Hilal-i Ahmer hastanesinde görevli Rusyalı dört Müslüman hemşire Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’ne kadınlar arasında yardım toplamak, kadınlardan fırkalar teşkil ederek savaşa göndermek, kadınları aydınlatmak, kadınlardan bir heyet göndererek Padişahın savaş bölgesine gitmesini istemek amacıyla bir dizi etkinlik yapmak ister. Bu isteklerini Müdafaa-i Milliye Cemiyeti kabul eder. Ayasofya Camii’nde kadınlara yönelik bir vaaz verilir. Darülfünunda kadınlara yönelik bir toplantı daha doğrusu miting tertip edilir. Yazar, bu mitingin içeriği hakkında geniş izahatlı bilgiler verir.
Tamamı kadın olmak üzere binlerce vatansever kadın bu etkinliğe katılır. Gazi Muhtar Paşa’nın hanımı Prenses Nimet Hanım açılış konuşması yaptıktan sonra Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye, Petersburg’daki yüksek mekteplerden riyazet fakültesi talebelerinden, Hilal-i Ahmer’de görev yapan Gülsüm Kemalova Hanım, Fehime Nüzhet Hanım, İdadi Kız Mektebinin Müdiresi Nakiye Hanım ve son olarak da Halide Edip(Adıvar) kürsüde duygu yüklü milli bilinci zirveye tırmandıran konuşmalar yapar.
Daha sonra müzakereler yapılarak şu kararlar alınır:
1. Türk kadınları adına savaş meydanındaki askere telgraf çekilecek.
2. Hindistan, Mısır, Fas, Tunus ve diğer yerlerdeki Müslüman kadınlarını Rumeli’nde Balkanlılar tarafından işlenen cinayet ve zulümlere karşı izhar-ı nefret ve müdafaa-i milliye ianesi iştirake davet eden telgraflar çekilecek.
3. Avrupa kraliçelerine telgraf çekilerek Balkanlıların Müslümanlara yaptığı cebir ve zulümler protesto edilecek ve bu zulümlerin önlenmesi için yardımlar istenecek.
Bu kararlar alındıktan sonra yardım toplanmaya başlanır. Kadınlar küpe, bilezik, yüzük, kolye, saat, para ve kıymetli eşyalarını burada bir kutuya koyar. Bu değerli eşyalar paraya çevrilir. Daha sonra Müdafaa-i Milliye merkezine teslim edilir. Burada Hilal-i Ahmer Başkanı Besim Ömer Paşa Petersburg’dan bir Müslüman kızının gönderdiği bileziği toplantıya katılanlara gösterir. Burada satır arasında ilginç bir bilgi aktarır yazar. Orsk şehrinde Trablusgarp Savaşı’nda Müslüman bir kadın Türklerin yenilgisine duyduğu üzüntüden intihar ettiğini söyler.
Yukarıda bahsettiğim miting ve toplantıyı tertip edenlerin amaçlarından birisi de kadınlardan bir heyet oluşturularak Padişahın savaş bölgesine gitmesini istemekti. Bu amacın gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini bilmiyoruz. Ama bu dönemlerde Halide Edip (Adıvar) Hanım Padişah’a (Sultan Reşat ve şehzadelere) açık bir mektup yazar. Bu mektup Türk Yurdu Mecmuası’nda yayınlanır.
Mektubu okuyan vicdan sahibi beyinlerin takdir edebileceği gibi o dönem itibariyle Padişah ve şehzadelere böyle hakikati haykırmak yürek ister. Mektubun edebi dilinin de estetik içerik taşıdığını okuyanların kolaylıkla görebileceğini söyleyebilirim. Türk’ün Ateşle İmtihanında varını-yoğunu, mal varlığını, yüreğini, beynini, kalbini ve kanını ortaya koyan bu kalemimizi rahmetle anarken mektubun biraz makaslanmış halini yazar, kitapta sunar.
//HALİDE HANIM’IN PADİŞAH’A YAZDIĞI AÇIK MEKTUP
“Padişahım!
