Yazar, görüştüğü ama ismini açıklamadığı bir kişinin, aşağıda anlatılan fikrini mantıklı ve tutarlı bulur. Balkan Savaşı’nda Türklerin yenilgisinin sebeplerini irdelerken, idealizm eksikliğinin ve askerlerin gözünün evinde olduğu için kaybettiğini buna karşın Bulgar askerlerinin nasıl daha başarılı olduğunu anlatır: “Bulgar askerleri rahatça savaşıyor, evi, ailesi, dükkânı, ticareti konusunda gönlü rahat. Kendisi savaşta ölüp gitse çocukları için o kadar kaygı duymayacak. Çünkü onun karısı gerektiğinde çift sürebilir, ekin ekebilir, ürünü toplayabilir veya ektirir, toplattırır. Dükkânı varsa eşinin yerine bunu kendisi çalıştırabilir. Çocuklarına bakar, onları okutur. Mekteplerin usullerini bilir, nizamlarından faydalanabilir. Hâsılı erkek gibi işini yürütebilir. Hâlbuki Türk askerlerinin bütün kaygıları evlerinde, köylerinde. Onların karıları çift sürmeyi de bilmiyor, ekin ekmeyi de, ürün toplamayı da. Ticaret de elinden gelemiyor. Gelse de Müslüman kadınına böyle işler uygun görülmüyor. Devletin kanun ve nizamlarından da yararlanamıyor. Çocuklarını yetiştiremiyor. Kocasız kaldı mı Müslüman ailesi perişan oluyor. İşte bu yüzden Türk askerleri ailelerini, köylerini düşünmekten savaşası gelmiyor, ölümü göze alamıyor. Binaenaleyh savaşta yenme ve yenilmenin sebepleri arasında sadece top ve tüfek değil kadınlar ve aile meselesi, kadınların yüzlerine örtülen çarşaflar da çok büyük rol oynamaktadır.”(s.216)
Yazar, Amerikan Kız Koleji’nde son birkaç yılda okuyan Müslüman kız çocuklarının yaklaşık yüze ulaştığından bahseder. Bununla ilgili şu ilginç yorumu yapar: “Avrupalılaşmaktan korkan Müslümanların İngilizleşmekten korkmamaları, çocuklarını halis Müslüman terbiyesi veren bir mektepte okutmaktan korkan Müslümanların halis Hristiyan terbiyesi veren bir mektebe göndermekten korkmamaları taaccübe şayan değil midir?”(s.14)
//KIZLARIN OKUTULMAMASI
Yazar, kız çocuklarının okutulmamasının ne gibi aksaklıklar, sefalet ve sıkıntılar doğurduğuyla ilgili ilginç tespit ve gözlemde bulunduğunu belirterek kadınların okutulmasının ne kadar elzem olduğunu bakın ne güzel anlatır: “Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir. Çünkü Hristiyan milletlerin bütün gövdesi, yani erkekleri ve kadınlarının hepsi canlı, hepsi hareket halinde ve hepsi çalışıyor. Türk milletinin ise sadece yarısı, sadece erkekleri çalışıyor, sadece yarısı canlı. Gövdelerinin yarısı mefluç. Bir erkeğin kazancın beş on kişiden meydana gelen bütün bir aile tüketiyor. Diğerleri hiç para kazanamıyor. Çünkü şeriat mı diyeyim, âdet mi diyeyim, bunların önünü kapatıyor. Bunları kara çarşaflara sokuyor, ağızlarına temiz hava girmiyor. Bunları kafesli pencereler içindeki dört duvarın arasına tıkıyor. Yüzlerine güneş ışığı bile düşmüyor. Bunlar sadece kocalarının üzerinde ağır bir yüktürler. Hayatın acı dakikalarında bunlar kocalarının kaygılarını paylaşamıyorlar, eşlerine teselli vermiyorlar. Bin türlü tezellül ile hükümet memuriyetinde çalışan eşleri, babaları, çocukları bir ay hastalanıp maaş alamasa veya işinden çıkarılsa veya ölüp gitse bütün aile için kıyamet kopuyor, bütün aile sefalete mahkûm oluyor.” (s.216)
//YAZARIN İTTİHATÇI-İTİLAFÇI ÇEKİŞMESİ HAKKINDAKİ MÜTALASI
