Dr. Ömer Yılmaz /
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı
Her bilim dalı insanı farklı yönlerden bakarak değerlendirir. Dinler ise, onun daha çok manevî boyutuna dikkat çeker. Şüphesiz bütün dinler, bâhusus İslâm, onun fizikî ve maddî boyutunu ihmal etmiş değildir. Nitekim Kur’an, yeri geldikçe, insanın toprak, su, çamurdan yaratıldığına atıf yapmaktadır. (Hicr, 26; Meryem, 20; Mü'minun, 12; Furkan, 54; Fatır, 11; Sad, 71)
İslâm’da insanın en önemli varlık olduğu Allah’ın(cc) kelâmından anlaşılır.
Bu bağlamda Kur’an, tarihini insanla başlatmaktadır. Zira ilk inen âyetler, gerek muhatap, gerekse konusu itibariyle hep insandan bahsetmektedir. (Alak, 15) O halde Cenâbı Hakkın kendine muhatap olarak gördüğü varlıkların başında, “ahseni takvim” (Tîn, 4) üzere yarattığı ve “eşrefi mahlûk” (İsrâ, 70) diye nitelendirdiği insan gelmektedir. Belki de insan bu özelliğinden dolayı dağların taşların kaldıramadığı “emanet” yükünü üzerine almış ve sorumluluk sahibi olmuştur. (Ahzâb, 7273; Haşr, 21)
Allah(cc) insanı “başıboş” (Kıyâme, 36) ve “boşuna” yaratmamış (Mü’minûn, 115), sorumluluğunun tabii sonucu olarak onu yeryüzünün “halife”si kılmıştır.(En’am, 165; Bakara, 30; Sâd, 26; A’râf, 69, 74; Neml, 62)Kendi elleriyle yarattığı (Sâd, 75) insanı belli bir merhaleden sonra “ilâhî nefha” (Hicr, 29;Sâd, 72) ile de şereflendirmiştir. O halde her şeyden önce madem ki Kur'an insanı, beden kalıbı içinde “ilâhî nefha” ile şereflendirilmiş bir varlık olarak nitelemekte, öyleyse o, sadece bu özelliğiyle bile muhterem sayılmaya kâfi gelmelidir.
Yine Allah(cc) tarafından tabiatta bulunan her şey böylesine önemli bir varlık olan insanın emrine âmâde kılınmış (Lokman, 20;Nahl, 12) ve onun hizmetine sunulmuştur. (Hac, 36, 37, 65; Câsiye, 12; İbrahim, 3233; Lokmân, 20) şeytanın cennetten kovulması da, Allah’ın(cc) Âdem’e (insan) “secde et” (saygı anlamında) emrine (A'râf, 1113) karşı gelmesi nedeniyle olmuş ve bir anlamda şeytan, insana saygısızlık ettiği için cezalandırılmıştır. Bütün bunlara mukabil insan da bu nimetlerin tabiî sonucu olarak, ibadet ve itaatini Allah’a(cc) hasredecek, böylece O’nun katında değer bularak, (Furkân, 77)yaratılış gayesine uygun davranacaktır. (Zâriyat, 16, 56; Hicr, 99)
İnsanla ilgili anlatılan bütün bu müspet taraflar yanında kitabımız Kur’an, aynı zamanda onun aç gözlü, zayıf, aciz, aceleci, zalim, cahil, nankör, gözü doymaz gibi zaaflarla yüklü olduğunu (Meâric, 1921; Fecr, 16, 20; Nisa, 28; Nahl, 4; Ahzâb,72), kendini yaratandan müstağni görünce de sapıttığını belirtmektedir. (Alak, 6, 7)
Bir de buna ilaveten insan, sehv ve nisyan ile malul görüldüğünden günah işleyebilir kapasitede yaratılmıştır. Nitekim ilk insan Hz. Âdem’in cennette yasak meyve yiyip, dünyaya inişi (hubût) de bunun açık bir delilidir.