Atalarımızın mübarek kanıyla alınmış olan İstanbul’umuzun kapısı önüne düşman dayandı. Büyük Türkiye’nin, muazzam tarihinde emsali görünmeyen hakanlar yetiştirmiş Âl-i Osman’ın taç ve tahtı Türk milletinin namus ve istikbali bugün tehlike altındadır. Dünkü bahçıvanlarımız bugün balçıklı ayaklarıyla altı yüz yıllık tarihimizin şan ve şerefini, din ve izzetini çiğnemeye kalkıştılar. Türk askerinin top ve tüfeğini alıyorlar. Büyük ordusunu ve altı yüz yıllık kahramanlığını lekeliyorlar.
Türk’ün izzetinin böyle ayaklar altına alınmasını önce Avrupalılar şaşkınlıkla seyrediyorlardı. Şimdi bize istihfaf ile bakıyorlar. Mazisiz ve tarihsiz Bulgarların izzetli ve cesaretli Türkleri yenmesine alkış tutuyorlar. Bulgarlar yeni ve parlak bir tarih yapıyorlar, biz ise tarihimizi gömüyoruz.
Padişahım! Bu utanç karşısında kadınlarımız bile korkuyu unuttular. Topraklarımız, evlerimiz ağlamaktadır. Minarelerimiz- ihtimal yarın Müslümanları Allah’ın huzuruna çağıran ezan sesleri kesilecek diye-ağlaşıyorlar. Çocuklarımızı gelecekte yurtsuz bırakmak bir suç ve bir lekedir. Hepimiz dünyada görünmemek için bir deliğe girmek istiyoruz.
Padişahım, bugün bizi bir kâbus gibi saran utançtan ve umutsuzluktan kurtarmak için bir mucize bekliyoruz. Tarih yok olmaya yüz tutan milletlere böyle mucizeler göstermiştir. Hâlbuki bizim top, tüfek ve askerimiz çoktur. Sadece askerin kalbinde Türklük izzetini koruyan köşe kapanmıştır. Bunu açmak ancak Âl-i Osman’ dan beklenir.
Padişahım, Türk kulların yalvararak ellerini Âl-i Osman’a açmışlardır. Ordumuza Sultan Fatih’in celadetini, Sultan Murat’ın fedakârlık ve gayretini şimdi padişahımız ve şehzadelerimizden bekliyoruz. Bugün Fatih Sultan Mehmet’in ruhu İstanbul için ağlıyor ve sana: “Kalk ey Mehmet Reşat! Yanına Âl- i Osman‘ın evlatları olan genç şehzadelerini al! Tüfeklerini omuzlarına atıp atlarını askerin ortasına sürsünler. Din için, memleket, izzet ve namus için askeri vazifeye çağırsınlar. Korkakları cezalandırsın, gayretleri mükâfatlandırsınlar.
Âl-i Osman tacını taşıyan şehzadeler arasında genç fedakâr eller, büyük ve şeci ruhlar kalmadı mı? Unuttular mı ki tarihte Âl-i Osman adını taşıyan şehzadelerin hepsi gazada ordunun başındaydılar.
Ey Sultan Mehmet Reşat! Atınla, tüfeğinle atalarının namus ve izzetini, milletlinin, toprağının hukukunu korumak için ordunun başına geç. Bir Sultan Mehmet’ in aldığı toprakları yabancılara kaptıran Sultanın adı da Mehmet olmasın. Hayır, bu böyle olmasa gerekir.
Türklüğün altı yüz yıllık ruhu seni çağırmaktadır. Tarih seni çağırıyor. Eski büyük ataların ve kahramanların seni çağırıyorlar. Asırlardan beri ordumuzun hakiki atası padişahtır. Gayretli şehzadeler, büyük ve hakiki komutanlar idiler. Bugün ordumuz yetimdir padişahım.
Topraklarının ve mülkün ruhu atalarının toprak altında kaynayan kanlarıyla feryat etmektedir. Son ümit sende kaldı padişahım. Şayet padişah ve eli silah tutan şehzadelerden bu son savlet gelmezse Türk kavminin başına kara bir örtü kapanacaktır. Padişahım, bir an önce savaşa katıl. Padişahlarını bekleyen askerlerin yanına koş.
Hiç olmazsa kadınların namusu için git padişahım. O zaman Bulgar’ın ayağı altında kalsak mukaddes ve pâk namusumuzu ordu koruyamazsa, ölsek de namusumuzu korumak için şehzadelerimiz ve padişahımız düşmanla son dakikaya kadar savaştılar diyerek gönül rahatlığıyla Allah’ın huzuruna gidebiliriz.