Balkan Savaşları’nda mağlup olmamızın en önemli sebeplerinden birinin, orduya siyasetin karışması ve komuta kademelerinde fırkacılığın had safhada olması olduğu konusunda tarihçi ve tarih araştırmacılarının çoğunluğu hem fikirdir. Yazar bu konuda özellikle cephe gerisinde, İstanbul’da toplumun kamplaşmaları bölünmesini, her iktidar değişikliğinde sil baştan kadroların yenilenmesini şöyle anlatır: “İstanbul’daki iki yüz, üç yüz aydın ve siyasî beyefendiler hiç durmaksızın fırka oyunu oynuyorlar. Bir fırkanın biri üste çıkıp iktidarı eline alıyor bir diğeri. İktidara gelen fırka valiliklere ve bütün memuriyetlere kendi adamlarını atıyor. Bunlar iş yapmaya, bir şeyler düşünmeye çalışırken diğer fırka iktidara geliyor ve önceki memurların hepsini görevinden uzaklaştırıp kendi adamlarını getiriyor. Bugün İstanbul’da kaldırım taşı sayısınca sabık nazır, sabık vali, sabık mutasarrıf var. İşsiz güçsüz dolaşıyorlar.”(s.200)
Kerimî’nin İstanbul’da kaldığı kısa süre zarfında dahi birkaç iktidar değişikliği olmuştur. Her iktidar değişiminde rakip fırkanın siyasetçi ve yazarının taciz edildiği, tevkif edildiğini, karşı tarafın gazetelerine sansür uyguladığını özellikle belirtir. Örneğin Ağayef Ahmet ile görüşmesini cezaevinde yapmıştır. Yazar, Babıâli Baskını’nı yaşayanların arasında bulunmuştur. Bunları bütün ayrıntısı ile anlatır.
İttihat ve Terakki Fırkası işbaşına gelince muhalefet aktörlerinden İkdam muharriri Ali Kemal, sabık Maliye Nazırı Abdurrahman Bey, Dâhiliye Nazırı Reşit Bey, Kamil Paşazade Sait, Şeyhülislamzâde Muhtar Bey, sabık mebus Rıza (Nur) Bey gibi yazar ve aydınların soluğu Avrupa’da aldığını belirtir. Kamil Paşa sadrazam olunca Tanin Gazetesi yazarı ve sabık mebus Hüseyin Cahit (Yalçın), Maliye Nazırı Cahit Bey, İsmail Hakkı Bey, Asım Bey, Meclisi Mebusan’ın eski Reisi Ahmet Rıza Beylerin rakipleri gibi Avrupa’ya kaçtığını anlatır. Böyle kara günde, enerjilerini düşmana değil de birbirlerine kullanmalarına yazar çok üzülür. Çıkan yangınlardan, olan zelzelelerden dahi fırkaların birbirini suçladığını belirtir. Fırkaların birbirine karşı düşmanlığı o kadar fanatizm boyutundadır ki yazar bakın nasıl anlatır: “Gerçekten parti ihtilafı o kadar ileri derecededir ki, söz gelişi şimdi İttihat ve Terakkiciler işbaşına gelince bütün düşman askerlerini hudutlarının dışına atacağı apaçık malum olsa bile, buna muhalif parti mensupları razı olmazlar. İttihat ve Terakkiciler vasıtasıyla kurtulmaktansa Balkan Islavları tarafından yutulmayı tercih ederler.”(s. 20)
//İSTANBUL’DA MEŞRUTİYET’İN İSTİSMARI
II. Meşrutiyet’ in ilanından sonra devrimin sloganlarından “Hürriyet, Müsavat, Adalet” kavramlarının çoğunluğunun gayrimüslimler ve bir kısım Türkler tarafından nasıl istismar edildiğinden ve popüler hale getirildiğinden Kerimî, şöyle bahseder: “Bu parlak ve güzel sözler burada o kadar çok istimal edildi ve edilmektedir ki, nereye baksanız bu sözler gözünüze ilişir. Sokağa çıkmanla birlikte karşına çıkar. Lokantaya gidersin, “Meşruiyet yemeği” var. Rum dükkânına “Adalet Bakkaliyesi” adını verilmiştir. Ermeni, “Uhuvvet-i Osmaniye Berberi”nde Türklerin sakallarını keser. Bulgar sütçünün dükkânının kapısı üzerine “İttihad-ı Anasır Sütçüsü” diye yazılmıştır. Tepebaşı’nda “Bristol Oteli”nin altında “Kanun-i Esasi Birahanesi”, Galata’ da “Adalet Oteli”, yanında “Adalet Lokantası” ve “Hürriyet Birahanesi”nin tabelaları yan yana dizilmişlerdir. Nikelden yeni basılan Türk paralarının bir yüzüne de “ Hürriyet, Müsavat, Adalet” yazılmıştır. Sandalye, porselen eşya ve tabaklara kadar her şeyin üzerine bu sözler nakşedilmiştir.
