Doç. Dr. Ahmet Ögke
Yüzüncü Yıl Üniv. İlâhiyat Fak
Gönlün varsa eğer, yürü, gönül sâhibi bir dost ara!”
Gönül Farsça dil, derûn; Arapça kalb, hâtır; Türkçe yürek kelimeleriyle ifâde edilmeye çalışılan gönül, Türk Tasavvuf edebiyâtının ürünü olan eserler incelendiğinde, salt dînî literatürdeki kalb vb. kavramlarla bire bir eş anlamlı olarak kullanılmadığı açığa çıkmaktadır.
Türk Tasavvuf Edebiyâtında gönül, bizzat “tasavvuf”u, gönül ehli “sûfîler”i ve gönül sâhibi de “velîler”i ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Dînî ve tasavvufî bağlamda bilgi,duygu, düşünce ve ilhâmın kaynağı ve aracı olan gönül, insanları birbirinden ayıran en temel özelliktir. Akıl, insanı başka varlıklardan ayırırken; gönül ise ilâhî varlık karşısında insanların derecelerini belirleyen yegâne unsurdur. Yüce Allah’ın teşrîî (dîne âit) ve tekvînî (var oluşa ve yaratılışa âit) âyetlerinin (işâretlerinin) en iyi biçimde anlaşılıp kavrandığı yer, gönüldür.
Bu kısa tariften sonra, Hz. Mevlânâ’nın gönle yüklediği engin anlam yelpâzesinden birkaç örnek sunmaya çalışacağız. Gönül Sâhibi Bir Dost Aramak“Şehir ve köye sâhip olan, cisimlerin (toprakların) pâdişâhıdır; gönül sâhibi ise gönüllerin sultânıdır” der, Mevlânâ. Onlar, herkesin gönüllerine hâkimdirler. Gönül sâhibi, gönül güzelliğine sâhip olandır. Gönül güzelliği bâkîdir; gönül sâhibi de gönül güzelliği arayanlara, onu ölümsüzlük suyu (âbı hayat) gibi sunmakta olan bir sâkîdir.
Onun nefesi, bereketin habercisi Nisan yağmurlarını getiren bahar yeli gibidir.Canda ve gönülde, bu nefes yüzünden yüzlerce güzellikler biter. Onların nefesleri, tâlihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesiri yapar.
Hz. Mevlânâ der ki: “Erler sohbeti, seni de erlerden eder. Katı bir taş ve mermer bile olsan, gönül sâhibine erişirsen cevher olursun.” Mevlânâ’ya göre “gönlü aydın bir ere kul olmak, pâdişahların başına taç olmaktan daha iyidir.” Çünkü onlar, Allah’a vuslatı gerçekleştirmiş erenlerdir; dolayısıyla Allah’ın emir ve sakındırmalarındaki hikmetler, gerçek anlamıyla ancak onlardan öğrenilebilir: “Tanrı emrini, Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren!Her gönül, Tanrı emrini anlayamaz.” İşte gönül sâhibi olanların gönül mescidlerinde sadece Allah vardır; başka bir şey yoktur. Allah yolunun, Allah durağının bilgisini, ancak gönül sâhibi, yâhut da gönül sâhibinin gönlü bilir. Gönül sâhibi, gönle vâsıtasız, doğrudan bakan bir hekime benzer; nabız atışı, beniz solukluğu gibi belirtilere ihtiyâcı yoktur onun. Zira ona ululuk nûrunun ışığı ilham vermektedir. Bu sebeple gönül sâhibi, kaskatı gönülleri, elinde bir mum gibi yumuşatıverir; gönülden geçenlere bakarak da kâh “şu ayıp”, kâh “bu iyidir” damgasını vurur durur. Mumundaki mühür, bir yüzüğe alâmettir, onu hatırlatır; ya asıl o yüzükteki nakış kimin alâmetidir, kimi hatırlatmaktadır? Hakîkî dostu, dostlar dostunu..
