zarfında İstanbul’da ulaşabildiği aydınların büyük kısmına ulaşır. Kimisiyle bir dost meclisinde, kimisiyle bir otelde, kimisiyle cezaevinde, kimisiyle bir toplantıda, kimisiyle makamında, kimisiyle köşkünde görüşmeler yapar. Duruma, zamana, görüştüğü kişilerin makam ve statüsünü de göz önünde bulundurarak bir kısmına daha önce hazırlamış olduğu çeşitli soruları yönetir.
Bu soruların bir kısmı şunlardır:
1. İttihat ve Terakkî Cemiyeti bir vakitler dâhilde o kadar kuvvet ve nüfuza, hariçte o kadar hüsn-i teveccüh ve hayırhahlığa sahip olduğu halde bu mevkiini niçin koruyamadı?
2. Türk askeri Balkan Savaşı’nda niçin bu kadar kolay yenildi? Türkiye’nin devlet adamları bunun böyle olacağını önceden niçin kestiremedi?
3. Türkiye’nin, elinde kalan toprakları koruyabilmesi umudu var mıdır? Bundan sonra nasıl bir siyaset takip edilmelidir?
Görüştüğü kişilerin entelektüel birikimini göre ve uzmanlık alanına göre birbirinden farklı konularda birbirinden ilginç soruları muhatabına yöneltiyor. Örneğin Babanzâde Ahmet Naim Bey’e bir hasbıhalde şu güzel soruyu soruyor: “İslâmiyet, medeniyete müsaittir diye her zaman söylüyoruz. Buna delil olarak eski Müslümanların terakki ve temeddünlerini misal gösteriyoruz. Lâkin bugün dünyanın neresine bakılsa Müslümanlar maarif ve medeniyetçe en gerideler. Hatta bir şehirde bile Müslüman Mahallesi diğer milletlerin mahallelerinden fakir, pis ve kötü durumdadır. Bu hal Kazan’da da, Fas’ta da, İran’da da, İstanbul’da da böyledir. Acaba sizce bunun sebebi nedir?”
//AHMET MİTHAT EFENDİ’NİN ÖLÜMÜ HAKKINDAKİ GÖZLEMLERİ
Kerimî, 4 aylık görev süresince bahsettiğimiz aydınların dışında gazeteci, yazar Ahmet Mithat Efendi ve gazeteci Ebuzziya Tevfik Bey ile bu dönem vefat ettikleri için görüşemez. Özellikle de Ahmet Mithat Efendi ile görüşmeyi çok istemesine rağmen görüşemediği için çok üzülür. Efendi Baba’nın cenaze ve taziyesine katılır. 1910’da Rusya’da ölen Profesör Murmusof’un cenaze törenini ve daha sonraki günlerde Rusya kamuoyunu nasıl işgal ettiğini, ülke olarak yazarlarına nasıl sahip çıktığını ayrıntılarıyla anlatır. Buna karşılık İstanbul’da Ahmet Mithat Efendi’nin son yolculuğuna kamuoyunun, hükümet ve devletin ilgisizliğine adeta kahrolur. Cenazede Cemalettin Afgani’nin bir zamanlar kendisine söylediği: “İlim ve marifet karşısında diz çöküp hürmet göstermeyen milletlerin akıbeti hüsrandır. O, millet yaşayamaz, çünkü yaşamaya lâyık değildir.” sözünü hatırlayarak efkârlanır. Ahmet Mithat Efendi’nin vefatından sonra hakkında yazılan, basında çıkan yazılardan teker teker bahseder. Bu arada kendisi de devrin önemli mecmualarından Türk Yurdu’nda Ahmet Mithat Efendi üzerine bir yazı kaleme alır. Kendisi İstanbul Mektuplarında – mütevazılığından olsa gerek- bu yazıdan bahsetmez. Bu incelemeyi hazırlarken tesadüfen okuduğum bir kitaptan Türk Yurdu mecmuasında bir makalesinin yayınlandığını öğrendim.
[2]
YAZARIN KADINLARIN EĞİTİMİ VE MODERNLEŞME HAKKINDAKİ TESPİTLERİ
Yazar kadınların eğitimsizliği, tesettür, giyim-kuşamı ve bunlarla ilgili sorunların çözümü ve entelektüel merakını gidermek için aydınların bir kısmıyla özellikle de kadın yazarlardan Fatma Aliye, Nigâr Hanım, Halide Edip Hanım ile yaptığı görüşmelerde kadınların sosyal hayattaki etkinliklerinin artırılması için neler yapılabileceği gibi konularda fikir teatilerinde bulunur. Hürriyetin ilanından sonra kadınların mektep, okuma, davranış ve giyim-kuşam konusunda hemen hemen hiçbir değişikliğin olmadığını belirtir. Hatta kapalılık ve giyim kuşam konusunda eskisinden daha yumuşak olması gerekirken daha katı hale geldiğini söyler.
