Daha sonra gelen istek ve öneriler de dikkate alınmış haftanın ismi;“Camiler ve Din Görevlileri Haftası” şeklinde değiştirilerek, dönem içinde yapılan hizmet ve faaliyetlerin kapsamı genişletilmiştir. Zira cami hizmetlerinin kalitesi ve verimliliği göz önünde bulundurulduğunda, buralarda görev yapan elemanların gayreti, heyecanı, öğrenim düzeyi ve çevre ile olan sosyal ilişkileri de önem arz etmektedir.
Bu itibarla din görevlilerimizin hizmet ve faaliyetlerinin aynı hafta ile birlikte değerlendirilmesi daha isabetli olmuştur. Özellikle günümüzde din hizmetinden söz edilince, öncelikle din görevlisi ve onun toplum üzerindeki imajı akla gelmektedir. Bu imaj ve görüntü genel olarak zihinlerde olumlu bir iz bırakmakla beraber, bazen de maksatlı ve amacını aşarak vicdanları rahatsız eden bir tip şeklinde canlandırılmaya çalışılmıştır.
Din görevlisi veya din adamı Öncelikle şunu belirtelim ki; din görevlisinin masum (korunmuş) ve hiç hata işlemeyen bir varlık olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Halk arasında çoğu kez iyi niyetle ifade edilen bu algılamanın bilimsel bir dayanağı olamaz. Dolayısıyla bu düşünceye itibar edilmemesi gerekir. Söz konusu kavramlar,daha çok bu kadrolarda ve alanlarda çalışanların mesleklerini nitelendirmek için kullanılmıştır. Çünkü İslâm’da, “Ruhbanlık” sınıfı şeklinde ayrı bir grup yoktur.
Toplum hayatında sınıf, meslek ve zümre ayırımı yapmak yahut birinin diğerine karşı üstünlüğünü iddia etmek mümkün değildir.
Günümüzde din görevlileri kavramı daha çok, din hizmetini yürüten kimseler için mecazî anlamda kullanılmaktadır. Diğer bir ifade ile bu unvan geçici bir sıfattır. Şayet din görevlilerini bir sınıf veya başka bir özellikle tanımlamak gerekseydi, buna en uygun olan sınıf; ilim ehli veya bilginler sınıfı olurdu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), hayatta olduğu müddetçe hem namazı bizzat kendisi kıldırmış hem dedin konusunda insanları aydınlatmıştır. Diğer taraftan o, vefatıyla geriye mal ve servet değil, sadece ilim bıraktığını ve ancak âlimlerin kendisine varis olacağını açıklamıştır.
Buna göre din görevlileri hem bilgi hem yerine getirdikleri görev yönünden, bu mirasa en yakın olan insanlardır. Zira din görevlilerinin bilgi seviyeleri geliştikçe sorumlulukları da o ölçüde artmaktadır. Konuya bu açıdan yaklaştığımızda din görevliliğin, diğer meslekler gibi pozitif bir alan olduğu açıktır. Daha da önemlisi gelişen, değişen ve yaşayan sosyal hayatın bir parçasıdır.
Toplumdaki herhangi bir insan gibi örnek ve üstün davranışları olabileceği gibi, hata ve yanlışlarının olması da mümkündür. Önemli olan bu ikincisinde ısrar edilmemesidir. Din duygusu ve toplum din duygusu, insanlık tarihi ile başlayan bir duygudur.
Dinler tarihçisi Ernest Renan bu konuda şunları söylemektedir:“Sevdiğimiz her şeyin zevale ermesi, akıl, ilim ve sanat gibi değerleri kullanma hürriyetinin yok olması mümkündür. Fakat insandaki din duygusunun silinmesi imkânsızdır.”
Diğer taraftan Spencer; inanç değerlerinin bilim, teknoloji ve yeni keşiflerle ters düşmediğini, aksine doğru orantılı olarak dine olan ihtiyacın daha da arttığını belirterek şöyle demektedir: “İlmin sınırı genişledikçe, nihayetsiz kudret sahibi, başlangıcı olmayan bir yaratıcının varlığına dair kesin deliller de bu oranda çoğalmaktadır. Zira aklın son durak olarak imanda durduğu görülmektedir. İnsan şöyle etrafına iyice bir bakıp göz gezdirdiği zaman, sebepler zincirinin birbirine nasıl bitiştiğini görünce, Allah’a teslim olmaktan ve O’nun varlığını kabul etmekten başka çare bulamadığı açıktır.”