Padişahım, ancak o zaman büyük bir iman ve samimiyetle önünde diz çökerek cesaretinden dolayı seni affedebiliriz. Kim bilir belki tarih namusumuzun halâskârı bir padişah olarak genç ve yaşlılarımız atının altında bayram ederiz. Şimdi hayalimde şecaatiyle ve büyük sülalesinin bütün evlatlarıyla ordusunun başında bir padişah görüyorum. Belki bu Fatih Sultan Mehmet’in mübarek hayalidir. Belki de onun aldıkları toprakları tarihe gömmemek için askerleriyle birlikte düşmanla savaşan senin hayalindir padişahım.”
Kerimî, yukarıda Halide Hanım’ın Padişah’a yazdığı açık mektuptan sonra Padişah ve veliahdın Ayasofya’ ya gidip halka; savaş bölgesine gidip askere, moral verme gibi bir düşüncelerinin olmadığını belirtir. Ama Şehzadelerden Abdulhalim Efendi’nin savaşa gidip Gelibolu’da yaralanıp döndüğünü de bildirir.(s. 276)
Kitabın birkaç yerinde sosyo-ekonomik durumu iyi olan insanlarda ümitsizlik ve yeisin daha fazla, alt ve orta sınıf halkda savaşmaktan yana ve galip geleceklerine inancın daha fazla olduğunu belirtir.(s.176)
Zengin sınıfın pek fedakârlık yapmadığını fakir, garibanların ise yaptığı unutulmaz gayretleri Kerimî şöyle anlatır.”İstanbul’un zenginleri, paşaları yardım verme konusunda hiç de acele etmiyorlar. Daha çok fakir fukara son kuruşlarını verip memleketteki fakirlerin sayısını arttırıyorlar.”(s.209) Askerlerin için de dahi birçok kişinin “Bir an önce barış gerçekleşse de memleketime döneyim.” dediğini; Esnafın bir kısmının, savaş yüzünden ticaretin durduğunu, işlerin bozulduğunu, Bulgarlarla savaşmanın Türkiye için bir fayda getirmeyeceğini, Türkiye yense dahi Avrupalıların Hristiyanları kollayacağını söylediklerini belirtir. Özellikle binlerce Darülfünun gençliğinden yüz küsur gencin cepheye gittiğini, bunun dışındakilerin kendi memuriyetlerini düşündüğünü söyler.
Bu çerçevede yaşlı anamın yıllar önce anlattığı bir hikâye aklıma geldi.
Köyde evin birine bir falcı uğrar. Tabi ailenin durumu gayet iyi olup, işlerini tutmaya yarayan azapları
[2] bile vardır. Falcı kehanetlerini anlatmaya başlar. En çarpıcısını çekinmeden söyler: “Bu evden iki cenaze çıkacaktır.” Bu sözün üzerine herkes azaba bakınca azap dayanamayıp cevabı yapıştırır “Yahu biri ben olmaya benim de peki ya diğeri…” Bu ülkenin can, namus ve güvenlik sigortasını acı, gözyaşı, ter ve kan ile bağlayanların kahir ekseriyeti neden azap, sessiz, rütbesiz, statüsüz Türklerden oluşur? Bu soruyu tuzu kuru, sol hümanist yazarlar
[3] bile sormaya, sorgulamaya başladıysa ülkenin yaşaması için gerekli kanı sebil edenlerin, ülkesini, dününü, değerini karşılıksız sevenlerin tamamının sorması gerektiğini düşünüyorum.
ERMENİ SORUNU HAKKINDA YAZARIN ÖNGÖRÜSÜ
Ermeni sorununda tehcire giden sürecin son aşamalarında malumunuz Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Doğu Anadolu Vilâyetlerinde yapılması gereken ıslahatların bir karara bağlanması için Büyük Devletleri temsilen Rusya‘nın İstanbul Büyükelçiliği ile Osmanlı hükümeti arasında 1913 Eylülünden 1914 Şubatına kadar devam eden temaslar sonucunda 8 Şubat 1914’de Sadrazam Said Halim Paşa ile Rusya’nın İstanbul büyükelçisi Gulkevic, Yeniköy Antlaşması’nı imzalar.