Şişli Caddesi’nden Kâğıthane yoluyla İstanbul’ un dışına çıkınca gayet büyük ve güzel bir yerde Bulgar Papaz Okulu ve hastanesinin yanında Hürriyet-i Ebediye Tepesi de var. Güzel bir bahçe yapılıp etrafı çevrilmiş. Bunun ortasında 31 Mart Vak’ası’ndan sonra İstanbul’a gelip hürriyeti yeniden kazandıkları sırada şehit olan fedakâr subayların kabirleri var. Bunun üzerince mermer taştan güzel ve büyük bir kaide ve onun üzerine de yine mermerden top gibi büyük bir şey yapılmış. Bu mermer sütunun dört yanına Türkiye’de hürriyetin ilan edildiği tarih ve Sultan Mehmet Reşat Han hazretlerinin ismi nakşolunmuş. (s. 152)
//OSMANLI’NIN KUZEY AFRİKA’DAN ÇEKİLMESİ
Bilindiği üzere Balkan Savaşları öncesi Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı sonucunda Kuzey Afrika topraklarından çekilir. Kerimî, bu toprakların elimizden çıkmasına karşılık halkta hiçbir tepkinin, üzüntünün olmamasından çok etkilenir. Bu toprakların kaybından dolayı yüreği yanan hiçbir kişiyle karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır. Bu konu hakkında şu gözlem ve değerlendirmelerde bulunur: “Trablus Müsalahası, yani Trablus’un Türkiye’nin elinden çıkması buradaki Türklere hiç tesir etmedi. Bunu düşünen de, konuşan da yok. Sanki Trablus Savaşı hiç olmamış, Trablus elden çıkmamış. Ben buna fevkalade şaşırdım. Hatta renkli kartpostallar yaptılar, bunlarda İtalya Kralı ile Padişahın resmini yan yana koydular. Bir Arap kızı suretinde olan Trablus İtalya Kralına baş eğip temenna etmektedir. İtalya Kralı ile Padişahın başları üzerine barış alameti olan yeşil ağaç dalları konulmuş ve altına da “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için Trablus Müsalahası akdedilmiştir.” diye yazılmış. Bu kartpostallar kitapçıların vitrinlerine konulmuş, satılıyorlar. Bunların niçin Türklerin yüreklerini sızlatmadığını aklım almıyor. Şimdi Bulgar Müsalahası da, Trablus Müsalahasından çok farklı olmayacaktır. “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için” diye yazıp asarlar.”(s.37)
//GAZETE VE MECMUALARIN DURUMU
Kerimî, İstanbul’da yayımlanan gazete ve mecmuaların çok güzel tahlillerini yapar. Her gazete ve mecmuanın muharrir kadrosu, yayın politikası, iktidarla ilişkisi, tirajı hakkında geniş bilgiler sunar. Genel olarak gazetelerin içerik olarak asıl gündem ile ilgilenmediğini, yalan-yanlış haberlerin ağzına kadar dolu olduğundan, halkı uyutacak, yanlış yönlendirecek ve aldatacak tarzda yazdığından bahseder. Düşmanların payitahtın eşiğine kadar geldiği, her yandan kuşatıldığı, barış istemeye Türkleri mecbur eylemeye çalıştığı bir dönemde Türk gazetelerinin, Manastır’ın kaybedildiğini ısrarla saklamakta olduklarını, Selanik’in tekrar elimize geçtiğini, “Muzafferiyat-ı mütevaliye-i Osmaniye” manşetleri atarak halkı kandırmaya çalıştıklarını anlatır.
