Osmanlı Devleti’nin “Hasta adam” olarak yatağa düşüp sonunun geldiği zamana kadarki yaşadığı felaketler unutulacak cinsten değildir. Savaşlardaki yenilgiler, meydan savaşında galip gelip masa başında kaybetmeler, kurşun atmadan teslim olunmalar, toprak kayıpları neredeyse kader haline gelir. Anadolu’dan başka gidecek yeri olmadığını düşünenlerin İstiklâl Savaşı’na dört elle sarılması bu yüzden olsa gerektir.
İlber Ortaylı, Sakarya Savaşı’ndaki subay kadrosunun neredeyse yüzde 60’ının Balkanlardan dayak yiyerek, yüzyıllardır yaşadığı yerleri, evleri barklarını terk ederek gelenler olduğunu bir kitabında yazmıştı.
Özellikle Balkanlardan tabiri caizse kovulma, o dönemi yaşayanların hafıza ve kişiliklerinden asla silinmemiştir. Öbür taraftan ardı sıra yapılan savaşlar, tehcirler, mübadele derken yaşanılan acıların kaydı ve yası tutulamamıştır. Genç kuşaklara da kaybedilen topraklarımızdan dolayı her yıl ülke haritasının değiştirildiği aktarılamamıştır. Son yıllarda ibrenin tersine doğru dönmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşanılan toplumsal travmanın yası kuşaklar sonra tutulmaya; verilen can, akıtılan kan ve gözyaşının sebebi adeta sorgulanmaya başlanılmıştır. Bu kanaate varmamızı sağlayan saikleri de şöyle sıralayabiliriz: Özellikle son on yılda o dönemi anlatan tarih kitaplarının sayısında artış olduğunu yayıncılar belirtir. Kitapların ana fikri de yön değişmek zorunda kalmıştır. Milletimizin savaşlardaki kahramanlık ve fedakârlıktan daha ziyade insan ve toprak kayıplarımızın ne kadar olduğu sorulmaya ve sorgulanmaya başlanılmıştır. Çanakkale Şehitliği ve Sarıkamış’ı ziyaret edenlerin her geçen yıla göre arttığını yetkililer söylüyor. Konu olarak Balkanlardaki hüzünlü geri çekilişimizin hikâyesini anlatan televizyon dizileri geniş halk kitlelerince izlenmeye başlanılmıştır. Evlad-ı Fatihan topraklarına kültür turları düzenlenerek ecdadın yaşadığı yerleri yerinde görmeye gidenlerin her geçen gün arttığını belirtebiliriz. Akademisyenlerin de Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan ayağını konu alan araştırmalarını yaygınlaştırmaya başladığını söyleyebiliriz.
Bu çerçevede “Bosna’da Türk Kültürünün İzleri” adıyla bir eser yayınlanmıştır. Eserin yazarı halen muvazzaf hizmette asker olan Şenol Alparslan, Osmanlı’nın hâkimiyet alanı içerisinde bulunan bu bölgelerde muhtelif görevlerde bulunmuş ve Bosna’da Türk Kültürü hakkındaki tecessüsü kendisini bu alanda doktora çalışması yapmaya sevk etmiştir.
Bahse konu olan doktora çalışması 2004 yılında tamamlanır. Çalışma tamamlandıktan 4 yıl sonra kitaplaşır. Eser; Önsöz, Giriş, Sonuç, Ekler ve Kaynaklar bölümünün dışında 6 bölümden oluşmaktadır. “Balkan Coğrafyası ve Bosna Tarihine Bir Bakış” bölümünde Bosna’nın Osmanlı öncesi dönemden, Osmanlı ve sonrası 2000’li yıllara kadarki tarihi anlatılır. İkinci bölümde Boşnak toplumunun kimlik ve etnik yapısı ve nüfusu konuları incelenir. Üçüncü bölümde Boşnakların tarihi süreçteki İslamiyet öncesi ve sonrası yaşamı irdelenir. Dördüncü bölümde Boşnakça ve Türkçe arasındaki ilişki vurgulanır. Beşinci bölümde Osmanlı Döneminde yapılan Türk eserleri ve mevcut durumu konu alınır. Altıncı bölümde ise Boşnakların günlük sosyal yaşamı, aile, yeme-içme, giyim-kuşam ve insan ilişkileri masaya yatırılır.
Eser okununca Osmanlı şemsiyesi altında 415 yıl bulunan Bosna’da Türk kültürünün izlerinin bütün yobazlık ve nefrete rağmen silinemediğini, Türklerin sayesinde Müslüman olan Boşnaklara olan düşmanlığın asırlarca sürdüğünü ve son olarak 90’lı yılların başlarında bütün dünyanın gözleri önünde kırıma uğratıldıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kitabın yazarı, Türk devletinin sınırının ve Türkçenin çekilmeye başlamasıyla birlikte Boşnakların kendilerine yönelik düşmanlığın artmaya başladığını her geçen gün de katmerleşerek arttığını belirtir. Eserden Bosna’daki yerleşim yerlerinden bazılarının ülkemizdeki Fethiye, Kilis, Foça, Ilıca, Tuzla, Çardak, Bostan vs. gibi yerlerin aynısı olduğunu öğreniyoruz. Kitapta Türk Kültürünün İzleri’ni yansıtan görsel malzemelerin oldukça fazla olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun dışında da Türklere olan nefretin had safhada olduğunu gösteren bir anıt ve heykel de dikkat çeker. Kosava Savaşı’nın Sırplar tarafından unutulmaması için 1953 yılında yapılan bir anıtta Muharebede ölen Sırp Kralı Lazar’ın ağzından kendisiyle beraber savaşmayan Sırplar lanetlenir: “Sırp ve Sırp Ulusundan olup da Kosava Savaşı’na katılmayana asla ne erkek ne kız çocuk verme! Elleri beyaz veya kırmızı şarap yapamasın… Bacakları tutmasın…”(s.21) Hersek Duvno bölgesinde bulunan çocuğu devşirme olarak alındığı için “sözde” eli belinde yas tutan Hıristiyan bir anneyi temsil eden iki metre boyundaki haç heykeli de (s.129) Osmanlı’nın devşirme politikasının Sırplar tarafından nasıl anlaşıldığını gösteren görsel bir malzeme olarak yorumlanabilir.
Kalemiyle kültürümüze de değerli bir hizmette bulunmuş kumandan paşaya, böylesi bir eser kazandırdığı için şükran ifade eder, benzeri diğer çalışmalarını da yayınlamasını temenni ederim. Türk çocuklarının da bu eseri okumasını ümit ederim.
[1] Şenol Alparslan, Bosna’da Türk Kültürünün İzleri, 352 sayfa, Aralık 2008, İstanbul, IQ Yayınları.