Sultan Hamid zamanında kadınların hiç olmazsa gözlerini açık bırakarak yüzlerine beyaz bir peçe örttüklerini şimdi ise sıkı kontrol altında olduklarını, Türk kadınlarının İran kadınları gibi oyalı bir kara çarşaf ile örtündüklerini, yüzleri ve gözlerinin görünmediğini belirtir. Meşrutiyetle birlikte alt ve orta tabakadan Türklerden bazılarının sokaklarda çok seyrek olarak karılarıyla birlikte dolaştığını belirtir. (s.156)
Yazar, Meclisi Mebusan Reislerinden Ahmet Rıza Beyin İstanbul’da bir kız sultanisi mektebi açmak istediğini, bir takım ham softaların buna karşı çıktığını belirterek Adile Sultan tarafından hediye edilen binanın ilerleyen dönemlerde kız sultanisi olarak açılacağını belirtir. Kerimî, bu binayı görmek ister. Askeri okul olarak kullanılan bu binanın müdürü ile görüşür. Kadınların okullu, eğitimli olması gerektiğiyle ilgili fikirlerini buradaki okul müdürüne bahseder. Buradaki müdür kız çocuklarının okumasıyla ahlakının bozulacağı fikrini savunan tipik mutaassıplardan biridir. Burada ve -bu konuyla ilgili konuştuğu birkaç yerde- kadın hemşire, hasta bakıcı, doktor sıkıntısı yaşandığını dolayısıyla yurt dışından gelen özellikle de Müslüman olanların yetersiz olduğunu, bunun için bile kadınların okuması gerektiğini ısrarla vurgular. Kerimî, burada kadınların eğitimsizliğinin ne kadar acı, ağır, katlanılmaz faturalar çıkardığıyla ilgili fikrini beyan eder. Çok güzel bir tespitte bulunur. Türk paşaları, Türk sefirleri ve aydınları arasında Fransız, Alman, Rus, Yahudi ve Rum kızlarıyla evlenenlerin sayısının günden güne arttığını belirterek Türk kızlarının gayrimüslimler seviyesinde okutulmadığı için bu durumun ileride önlemi alınmadığı takdirde korkunç sonuçlar doğuracağını söyler.
DEVAM EDECEK
[1]Yazarın İstanbul’da görüştüğü aydınların listesi: Doktor Abdullah Cevdet(Karlıdağ), Hikmet Gazetesi’nin muharriri ve Müslüman Terakkiperver Partisi’nin başkanı, Darülfünun Felsefe hocası Hilmi Bey, Trablus Kahramanı Enver Bey(Paşa), Yazar Halide Edip Hanım, İttihat ve Terakkî nin Reisi Prens Sait Halim Paşa, yazar Ahmet Agayef(Ağaoğlu), İstanbul Kız İdadi Mektebi Müdiresi Nakiye Hanım, Maliye Mektebi Müdürü ve birçok mektep de ilm-i İktisat hocası Mustafa Zühtü Bey, Sosyolog Ziya Bey(Gökalp), Türkiye’nin pedegog âlimlerinden Sâtı bey, “Turfanda mı Turfa mı” romanın yazarı Mizancı Murat Bey, Sadrazam Hakkı Paşa, Cevdet Paşa’nın kızı yazar Fatma Aliye Hanım, yazar Ali Faik (Ozansoy), Eski Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Tanzimat Gazetesi’nin sahibi eski Dersim mebusu Lütfü Fikri(Düşünsel) Hilal-i Ahmer Cemiyetinin Reisi Doktor Besim Ömer Paşa, Hariciye Nazırı Prens Sait Paşa, Dahiliye Nazırı Hacı Adil Bey, Eski Maarif ve Dahiliye Nazırı ve Sadrazam Hakkı Paşa, Şair Nigar Hanım, Maarif Nazırı Emrullah Efendi, Ulemadan Mardinzâde Ebulula Efendi, Yazar Babanzâde Naim Bey, Milli Şair Mehmet Akif (Ersoy), Sebilürreşat Mecmuasının Müdürü Eşref Bey, Defter-i Hakanî Nazırı Mahmut Esat Efendi, Diplomat ve şair Abdülhak Hamit (Tarhan), Şeyhulislam Esat Efendi, Maarif Nazırı Şükrü Bey, Darülfünun müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi(Tanrıöver), Ağayef Ahmet (Ağaoğlu), Selim Sırrı (Tarcan), Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey, Şair Mehmet Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir(Erozan)
[2]Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Tansel Demirel, III. Baskı, 2003, İstanbul, iletişim Yayınları, s.172 (Türk Yurdu Mecmuası, ‘Merhum Ahmet Midhat Efendi ve Şimal Türkleri’ Fatih Kerimî, 3. yıl, 6. sayı, s.161-163)