V.Korhan KORAL
Atatürk’ün bu tutum ve sözleri, dünya görüşü hakkında iki önemli ipucu verir. Birincisi, dünya hayatına körü körüne bağlı olmamak, idealleri uğruna ölmeyi göze alabilecek derecede hayatı ikinci planda görmektir. Görünürdeki maddi unsurlardan oluşan ve dolayısıyla sıradan bir zihin için bu maddi unsurların önem kazandığı hayat, bazı seçkin idraklerde hiç de öyle değildir. Böyle bir idrak sahibi rahatlıkla “Gerçekleri bilen, kalp ve vicdanında manevi kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur.”(2) veya “Mal ve para bana ağırlık veriyor. Bunları soylu ulusuma geri vermekle büyük rahatlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar? İnsan, zenginliği kendi manevi kişiliğinde aramalıdır.”(3) diyebilir. Aslında kendi varlıklarının önemsizliğini içten içe kavramış olan bu insanlar, bu önemsiz varlıklarından doğan hayatlarına bir anlam yüklemek için ideal veya imana sarılırlar. İster Atatürk gibi daha ölçülebilir ve dünya hayatında pratik faydaları görülebilir ideallere, ister daha metafizik anlamda gizil bir faydaya yönelik imana sarılsınlar, bu insanlar, sıradan maddi aleme tutsaklığı aşmış, farkında olarak ya da olmayarak belkide her an manevi alemle irtibatta olan bir idrakin sahipleridir: “Bütün varlığını kendi şahsında gören adamlar bedbahtırlar. Belli ki o adam fert sıfatıyla mahvolacaktır. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun mesut olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Hayatta tam zevk ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı ve saadeti için çalışmakta bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken ‘benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi’ diye düşünmemelidir. Hatta en mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce gizli kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır.”(4)
Yazının başında verdiğimiz anekdottan elde edebileceğimiz ikinci ipucu ise, birincisini incelerken değindiğimiz gibi, Atatürk’ün dünya hayatıyla özdeşleştirebileceğimiz maddi alemin derunundaki bir manevi aleme olan inancıdır. Öyle ki, savaş kazandıracak gücün temelinde bile, silah gibi maddi unsurları değil, bu manevi âleme olan sarsılmaz imanı görür. O nedenle “İnsanların mücadelelerinde en kuvvetli istihkam (barikat), iman dolu göğüsleridir.”(5) demiştir. Elbette yaşadığı birçok savaşta, bu imanın en yakından tanığı olmuş, hatta bu gücü bizzat kendi içinde de yaşamıştır. Ve yine o yüzden, aslında kendini de dâhil ederek, “esir gibi yaşamaktansa Karadeniz’de batmayı tercih ederim” dediği gibi, “ya istiklal ya ölüm” de der: “Biz kişisel kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bomba sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafeniz sekiz metre, yani ölüm kaçınılmaz. Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulmamacasına tamamen şehit oluyor, ikinci siperdekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar özenilecek büyük bir sükûnet ve inançla, biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir korku bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şaşılacak ve övülecek bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”(6)
Kaynaklar:
(1) Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, s. 54-58
(2) http://www.kho.edu.tr/atasayfa/buynutuk/bolum13/ index29.htm
(3) http://www.meb.gov.tr/ belirligunler/ 10kasim/ anasayfa.htm
(4) Seyfettin Turhan, Atatürk’te Konular Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları,1995, s.184
(5) Cemal Kutay, Ne Buldu, Ne Bıraktı,Yaşar Eğtm ve Kltr Vkf, İzmir, s.175
(6) Atatürk’ten Seçme Sözler, Derleyen: Cihat İmer, Remzi Kt, 1989, s. 136