Özellikle cepheden gelen haberleri abartarak, kendi lehimize göstererek ve yalanlarla süslemelerine hükümetten bile yasak geldiğini, bu tarz haberlerin, yayınların had safhada olması sonradan halkın ümitsizliğe düşmesine ve gerilimin artmasına sebep olmakta olduğunu söyler.
//OSMANLI DÖNEMİ MATBUATI
Kerimî, Türk halkının Avrupa’daki manasıyla matbuatının olmadığını, Ermeni, Rum, Yahudi hatta Arap gazeteleri bile kendi ideallerine, kendi menfaatlerine hizmet ederken Türk gazetelerinin herhangi bir idealinin olmadığını gazetelerinin daha fazla satması ve gazetelerinin kapanmaması için ne lazım gelirse onları yazmaya çalıştıklarını bahseder. Türk gazetelerinde Anadolu’nun vilayetlerinin ahvali hakkında haber bulmanın çok zor olduğunu gazetelerinde Türk siyaseti, Türk ideali, Türk fikri, Türk ahvali hakkında çok az haberlerin olduğunu yahut hiç yer olmadığını özellikle belirtir. Buna karşın Avrupa siyasetinden, en ehemmiyetsiz haberlerin çarşaf çarşaf yer bulabileceğini Bursa’nın köylerinde kışın soğuklarında halkın yakmak için evlerinde odun getirmediğini ormana gidip, ağaçları yakarak ısındıklarını, Kışın kar yağınca Erzurum ve Van vilayetlerinin şehirleri arasında otuz gün posta işlemediğini gazetelerden öğrenmenin mümkün olamayacağını söyler. Bu haberi başka bir şekilde duyulabileceğini ama gazeteler kanalıyla duyulamayacağını söyler. Hükümette kim bulunuyorsa Türk gazetelerinde onların fikirlerinin tervic edildiğini belirtir.
Türk gazete ve mecmuaların bir devlete meddahlık ederek, Türkleri kuyruğuna bağlamaya çalıştığını bir devlete yaranmaya çalışırken Türk menfaatlerini savunan bir kamuoyunun olmadığını söyler. Türk Yurdu mecmuasını bahsettiklerinden istisna olduğunu şöyle açıklar: “..Mesela Sabah gazetesi yıllardan beri İngiltere’yi methediyor. Kâmil Paşa zamanında İkdam da İngilizciydi. Şimdi başmuharriri Cevdet Bey, Viyana’da ve Almanları övmeye başladı. Tanin Fransızları methediyor. Yeri ve zamanı gelince Ruslara da çanak tutar. Tercüman-ı Hakikat, Tasvir-i Efkâr sürekli Arnavut, Kürt, Arap “kavm-i necip” lerinden ve bunların hilafet-i muazzamaya olan sıkı “merbutiyet”inden bahisle biçare Türk kavmini iğfal edip dururlar. Sebilürrşat filan gibi mecmualar ise göklerde uçarlar. Onlar nazarında “Türk menfaati” şeklindeki sözler ihanettir, “İslam menfaati” demelidir. Türk’ün kaygısıyla kaygılanan, sadece iki haftada bir çıkan Türk Yurdu mecmuasıdır.” (s.297)
Yazar, Türk gazete ve mecmuaların baskı altında olduğunu, başka milletlere ait olanların daha muhtevasının geniş olduğunu, Türkiye’nin sorunlarının tartışılamadığını ve dogma halinde kaldığını şöyle açıklar: ” Şunu da söyleyeyim ki, İstanbul’da siyasî, içtimaî, dinî ve ahlak hatta ebedî cihetlerden en ziyade baskı altında bulunan gazete ve mecmualar Türklere ait olanlardır. Diğer dillerdeki ve başka milletlere mensup matbuat hiç şüphesiz Türklerinkinden daha hür, muhtevaları ve muhakemeleri daha geniş ve canlıdır. Bunun sebebi çok açık. Türk halkındaki fikri seviyenin düşüklüğü ve hükümetin asıl Türk halkına baskı yapmaktan ve cebretmekten çekinmemesidir. Meselâ Türk gazetelerinde alfabenin ıslahı hakkında yazmaya