Dikkat edilirse çağımızda din hizmetine veya din olgusuna yapılan atıflar sadece ülkemizle sınırlı değildir. Tersine din duygusu ve algılama biçimi farklı olsa bile çağdaş, modern ve gelişmiş Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bütün dünyada gündemdeki yerini ve gücünü korumaktadır. Şu kadar var ki, ülkenin idarî yapısı ve insanların benimsediği inanç tarzı nedeniyle, devlet ve din ilişkilerinde farklı uygulamaların olduğu söylenebilir. Ancak bu uygulama; söz konusu ülkelerin inançlardan yoksun bir hayat tarzı benimsediği anlamına gelmez.
Örneklendirmek gerekirse Vatikan, 1522 yılından bu yana dünya üzerindeki bütün Katolikleri din devleti kimliğiyle temsil etmektedir. Nüfus ve toprak bakımından dünyanın en küçük (Yüz ölçümü: 0,5 kilometre kare, nüfusu 1000 civarında) devleti olan bu ülkenin manevî otoritesi, Hristiyanlık âlemi üzerinde hafife alınacak cinsten değildir. Dünyanın modern açılımına rağmen bu tutum ve görüntü devam etmektedir. Kilise bir kurum olarak varlığını ve gücünü sürdürmektedir. Buralarda çalışanlar, Hristiyan din adamları olarak nitelendirilmiş ve kul ile Tanrı arasında bir mertebeye yerleştirilmişlerdir. Din görevlileri ve sosyal hayat Din görevlilerinin asıl amaç ve hedefleri; minber ve mihrap başta olmak üzere bulundukları çevrede halkımızı inanç, ibadet ve ahlâk konularında aydınlatmaktır. Kıldırdıkları namaz, sundukları hutbe ve vaazlarla bir anlamda yaygın bir eğitim hizmetini yerine getirmektedirler. Buna yol göstermek, rehberlik yapmak veya aydınlatmak da denebilir.
Gerçekten cemaatin içine girmek, onlarla birlikte hareket etmek, acı ve tatlı hatıralarını paylaşmak çok önemlidir. Bu nedenle din görevlileri, mesai kavramına bakmadan toplumla iç içe yaşamak durumundadırlar. Çünkü nerede, ne zaman, ve nasıl bir soru ile karşılaşacakları belli değildir. Durum böyle olunca onlar, sadece bir kuşağın değil, tersine çocukların, gençlerin, yaşlıların,okumuşların ve okumamışlarında ümit ve moral kaynağıdır.Dolayısıyla bilgi, kültür, kabiliyet ve donanım bakımından,toplumun beklentilerine cevap vermek zorundadırlar.
Din görevlilerinin cemaatle kaynaşmasını ve çevrelerine ışık saçmalarını hararetle savunan Mehmet Akif Ersoy 30 Haziran 1910 tarihinde yazdığı, “Din Adamları ve Medrese” isimli bir makalesinde şunları söylemektedir: “…Lakin vaazlar yine eski Musevilerden kalma olup, bazı vaizlerimizin, söyleyecek sözleri yani sepette pamukları olmadığından, vakit geçirmek ve yerli yersiz halkı korkutup duygulandırmak için kullandıkları, kaynağı ve doğruluğu meçhul masalları olacaksa bunları bırakalım! Doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde ne kadar Müslüman varsa zillet sefalet içinde yaşamaktadır. Sefil bir milletin elinde kalan bu dini yüceltemeyen, onu bilmeyen ve anlamayan görevliyi kürsüye yaklaştırmamalı. Çünkü konuşmacı, milletin mazisini, hâlini bilmeli ve cemaati istikbale hazırlamalıdır.”
Bu nedenle din görevliliğini tercih eden kişi, rahat ve kendisinden emin olmalıdır. Mesleğinin gerektirdiği bilgi, kabiliyet ve deneyimi önemsemelidir. Yerine göre halkla bir sosyolog, psikolog ve hekim gibi ilgilenerek yardımcı olmalıdır.
Ülkemiz tarihinde millî mücadele yıllarındaki tablo ve cumhuriyetin kuruluşundaki proje, görevlilerimizin toplumdaki sosyal yapılarını ortaya koymak açısından önemlidir.Sütçü İmam’ın Kahramanlığı,Maraş kalesine asılan Fransız bayrağının indirilmesi, Denizli Çal müftüsü Ahmet Hulusi Efendinin İzmir’i işgalden kurtarmaya yönelik fetvası ve bölge halkıyla cepheye yürümesi, Ankara Müftüsü M. Rıfat Börekçi’nin Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte cumhuriyeti kurma çalışması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, okunan ayetler, mevlitler ve yapılan dualar…
Bu çizgiler ve görüntüler o günlerde olup biten önemli olaylardan birkaç tanesidir. Diğer bir ifade ile bunlar; ihtiyaç hâlinde din görevlilerimizin başarılarını gösteren belge ve kanıtlardır.