İşte böylesine artı ve eksilerle donatılmış olan bu varlık, genelde tüm İslâm âlimlerinin, özelde ise muhaddis ve mutasavvıfların, ilim ve gönül erbâbının mesâisini teşkil etmiştir.
Bu âlimler insanı bozacak, aslî gayesinden uzaklaştıracak, onu dejenere edecek tüm tehlikelere karşı eğitme eğilimi ve gayreti içinde bulunmuşlardır. Öyleyse bu hâliyle insan, tek boyutlu değerlendirilmemeli, onun maddî ve manevî, beden ve ruhtan müteşekkil muhterem bir varlık olduğu gerçeği hep göz önünde tutulmalıdır.
Zira insanı sadece maddeyle sınırlandıran ve dünyevîleştiren zihniyetin, bir zaman sonra onu kimyevî elementlerden müteşekkil bir varlık hâline indirgediğini ve insânî hasletlerini dumura uğrattığını, sadece mânâ ile sınırlandıranların ise, kişinin izzetine yaraşır müreffeh bir hayatı ona takdim edemediğini görüyoruz.
Halbuki insanın topraktan yaratılması hasebiyle süflî (âdî), kendisine belli bir aşamadan sonra ilâhî ruh üfürülmesiyle ulvî (yüce) nitelikler taşıması, onun hem imâra hem de irfâna muhtaç olduğunu göstermektedir.
Nitekim pek çok sûfî gibi, “Her insanı büyük bir âlem gören” Mevlânâ (ö.1273)’da bu durumu net bir şekilde: “İnsan düşünceden ibarettir. Geri kalan et ve sinirdir.” demek suretiyle betimlemektedir. (Mevlânâ, Fîh i Mâfîh, çev. M. Ülker Tarıkâhya, MEB Yayınları, İstanbul1954, s. 13)
Mevlânâ’nın “ahseni takvîm” ayetinden mülhem ürettiği fikir manzumesinde şu görüşlere değindiğini görüyoruz: “Ve’ttîn suresindeki, ‘Biz insanı en güzel şekilde yarattık’ ayetini oku! Ey dost! en değerli inci candır. En güzel sûrette olan insan, hem arşın hem de düşüncenin üstündedir. Bu paha biçilmez şeyin değerini söyleyecek olursam ben de yanarım,duyan da yanar.” (Mesnevî, c. VI, 1005 vd.)
Milletimizin dilinde âdeta slogan hâline getirilen, “insana hizmeti Hakk’a hizmet” kabul eden bir anlayışın sahibi olan Mevlânâ, “sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır.” (Mesnevî, c. V, 3577) diyerek; “Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık! Her şey sensin. Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.” (Mevlânâ, Rubâiler, ter. N. Gençosman, MEB. Yayınları, İstanbul 1986, No: 1382) ifadesine yer vermektedir.
O yüzden başta Mevlânâ Celâleddin-er-Rûmî olmak üzere bizim kültürümüzün gönül erlerinde, “insan” denilen varlığın ayrı bir önemi bulunmaktadır.
Mevlânâ’nın literatüründe“insan”, hangi dil, din, ırk ve mezhepten olursa olsun, daima baş üstündedir. Çünkü peygamberlerin birbirini kardeşi sayması, (Peygamberimiz : “Ben Meryem oğlu İsa’ya insanların en yakınıyım. Bununla beraber peygamberler anaları ayrı, babaları bir evlâtlardır.” (bkz .Tecridi Sarih, IX/ 179, H. No: 1402) gerçeğinden hareketle, doğal olarak onların ümmetleri de birbirlerinin kuzenidir.
Ona göre her şeyin özü insandır.