Onun içindir ki, gönül sâhiplerinin huzûrunda gönülleri korumak lâzımdır. Çünkü gönül ehlinin yanında edeb, bâtınî bir iştir, gönle âittir. Zira onlar, gönüllerden geçen gizli şeyleri bilip anlar. Yâni âlimin yanında dilini, ârifin yanında gönlünü tutacaksın..Gönül sâhibi, hakîkat ve mârifet parıltılarına alışıktır;kesintisiz ve aracısız bağlantısı vardır.
Gerçekte o, âlemin gönlüdür. Çünkü ten/beden gibi olan bu âleme feyz, bu gönül vâsıtasıyla gelir. Gönül olmasa ten; konuşmayı, düşünmeyi ve araştırmayı ne bilir?
Gönül sâhibi, altı yüzlü bir aynadır. Tanrı, altı cihette de o aynadan nazar eder durur. Altı yönde bulunan, bu cihetlerden kurtulamayan, dünyâya batmış kişiye Allah, o gönül sâhibi vâsıta olmadıkça nazar etmez. Göz Nûru – Gönül Nûru / Göz Aydınlığı – Gönül Aydınlığı : Hakîkati ve Dostu Gösterir Hz. Mevlânâ, “Bir gönülde gönül nûru olmadı mı, o gönül, gönül değildir” der.
Göz; görünür dünyâdaki cisimleri ve onların renklerini,ancak güneşin, ayın ya da yıldızların ışığı sâyesinde görebilir; gözün nûru onlardan gelir, göz aydınlığı onlarla gerçekleşir. Fakat görünmeyen iç âlemdeki renkleri ise, ancak ilâhî nurların yansımasıyla, gönül gözü açık/aydınlık olanlar görebilirler.Gönül gözleri açık olanların baş gözleri de ona benzer bir aydınlığa kavuşur. Zira göz nûru, gönüllerin nûrundan meydana gelir.
Gönül nûrunun nûru da akıl ve duyu (his) nûrundan çok farklı ilâhî bir nurdur. Nur (ışık/aydınlık) yoksa, gözler kör (göremez) olur. Işığa dayanamayan zavallı bu tür gözlerle çâresiz gönüllerin, güneşin nûruna da, güneşe de dayanacak güçleri yoktur. Bu çeşit gözler ve böyle gönüller, yarasaya benzerler. Yarasa güneşin ışığına ve ısısına tahammül edemez. Ama bir de kişinin bizzat gönlü, ışık yakmayı, şûlelenmeyi öğrenirse (çevresindekileri aydınlatma yeteneğini kazanmış gönül gözü açık biri olursa), o kişiyi artık güneş bile yakamaz.
GÖNÜL GÖZÜ
Sadece Dostu Görür Gönül, insan vücûdundaki diğer duyu organlarını, hep kendi istediği yöne doğru yönlendirir: Onu aşağıların aşağısına da düşürebilir; yücelerin yücesine de tırmandırabilir.Ancak gönül gözü açık olanlar, sadece yücelere, ötelerin ötesine, metafizik âlemlere,dostlar dostuna yükselirler. “Kim can/gönül gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür. Canı/gönlü, halkın tevâtürüyle kanaat etmez; inancı, gönül gözünden kaynaklanır.” İçi nefsânî istek ve heveslerle dolu kişinin gönül gözünde ise kıl bitmiş demektir, diyor Mevlânâ. Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan, hevâ ve heves ateşinden ve dumanından arındırmayan kimse, dostu görebilmek şöyle dursun, onun köşkünü, izini bile göremez. Ancak bunlardan yüz çeviren kimsenin gönül gözü açılır ve her nereye dönerse dönsün, artık dostun yüzünden başka bir şey görmez olur.
Gönül gözü kör olanlara, Hz. Mevlânâ’nın bir çift sözü vardır: “Dünyâya ve dünyâlıklara gönül vermeleri sebebiyle, dünyâ ehlinin gönül gözleri kördür; onlar, balçıkla bulanmış su içerler. Mâdem ki gizli bir âlemde ölümsüzlük suyun (âbı hayat) yok, öyleyse kara ve tuzlu suyu ver, kötülüğü al, bu âlemde!”
GÖNÜL DİLİ DOSTLA SÖYLEŞTİRİR.
