Dünyasına/
Güvenme dünyasına/
Dünya benim diyenin/
Dün gittik dün yasına
İslam ne fertleri tamamen mal mülk edinmeden mahrum bırakmış ne de savurganlık anlamında büsbütün sorumsuzca harcamada bulunmasına göz yummuştur. Ne ifrat ne de tefrit, istikamet yolunu göstermiştir.
Mülk edinme fıtridir. Ve İslam mülk edinmeyi teşvik eder. Sadece mülk edinirken bazı kurallar koyar ve düzenlemeler yapar.
Belirlenmiş kurallar, insan fıtratına uygundur. Emek ön plana çıkarılır ve kabiliyetlerde şevklendirilip geliştirilir.
İslam üretimi, kazancı meşru olmaya bağlamış, meşru olmayan kazancı haram kabul etmiştir. Zira meşru olmayan kazanç bir nevi gasp ve hırsızlık şeklinde telakki edilmiştir. Yani başkasına ait olan bir hakkın yenilmesi ve hakka girilmesi şeklinde kabul edilmiştir.
“Kazandıran her yol meşrudur” mantığının karşısındadır. Helal dairedeki kazanç esastır. Yani sermaye bazen hırsızlık, dolandırıcılık veya faiz ve ihtikâr gibi yollardan da elde edilebilir ki bütün bu kazanç çeşitlerini İslam haram kılmıştır.
İçinde Allah ve kul hakkı bulunan hiçbir kazanç meşru kazanç değildir. Kazanç hele hiç değildir. Zira hem bu dünya adına hem de öteler adına bir kaybediştir.
Temel de başkasının hakkı olmayan bir kazanca sahip olma insanı mutlu kılar. Aksi ise mutsuzluğun ve bereketsizliğin sebebidir.
Hiçbir insan ülkesinin bir başka ülke veya ülkeler nezdinde küçük düşmesini istemez.
Dolayısıyla bu duygu kişiyi üretime sevk eder. Hususiyle temel ihtiyaçların karşılanması noktasında… Yani fert, milletinin selameti adına elinden geleni yapmaktadır, yapmalıdır. Bu ister üretim adına olsun isterse gerektiğinde elindekini milletin selameti adına verme şeklinde olsun… Bu anlayışa göre ferdin mutluluğu, toplumun topyekûn milletin mutlu olmasından geçmektedir.
İslam üretimi, üretmek için çalışmayı teşvik ederken, tembelliği ve miskinliği hoş görmemiştir. Zira çalışan toplum üretken olacaktır. Öyleyse “bir hırka bir lokma” mantığıyla İslam’ın çok kazanmanın karşısında olduğu vurgusu yapılmaktadır ki, bu yorum yanlıştır. Sadece bir kısım insanların tercihi olan bu durum İslam’ın teşvik ettiği bir durum gibi yansıtılmamalıdır. Bakıldığında İslam’ın en canlı şahitleri ve örnekleri olan başta Efendimiz olmak üzere, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Abdurrrahman b.Avf gibi daha birçok sahabe şimdilerde öne çıkan birçok zenginden daha zengin olmuşlardır ama kendi dünyalarında sadelerden sade ve incelerden ince bir hayat yaşamışlardır.
Hz. Osman için rivayet olunur ki, Tebük seferinde koca orduyu nerdeyse tek başına teçhiz etmiş ve Efendimizin dualarına mazhar olmuştur. Bu cümlelerden anlaşıldığı üzere İslam, çalışmayı emretmekte ve İslam’ın izzeti adına zengin olunmasını da murat buyurmaktadır.
İslam ekonomisin de üretim de tüketim de belli ölçüler sayesinde dengede tutulmuş, beşeri sistemlerde olduğu gibi ne fazla üretimi ne de fazla tüketimi desteklemiştir.
İslam, malın stok edilmesine karşı çıkmıştır. Zira stok edilen mal, piyasanın donuklaşmasına sebebiyet vermekte, bu ise, iş istihdamının azalmasına sebebiyet verdiği gibi toplumda birçok olumsuz sebebi doğurmaktadır. Fazlaca zekâtın verilmesine engel olunmuş olmakta ve fakirlerin kalkınması engellenmiş olmaktadır.
İhtikâr (malın stok edilmesi), malı atıl duruma düşürmektedir. İslam ise malın atıl duruma düşmesini yasaklamaktadır ve bununla alakalı bir takım kurallar koymaktadır. Mesela bir arazinin 3 yıl boyunca ekilmemesi durumunda, arazi sahibinden alınır ve işleyebilecek birisine verilmek suretiyle malın atıl halde kalması önlenmiş ve iç ekonomi canlanmış olmaktadır.
Dengeli kalkınma, içinde bulunulan ülkenin ekonomik realiteleriyle ilgilidir. Bu realiteler dikkate alınarak bir planlama yapılmalıdır.
Mesela üretim, içinde bulunulan memleketin temel ihtiyaçları gözetilerek yapılmalıdır. Diğer bir husus, elverişlilik ve uygunluğuna göre her yer işlenilmeli ve her yer değerlendirilmelidir. Ve böylece ekonomi canlandırılmalı, temel ihtiyaçların dışarıdan alınmamasına özen gösterilmelidir.
Memleketin ihtiyaçları ve kalkınması adına öncelikler belirlenmeli ama korunması gereken noktalardan da asla vazgeçilmemelidir. Mesela tamamen tarımsal bir yapıya sahip olma problem teşkil edeceği gibi, tamamen teknolojiye bağlı ekonomi oluşturma da problem oluşturacağı muhakkaktır. Dolayısıyla her hususta olduğu gibi denge esas olmalıdır. Yine köyden şehre göç, tarımsal alanda ülkede zarar oluşturacaksa göçe izin verilmemeli, gerekirse teşvikler yapılmalı veya tarımsal ekonomi teknolojik seviyeye çıkarılmalıdır.
Bir diğer hususta üretim ve tüketim dengesini koruma ve temel ihtiyaçları ülke içinde karşılayabilme önemlidir. Zira özellikle temel ihtiyaçlarını dışarıdan temin eden devletler her zaman dışa bağımlı olma zorunluluğunu yaşamıştır ki, bu ise kalkınma önünde en önemli problemlerden biridir.
Zekâtın verilmesi, girişimciyi üretime sevk eder ve elindeki sermayeyi yatırıma dönüştürmeye teşvik etmekle ekonominin canlanmasını ve buna paralel birçok hususta olumlu tesir oluşturur. Aksi takdirde atıl halde bekleyen para zekâtla her geçen gün eriyecektir ki sermaye sahibi de buna razı olmayacak elindeki sermayeyi yatırıma dönüştürecektir.
Zekât, toplum içerisinde fakir-zengin kaynaşmasını sağlayan en temel unsurdur. Fakirin zenginin malındaki göz hakkıdır denilebilir ki bu hak bizzat Kuran tarafından dile getirilmiş ve emredilmiştir. Sosyal infiallerin önlenmesi adına önemlidir. Her kesimin sermaye sahibi olması teşvik edilmiş oluyor ve yine İslam ekonomisi böylece canlanmış olmaktadır. Aslında bu, paranın el değiştirmesiyle yaşanan iç piyasa canlanmasıdır.