Nitekim, “İnsan bir cevherdir, gökyüzü ise ona arazdır. Her şey parçadır, basamaktır. Maksatsa insandır.” (Bk. Mesnevî, çev. V. İzbudak, MEB. Yayınları, İstanbul 1990, c. V, 3575) ifadesi bunu çağrıştırmaktadır. Yine “Mevlânâ’nın cenazesine muhtelif dinlerin temsilcileri başta olmak üzere, çok sayıda Müslim ve gayrimüslim’in katılması, ölümüne ağlaması ve bugün bile onun farklı dinve etnik kökenden sempatizanlarının bulunması, onun hakîkatin süjesi olan insana verdiği değeri göstermektedir.” (Osman Cilacı, “Mevlânâ'nın Gayrı Müslimlerle Münasebetlerine Dair Bir İnceleme”, (Din Öğretimi Dergisi), Ankara 1989, s. 30)
O halde Mevlânâ'yı tüm dünyada tanınır bir dost hâline getiren ruh, onun sahip olduğu insan sevgisi, hoşgörüsü ve samimiyetinde yatmaktadır. İnsan sevgisi ile yoğrulan Mevlânâ Celâleddîn-er-Rûmî, “Bütün insanlarda aynı ruh var, fakat bedenler, tenler yüz binlercedir. Dünyada sayısız badem var ama hepsinde aynı yağ bulunur. Dünyada çeşitli diller, çeşitli lügatlar var, fakat hepsinin anlamı bir. Çeşitli kaplara konan sular, kaplar kırılınca birleşir ve bir su hâlinde akar.” (Mevlânâ, Divanı Kebir, VI / RubaiNo: 3020) demekle, insan olgusundan hareketle bütün insanları kavgaya değil, dostluğa; düşmanlığa değil, kardeşliğe; uzaklaşmaya değil, diyaloğa; nefrete değil, sevgiye; yarışmaya değil, yardımlaşmaya davet etmektedir.
Peki Mevlânâ bu denli bir insan sevgisini nereden almaktadır? Bir başka ifadeyle, ondaki insan sevgisinin oluşumu neye bağlıdır?
Hiç şüphesiz bunun cevabı önce Kur’an, sonra Hz. Peygamberdir. Nitekim gerek onun, “Canım bedende oldukça ben Kur’anın kölesiyim. Muhammed Mustafa(sav) yolunun toprağıyım.” rubâisi, (Mevlânâ, Rubailer, çev. A. Gölpınarlı, İstanbul 1964, s. 152), gerekse, “Pergel gibiyim. Bir ayağım İslâm’da sağlamca durduğu halde, diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum” (B. Fürüzanfer, Mevlânâ Celaleddin, çev. F. N. Uzluk, (MEB Yayınları)Ankara 1997, s. 16) beyti hem İslâm’a olan bağlılığını, hem de Allah’ın kulları olması hasebiyle tüm insanlığa olan sevgisini dile getirmektedir. Zira Mevlânâ her şeyden öncebir İslâm düşünürüdür. Onun insan sevgisini başka düşünce akımları içinde aramak çok yanlıştır.
Nitekim bir yazar bu durumu;“Mevlânâ’yı anlamak için geniş anlamda İslâm’ı, özel olarak da Kur’anı anlamak gerekir. Bunun iki temel sebebi vardır: Birincisi Mevlânâ, kültür zemini ve bilgi mirası tamamen Kur’an ve İslâm olan bir mistik düşünürdür. İkincisi, Mevlânâ imanı, aşkı ve cezbesi bakımından bir Muhammedîdir.” (Y. Nuri Öztürk, Mevlânâ ve İnsan, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1993, s. 64) diyerek doğrulamaktadır.
Bir diğer yazar da, “Mevlânâ; İslâm'a ‘sevgi’ boyutunu katan bir mürşit değil, esasen sevgi dini olan İslâm'ın bu boyutunu, sevgiyi, bilmekle kalmayıp yoğun bir şekilde yaşayan, insanlığı da bu kaynağa çağıran bir mürşittir.” (Hüseyin Hâtemi, Y. Şafak, 10. 5. 2007) şeklinde izah etmektedir.