Mevlânâ’ya göre, aynı dili konuşmak, yakınlık ve bağlılık göstergesidir. İnsan, dilini bilmediği kimselerle bir arada kalırsa, yabancılık hisseder, kendini hapse düşmüş bir tutsak gibi görür. Fakat dostluk, sadece aynı dili konuşmakla elde edilecek bir şey değildir. Yeryüzünde birbirlerinin dillerini bilmeyen nice insanlar vardır ki, birbirlerine dostturlar ve birbirlerini çok iyi anlarlar, anlaşırlar. Aynı dili konuşan, aynı memlekette yaşayan nice insanlar da vardırki, birbirlerine yabancı gibidirler, geçinemezler, anlaşamazlar. Öyleyse, der Mevlânâ, mahremlik (tanışıklık/dostluk) dili bambaşka bir dildir ve gönül birliği, dil birliğinden daha iyidir. Çünkü gönülden sözsüz, işâretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder.
GÖNÜL AYNASI : DOST ORADA GÖRÜNÜR.
Kalplerini zikirle ve fikirle cilâlayıp parlatanlar, Cenâbı Hakk’ın tecellîlerini yansıtan hârika bir gönül aynasına sâhip olurlar. Gönül aynasının bir cilâsı da sabırdır. Câhillerin eziyetlerine sabretmek, ehil olanların gönüllerine cilâdır. Herkes gönül aynasının temizliği, cilâsı ve parlaklığı oranında görünmeyeni görür. Kim gönlünü daha fazla cilâlarsa, daha fazla görür; ona daha çok sûretler görünür. Fânî ve dünyevî sûretlerden/resimlerden geçip gönlünü arıtan kişi, gaybî görüntülere ayna olur. Gönül aynası pırıl pırıl ve saf olmalıdır ki, orada çirkin surat, güzel surattan ayırt edilebilsin.
Der ki Mevlânâ: “Gönül aynası saf ve pak bir hâle gelince; sudan, topraktan başka sûretler görürsün: Nakşı (süsü) da müşâhede edersin, Nakkâşı (süsleyeni) da; devlet yaygısını da, onu döşeyeni de.
Hz. Mevlânâ, nefsin her türlü çirkin ve kötü huylarından gönlü temizleyerek pırıl pırıl bir ayna gibi parlatmayı, Mesnevî’sinde, Çinli ressamlarla Rum (yâni Anadolulu) ressamların ressamlıkta iddiâya tutuşmaları hikâyesiyle çok güzel bir şekilde anlatır: Devrin hükümdârı, “hangisi daha üstün?” diye, bu iki ressam grubunu yarıştırmaya karar verir. Büyük bir salonun duvar süslemeleri yapılacaktır. Dikdörtgen bir salon, bir paravanla/perdeyle tam ortasından ikiye bölünür. Böylece birbirlerini etkileme ve kopya önlenmiş olacaktır. Çinli ressamlar, gerçekten çok mâhirdirler; görevlilerden istedikleri rengârenk boyaları kullanarak kendi duvarlarını hârika süslemelerle donatırlar. Anadolulu ressamlar ise, kendi duvarlarını iyice temizleyip, pürüzsüz bir hâle getirerek parlatmak ve cilâlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Öyle ki, yeryüzünün en parlak aynalarından daha parlak olmuştur, duvarları. Verilen süre dolunca, hükümdar ve jüri üyeleri, Çinli ressamların süslemeleri karşısında hayran kalırlar. Anadolulu ressamlar ise, aradaki paravanın/perdenin kaldırılmasını isterler. Ortaya çıkan manzara müthiştir: Çinlilerin yaptıkları hârikulâde güzellikteki resimler, daha parlak bir şekilde onların duvarlarına yansımaktadır. Üstelik resimler, bu yansıma sırasında daha bir derinlik, parıltı ve esrârengizlik kazanmıştır. Kazanan, Anadolulu ressamlardır. Hikâyeyi bu şekilde anlatan Mevlânâ, asıl söyleyeceğini sona saklamıştır: “İki yüz çeşit renge boyanmaktansa, renksizlik daha iyidir. Ey oğul, Anadolulu ressamlar, gönüllerini adamakıllı cilâlayan, her türlü nefsânî istekten, hırstan, cimrilikten, kinden ve dünyevî kaygıdan gönüllerini arındıran sûfîlerdir.
