Ufuk İLVER
Geçen yazıda beşeri sistemlerin referans aldıkları veya kabul ettikleri düşüncelerden veya ideolojilerin yetersiz olduklarından ve insanlık için mutluluk getirmediklerinden, bilakis insanlığa tamamen acılar yaşattığından ve yine referans kaynağı olabilecek ölçülerin hangi şartlara haiz olması gerektiğinden bahsetmiştik. Bu şartlar içerisinde bir şeyin ölçü olabilmesi için vahiy eseri olması gerektiğine de vurgu yapmıştık.
Şimdi kısaca neden bir ölçünün vahiy eseri olması gerektiği üzerinde durmaya çalışalım. Aslında neden olduğunu bir önceki yazıda serdedilen şartlar kısmı açıklamaktadır. Evet, vahiy eseri demek, bir düşüncenin beşeri olmaması demektir. Yani insanların ortaya çıkardıkları düşünceler değildir. Bizatihi bütün insanları ve bütün bir varlığı yaratan Allah’a ait olma durumudur. Zira her akıl sahibi bilecek ve kabul edecektir ki, iyice düşünüldüğünde aslında insanın kendisine ait orijinal bir düşüncesi yoktur. Bu düşünceler başka düşüncelerin etkisi ve tesirinde kalınmış ve söylenmiş şeylerdir. Aslında insanın varlığı da, düşünce üretmesi de, düşünceleri peşi sıra serdetmesi de ve bu düşüncelerinin bir ilk kaynağı da Allah’tır ve Allah’ın bildirdikleridir. Hal böyleyken “Kişilerin kendi düşünceleri yok mudur?” denilebilir. Evet, vardır ama bu düşünce eylemini sağlayacak kelimelerin kaynağı vahiy menşelidir. Yani kişi O’nun bildirmesiyle bilebilir. O, bilmeyi öğretmeseydi bilemezdi. Aklı vermeseydi akıl yürütemeyecekti. Kelimeleri öğretmeseydi hem konuşamayacak hem de kelimeler üzerinden terkipler kuramayacak, öğrendiklerini düşünce potasında eritemeyecekti. Anlaşılması gereken o ki, her şeyimizle biz O’na medyunuz.
İşte Allah’ın kendisine alet nevinden vermiş olduğu aklı, meseleleri iyice anlaması ve kendisini fark etmesi ve kâinattaki hadiselerin bir elden çıktığını ve bu elin ne yüce kudrete sahip olduğunu keşfetmesi ve anlaması içindir. Hal böyleyken kişi, Yasin Suresinde anlatılan durumu sergilemektedir: “Kendi yaratılışını, bir damla pis sudan yaratılmış olduğunu unutarak, Allah’a kendince misaller getirerek, kendini adeta Allah’ın karşısına çıkarmakta ve kendi düşüncelerini Allah’ın ifadelerinin önüne geçirmektedir.”
İnsan, Tamamen varlığı, dünyaya gelişi ve kemale erişi bütünüyle O’nun dilemesiyle olduğu halde, azcık kendisini fark ettiği ve küçükte olsa bir güç elde ettiği an bütün varlık sebebini, varlığa erişini unutarak kendisini, kendini var edene karşı ortaya koymaktan çekinmemektedir. Bu ne acı bir durum ve ne acı bir çelişkidir. Bu yine başka bir ayette zikredilen duruma ne güzel bir misal teşkil etmektedir: “Allah’ı unutanlar gibi olmayın zira Allah’ta buna karşılık onlara kendilerini unutturdu”
İşte anlatılmak istenen yaşadığımız çağda nefisler ön plana çıkmış durumda, şartlarda bu durumu pompalamakta ve teşvikkâr olmaktadır. Her şeyin merkezinde Allah olması gerekirken O’nun yerini maalesef “Eneler” nefisler almıştır. Kişilerin kendi menfaatleri, çıkarları almıştır. Ve böylece birçok felsefi akımın yardımıyla da Allah hayattan çıkarılarak kendilerince öldürülmüş ve insan yüceltilmiştir. Hümanizm, Avrupa da insanların Allah’a karşı elde etmiş oldukları zafer olarak algılanmaktadır. Bak biz böyle kendi kendimizi yönetecek ve kendi kendimize yetecek durumdayız diyebilmenin unvanıdır. Tanrıya karşı açılan savaşın ve bunun karşısında insanın öz nefsinin yüceltildiği ve tanrılaştırıldığı dönemim ve sürecin adıdır. Şu an bütün dünyada etkin olan ve bütün dünyayı kasıp kavuran kapitalizm, bu düşüncenin ürünü ve semeresidir. Nihilizmle tanrının yok olması gerektiği, pragmatizmle insanlar için asıl olan kendi menfaati ve kazancı olduğu yıllarca dikte edildi. Ve aslında Tanrının hayatı zorlaştırdığı ima edildi ve bütün bu beşeri sistemlerin çıkış sebebi de Tanrıya alternatif bulma düşüncesiydi. İşte bu saçma düşüncelerle beslenerek batı düşüncesi bugüne geldi. Komünizm dini ve tanrıyı küçümsedi ve sosyal hayatın dışında olması gerektiğini vurguladı ve dinin insanlar için bir afyon görevi üstlendiğini savundu. Reçete değil de uyuşturucu niteliği taşıdığı vurgusu yapıldı. İnsanlık hiç bu kadar kendi öz değerlerinden uzaklaşmamıştı. Kendisini ve menfaatlerini yüceltirken tanrıyı toplumun dışına atarak pasifize etmeyi istedi ve kısmen de başarıldı. İşte bu duruma, bu sürecin devamı olarak gelindi. Dolayısıyla bu süreçten beklenen, beklendiği gibi geçmişte olduğu gibi acılar, kavgalar ve savaşlar oldu. Nefsin öne çıkması nefislerin savaşı demekti. Menfaatlerin ön plana çıkması menfaatlerin savaşı demekti ki öyle oldu. İnsanlar menfaatlerini, kendilerini yüceltme ve nefsin hâkimiyetini kurma adına savaşmaya başladı. Günümüzdeki bütün savaşların sebebi bu düşüncedir. Yani Allah’ın yerine nefsin hâkimiyet kurma düşüncesidir. İnsanların menfaatleri adına çok şeyleri elde etme hırsının neticesidir. Hırs öyle insanları bürüdü ki hiçbir şeyle yetinmez oldular. Artık gözler kendileri dışındaydı ve kendisi dışındakileri de kendi hakları olarak düşünmeye başladılar. Ve böylece gücü nispetinde etrafa korku ve kan salmaya başladılar.
İşte gelinen bu noktada, beşeri sistemlerin insanlığa huzur ve mutluluk vaat edecekleri düşüncesi, kocaman bir yalan ve safsatadır. Bunun karşısında İslam’ın öngördüğü prensipler ve kurallar her zaman saadetin ve huzurun kaynağı ve vesilesi olduğu da aşikârdır. Yalnız bu durum, kişilerin bu prensiplere bağlı kalmalarına ve kendilerini ölçü kabul etmemeleri şartına bağlıdır.