İşte Kur’an ve ondan neşet eden sûfî gelenek merkezli böylesine bir insan anlayışına sahip olan Mevlânâ, bugün bile Avrupa ve ABD gibi dünyanın gelişmiş ülkelerinde sevilen ve sayılan en etkin kişilerden biridir. Bu insanların İslâm’a her geçen gün daha fazla rağbet göstermesinde ve hattâ Müslüman olmalarında onun gibi gönül sultanlarımızın rolü oldukça büyüktür. Keza bu durumu, tanınmış edebiyatçılarımızdan A. Nihat Tarlan, (ö. 1978),“Garbın Mevlânâ’yı hakikaten anlamaya çalıştığını, buna ihtiyaç hissettiğini, ona yaklaşanların da hidayete erdiğini” (Tarlan, Şerhi Mesnevî Tahirü’lMevlevî, Tebrik Yazısından) söylemek sûretiyle doğrulamaktadır.
“İslâm’ın gülen yüzleri” olarak nitelendirilen bu ekol temsilcilerinin insan algılamasına daha fazla ihtiyaç duyulduğu bir zamanda yaşıyoruz. Nitekim mistik geleneğin dinlerin tarihsel tecrübe içinde kazanmış oldukları katılıkları yumuşattığı, onların mesajlarını toplumun bütün katmanlarına taşıyan zengin kültür, evrensel birçok projeye veri sunabilecek nitelikte olduğunu belirten Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da, “Niyet ve düşüncede ‘incitmeme ve incinmeme’ anlayışına dayanan, pratikte ise ‘yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi’ prensip hâline getiren bu anlayış insanlık için sevgi dolu bir hayat kaynağıdır. Muhyiddin İbnü’l Arabî (ö. 1240), Hakîm Tirmizî (ö. 932), İmâmı Rabbânî (ö. 1624), Ahmet Yesevî (ö. 1194), Mevlânâ (ö. 1273), Yunus Emre (ö. 1321), Hacı Bektâşı Velî (ö. 1271ş) vb.şahsiyetlerden hoşgörü ve birlikte yaşama kültürü açısından öğreneceğimiz çok şey var”demektedir. (Ali Bardakoğlu, 28 Nisan 01 Mayıs 2004 tarihleri arasında Kahire'de düzenlenen 16. Uluslararası “İslâm Medeniyetinde Hoşgörü” Konferansı Konuşma Metni)
Zamanın Kültür Bakanı tarafından yapılan şu açıklama ise önemli bir tespitin altını çizmektedir: “İnsanlık düşüncesinin mimarı ve gönüller sultanı Mevlânâ, XIII. yüzyıldan günümüze uzanan ve insanlık durdukça yaşayacak olan bir düşünce birikiminin ve sevgi pınarının örnek temsilcisidir. Mevlânâ’yı okumak ve anlamak, insanoğluna özlediği sevgi, saygı,barış ve hoşgörü kapılarını ardına kadar açacaktır.” (Bildiriler, Mevlânâ Bilgi şöleni, TC Kültür Bakanlığı, Ankara 2000)
Sözümüzü tüm insanlığı kucaklayacak evrensel mesaj sahibi Mevlânâ’nın örnek alınması gerektiğini belirten Irene Melikof’un şu cümleleriyle noktalayalım: “Mevlânâ’nın eserlerini dünya milletleri kendi dillerine çevirip okusalar, dünyada kötülük, harp, kin, nefret diyebir şey kalmaz.” (Emine Yeniterzi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, D. Vakfı Yayınları, Ankara 1997, s. 109)
Biz de yazarın bu tespitine aynen katılıyor, dünyanın içinde bulunduğu bu konumdan kurtulması,hırs yerine kanaatin, haksızlık yerine adaletin, kavga yerine dostluğun, savaş yerine barışın,gözyaşı yerine tebessümün hakim olmasını diliyoruz
NOT:Bu yazı Diyanet aylık Dergisi’nin 2007 aralık Sayısı ekinden alınmıştır