Bu antlaşmaya göre Doğu Anadolu, Erzurum, Trabzon, Sivas, Van; Bitlis, Harput ve Diyarbakır olmak üzere iki bölgeye ayrılacak, her birinin başına bir yabancı genel müfettiş atanacak. Genel müfettişler kendi bölgelerindeki idaresini, adliye ve jandarmasını denetleyecek, emniyet kuvvetlerinin yetmediği yerlerde askerî kuvvetler de genel müfettişlerin emrine tahsis edileceklerdi. Genel müfettişler gerektiğinde valiler ve memurlar hakkında takibat yapabilecek, toprak meselelerini bir çözüme kavuşturabilecekler. Kanun, nizamname ve resmî bildiriler bölgelerde mahallî dillerde de yayınlanacak, herkes askerlik hizmetini kendi müfettişlik sınırları içerisinde yapacaktı. Mahkemelerde ve devlet dairelerinde herkes kendi dilini kullanabilecek, Hamidiye Alayları, yedek süvari birliklerine dönüştürülecek. Vilayet meclisleri için yapılacak seçimlerde azınlıklar da temsil edilecekler ve genel müfettişlerin uygun görüp görmemelerine bağlı olarak zabıta ve jandarmaya eleman almada Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında eşitlik ilkesi uygulanacaktı. Antlaşmanın imzalanmasından sonra Norveçli Binbaşı Nicolas Hoff ve Hollandalı Westenenk genel müfettiş olarak seçildi. Bu müfettişlerle birlikte çalışacak elemanlar belirlendi. 1914 yazında söz konusu bu müfettişler Türkiye’ye geldi. I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bir ıslahat hareketine girişilmeden vazifelerini bırakmak zorunda kaldılar.
[4]
Kerimî, bu müfettişlerin gelmesinden yaklaşık bir buçuk yıl önce 21 Aralık 1912’de, Balkan Savaşları’ndan sonra Türkiye’nin başını ağrıtacak en önemli iki sorun olduğunu vurgular. Bunlardan birisinin Cebel-i Lübnan diğerinin de Ermeni meselesi olduğunu söyler. Bu sorunun baş ağrısından kangren haline nasıl geleceğini, yukarıda bahsettiğimiz olayların kahir ekseriyetinin nasıl gerçekleşeceğini, nasıl basiretli bir aydın olduğunu, adeta gözümüzün içine sokarak gösterir: “Anadolu’nun altı vilayetindeki Ermenilere “ıslahat” uygulanması, otonom Ermenistan’a yol açılması demektir. Çünkü bugünkü ıslahat layihasına binaen oraya tayin edilecek umumi bir müfettiş, Türkiye tarafından değiştirilemeyecek bir zat olacak. İhtimal ki bunun Hristiyan olması şartı da getirilecek. Yanındaki müşavirler de ecnebi Hristiyanlardan (İngiliz) olacak. Ermenistan’da görevlendirecek memurları onlar tayin edecekler. Ermenistan’dan toplanan vergilerin çoğu bu vilayetlerin kendi ihtiyaçlarına ayrılacak. Mahkemelerde mahallî dil geçerli olacak. Jandarma ve polis tedricen mahallî halktan teşkil edilecek… vs. “(s.129-130)
DEVAM EDECEK
[1] Bu konuyla ilgili geniş bilgi sahibi olmak isteyenlerin, şu kaynaktan istifade edebileceklerini düşünüyorum. Şefika Kurnaz, “Balkan Savaşlarında Kadınlarımızın Konuşmaları” I.baskı, 1993, 86 sayfa, İstanbul, MEB Yayınevi
[3] Can Dündar, 14 Eylül 2006 tarihindeki Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde “Katilimiz Fakirlik mi?” isimli makalesinde “Neden (mesela) Teşvikiye Camii'nden, (yine mesela) Yozgat'ın tüm camileri kadar şehit cenazesi kalkmıyor?” diye soruyordu.
[4] Hikmet Özdemir, Kemal Çiçek, Ömer Turan, Ramazan Çalık, Yusuf Halaçoğlu, Ermeniler: Sürgün ve Göç, s. 65-66., I. Baskı, 2004, Ankara, Türk Tarihi Kurumu Yayınları