Din görevlilerinin imajı Tarih boyunca sergilenen bu tür somut başarılara rağmen günümüzde, “Din Görevlisi İmajı” farklı algılanmaktadır.Ne yazık ki bu anlayış, söz konusu hizmeti yürüten elemanların görevini olumsuz etkilemekte ve zorlaştırmaktadır.
Özellikle henüz mesleğe yeni başlayan, bilgi ve tecrübe yönünden kendine yeterince güveni olmayan gençlerin bir kısmı, kurum değiştirmeyi bile göze almaktadır. Şüphesiz ki din ve lâiklik alanındaki sığ tartışmalar, toplumun aşırı beklentileri, meslekî ehliyetin yetersizliği, görev yerlerindeki fizikî şartların durumu da süreci olumsuz etkilemektedir.
Özellikle bazı basın ve yayın organlarında yer alan, “Din Görevlisi veya Din Adamı” portresi ile film ve dramalarda sergilenen tipik görüntülerle, bu mesleğe daha büyük haksızlık yapılmaktadır.Çoğu kez eğitim ve yeniliklere karşı çıkan veyahut toplumu geriden izleyen, sosyal ve kültürel yönü gelişmeyen bir tip olarak canlandırılmaya çalışılmaktadır.
Maksadını aşan bu tür tutum ve davranışlar diğer bazı mesleklerde de görülebilir. Ancak bunların hiçbiri; din hizmeti alanındaki psikolojik baskı kadar hizmetleri olumsuz etkilediğini söylemek mümkün değildir.
Hatırlanacağı üzere 2005yılında; TESEV aracılığı ile; “Sivil, şeffaf ve Demokratik Bir Diyanet İşleri Başkanlığı Mümkün mü?” konulu bir araştırma yapmışlardı. Toplam 327 sayfa olan bu araştırma dört bölüm hâlinde hazırlanmıştır. Bu araştırma, son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı hakkında yapılan en kapsamlı araştırmalardan biridir. Şüphesiz ki her çalışma gibi, bu araştırmanın da eksik veya abartılı yönleri olabilir.
Raporun o yönü ayrı bir değerlendirme konusudur. Ancak bu araştırmanın sonuç ve öneriler bölümünde yer alan, “Din Görevlilerinin İmajı” kısmı incelenirken şu sonuçlara ulaşıldığı görülmektedir: “Camiye gelen vatandaşlar, yabancı filmlerdeki din adamlarıyla kendi imamlarını kıyaslıyor, Türkiye’deki din adamlarının daha saygın olmasını istiyor, Bazı din görevlileri, “cemaat bizi namaz kıldırma memuru olarak görüyor.” Din görevlilerin, devlet memurları içinde en düşük maaş almaları nedeniyle ekonomik şartlarının elverişsiz olması ayrı bir sıkıntıya neden oluyor,Özlük haklarının yetersizliği,haftalık izin günleri, mesai gün ve saatlerin belirsizliği ile yıllık izin kullanmadaki zorluklar,mesleği daha da olumsuz etkiliyor, din devlet arasında yaşanan gerilimde ise, din görevlisi ciddi anlamda mağdur oluyor.”şeklinde bazı düşünce ve değerlendirmeler yer almaktadır.
Yaklaşık otuz yıldan beri bu teşkilâtın taşra ve merkez kuruluşunda çalışan biri olarak bende; din görevlilerimizin maruz kaldıkları bu tür değerlendirmelerden rahatsız olduklarını söyleyebilirim. Oysa ki, ülkenin her alanında ve kademesinde yapılan görevler ve hizmetler kutsaldır. Milletin birliğine, beraberliğine, eğitimine, kültürüne ve kalkınmasına yönelik atılan her adım bir değerdir. Mesleklerin ve bu alanda çalışanların birini diğerine tercih etmek yahut aşırı derecede övmek veya yermek doğru değildir.Aslında ülkenin kalkınmasında kamu ve özel sektör dahil bütün hizmet alanları, birbirini tamamlayan merdiven basamakları gibi, toplumu ileriye götüren ve yücelten dengeler olarak algılanmalıdır.
Unutmayalım ki hepimiz aynı geminin içindeyiz. Zira makamların, mesleklerin ve mevkilerin itibarı, sosyal statüleri, gücü, görüntüsü ve dinamikliği bizim için ortak paydalardır. Hal böyle olunca din görevliliğini veya din hizmetini sosyal hayatın dışında nasıl tutabiliriz?
Herhalde aklı selim sahibi hiç kimse bu sorumluluğu kolayca üzerine almak istemez. Bu vesile ile “Camiler ve Din Görevlileri Haftası”nın ülkemiz ve İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
NOT: Bu yazı ;“Camiler ve Din Görevlileri Haftası” dolayısıyla bilgilendirme amaçlı olarak Diyanet Aylık Dergisi 2007 sayısından alınmıştır.