Gönül aynalarını cilâlayıp parlatanlar, ilâhî güzellikleri ve mânevî nimetleri, kolaylıkla ve zahmetsizce görüp elde edebilir hâle gelirler.”
GÖNÜL KAPISI / PENCERESİ : DOSTA AÇILIR
Âriflerin gönülleri, Hakk’a açılan kapılar ve pencerelerdir. Ârif olmayanlara gönül,belki bir duvardır; ama âriflere kapı/penceredir; onlara taştır, ama âriflere inci. Onların ancak aynada görebildiği şeyleri, ârif olan kerpiç duvarda görür. Çünkü bu âlem henüz yokken, âriflerin canları, kerem denizinde yüzmekteydi. Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler; ekmeden önce ne meyveler devşirdiler!
Hak ile bâtılın birbirinden ayırt edilmesine yarayan aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencerelerden sızan ışıklarla parıldar. “Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkaktır” der Mevlânâ.
Zira iki gönül, iki ten/beden gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz. İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir; ama ışıkları katışmış, birleşmiştir. Bir gönülden sevgi şimşeği çaktı mı, bil ki, o gönülde de sevgi vardır. Gönlünde Allah sevgisi arttı mı, şüphe yok ki, Allah seni seviyor, demektir. (III/359) Yâni gönül pencereni dosta açmayı başarmışsın, demektir
Öyleyse, “hadi, Yûsuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak!Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemâli ile aydınlanır. Şu halde dâimâ sevgilinin yüzüne bak!
Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak!”
GÖNÜL DEFTERİ : DOSTUN TAKDÎRİNİ BEKLEYEN TERTEMİZ BİR LEVHA
Hz. Mevlânâ’ya göre, her sûfînin bir defteri vardır. Fakat sûfînin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama defteri gibi değildir. O, ancak kar gibi bembeyaz ve tertemiz bir gönüldür. Onda dostun yazdıklarından başka hiçbir şey yoktur; o, ona teslimdir.Hakkında ne yazacaksa, râzıdır. O defterde, dostun dışındakilerin (mâsivâ) çiziklerinden / nakış ve süslemelerden / resimlerden / karalamalardan eser yoktur; o, onların hepsini silip atmıştır, çoktan.Gönül defterinin yaprakları, akıl cilâsıyla arındırılıp temizlenir.
Mevlânâ der ki: “Beyaz bir kâğıda yazı yazarsan, o yazı, kâğıda bakar bakmaz okunur. Yazılı kâğıda bir yazı daha yazarsan, okunur; ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir. Çünkü o karalanmış kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı, her iki yazı da körleşir, hiçbir mânâsı kalmaz.” O halde mâsivâ kaleminin yazıp Öyleyse, “hadi, Yûsuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak!Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemâli ile aydınlanır. Şu halde dâimâ sevgilinin yüzüne bak! Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak!”
Hz. Mevlânâ’ya göre, her sûfînin bir defteri vardır. Fakat sûfînin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama defteri gibi değildir. O, ancak kar gibi bembeyaz ve tertemiz bir gönüldür. Onda dostun yazdıklarından başka hiçbir şey yoktur; o, ona teslimdir.Hakkında ne yazacaksa, râzıdır. O defterde, dostun dışındakilerin (mâsivâ) çiziklerinden / nakış ve süslemelerden / resimlerden / karalamalardan eser yoktur; o, onların hepsini silip atmıştır, çoktan. Gönül defterinin yaprakları, akıl cilâsıyla arındırılıp temizlenir. Mevlânâ der ki: “Beyaz bir kâğıda yazı yazarsan, o yazı, kâğıda bakar bakmaz okunur. Yazılı kâğıda bir yazı daha yazarsan, okunur; ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir. Çünkü o karalanmış kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı, her iki yazı da körleşir, hiçbir mânâsı kalmaz.”
O halde mâsivâ kaleminin yazıp kısası; gönül tahtın, gönülleri elinde tutan hakîkî dostun karargâhı olsun, ve’sselâm!...
NOT: Bu yazı Diyanet aylık Dergisinin 2007 aralık ayı Mevlana Özel ekinden alınmıştır.