başladılar mı, ulemadan veya cüheladan biri şeyhülislama müracaat etmekte ve “Aman efendim, ehl-i İslâm arasına tefrika sokuyorlar. Hurufat-ı Arabiyeyi kaldırmak dine karşı bir cinayettir. Bu hususta icap eden tedbirleri alınız yoksa ahali galeyan eder.” diyor. Tesettür meselesi gündeme geldiğinde de aynısı oluyor. Resim, müzik meselesinde de durum aynı. Tasfiye-i lisan meselesi de böyle. Medreselerin ıslahı, mektep programlarının düzensizliği, hülasa hepsi buna benziyor. Diğer konularda da dahiliye nezaretine, hariciye veya mezahip ve adliye nezaretlerine veya meşihata müracaat ediyorlar ve “Ahaliye fena tesir edecek” diye bahsi hemen kapattırıyorlar. Böyle “efkâr-ı umumiyeyi galeyana getirecek, örf, âdât-ı İslâmiye ve anane-i milliye muvafık olmayan ahvali” yazmamaları için gazete idareleri uyarlıyor. Bu uyarı ise burada kat’i bir kanundur. Fakat Hristiyan ve ecnebi gazetelerine hükümet böyle muamele edemiyor. Bu sebeple Türk gazetelerine baskı, diğerlerine göre çok fazladır. Siyasî haberler ve fikirler hususunda da durum aynı. Hristiyan ve ecnebi gazeteleri siyasî haberleri ve fikirleri açıkça ve önceden yazıyorlar. Türk gazeteleri ise çoğunlukla onlardan alarak bu haberleri ertesi gün yazabiliyorlar.”(s.238-239)
//SAVAŞIN DİNEMOSU OLAN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI
Savaşta halkın milli bilincini yükseltmek, savaştaki yaralı ve hastaların tedavisine yardımcı olmak, cepheye gönüllü asker sevkiyatına yardım etmek, Balkanlardan gelen muhacirlerin sıkıntılarına yardım etmek, bütün bunları aşmak için gerekli finansmanı sağlamaya çalışmak amacıyla birçok kurum ve kuruluşlar hükümete yardımcı olmuştur. Eserde Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Milliye cemiyetlerinin yaptığı hizmetlerden bahseder. Yazar, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Milliye’nin etkinliklerine katılarak yakından müşahede fırsatı bulur. Türk Ocağı’nın nizamnamesine uygun olarak çeşitli toplantılar, konferanslar yapıldığını Darülfünun müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi(Tanrıöver), Ağayef Ahmet, Selim Sırrı, Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey gibi aydınların konferansına iştirak edip, sohbetlerde bulunduğunu, Şair Mehmet Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir(Erozan) ‘ın burada şiirler okuduğunu belirtir.
Kerimî, Müdafaa-i Milliye’nin düzenlemiş olduğu konferanslara değinir. Yusuf Akçura’nın vermiş olduğu bir konferansından bahsederken çok önemli bir tespitini bizlere anlatır. Bu tespit aradan 96 yıl geçmesine rağmen hâlâ geçerliliğini koruyor. Çok uzun bir dönem de koruyacak gibi görünüyor.
Akçura şöyle konuşur: “Günümüzde savaş sadece iki ordu arasında değil, iki millet arasında ve iki milletin tacirleri, muallimleri, mektepleri, talebeleri, kadınları, fikirleri, at ve arabaları, yolları, sabanları arasında olmaktadır. Bunların hepsi de, maatteessüf, bizde, düşmanlarımıza nispetle zayıf ve kötüdür. Bu yüzden yenildik. Şayet bunlara ehemmiyet vermezsek, bunları düzeltmek için köylere dağılıp halka yardım etmezsek yine yeniliriz. Rumeli gibi Anadolu da elimizden gider.” (s.209-210)
DEVAM EDECEK