Vefakârlık ve ahde vefa, İslam ahlakının temel umdeleri olarak kabul edilmiş, her ikisi de Allah’la ilişkilerimizi tanzim etmeleri cihetiyle imanla ilişkilendirilmiş, birey-toplum ilişiklerini düzenleyen yönüyle de hukuki müeyyidelere bağlanmıştır. Her iki haslet de İslam’ın ahlaki erdemler hiyerarşisinde en üst mertebelerde tutulmuştur.
Mümin, her şeyden önce Rabbine karşı hakşinas, kadirbilir ve vefakârdır. Rabbine karşı vefakâr olan, O’nun kullarına karşı da kadirşinas ve vefakâr davranacaktır. Annemize, babamıza, eşimize, dostumuza karşı her türlü vefasızlığımız ve kadirbilmezliğimiz, Rabbimize karşı vefamıza da gölge düşürecektir.
Aynı hususlar ahde vefa için de fazlasıyla söz konusudur. Zira insan daha varlık sahnesinde vücut bulmadan önce hayatının en büyük ahdini, en büyük sözünü hem de varlık âleminin Rabbine vermiştir. İnsan bir misakla varlık âlemine gelmiştir. Yüce Allah’ın elest bezminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına: “Evet (buna) şahidiz.” (A’raf, 172.) diyerek karşılık veren insan, böylece büyük bir emanet ve ağır bir sorumluluk üstlenmiştir. Bu emanet dağlara tevdi edilmiş, dağlar bu emaneti yüklenmekten kaçınmışlardır. İnsanoğlu bu büyük sözünde durmayıp emanete ihanet ettiğinde zalûm (çok zalim) ve cehûl (çok cahil) sayılacağını bile bile büyük bir cesaretle bu emaneti kabul etmiş ve Allah’a söz vermiştir. (Ahzab, 72.)
İnsanoğlunun verdiği bu söz, sıradan bir söz değildir. Yaratıcısına verdiği bir ahittir, bir misaktır. Varoluşumuzun nihai anlamı, verdiğimiz bu ahde sadakatimizde yatmaktadır. Bu aynı zamanda hayatımızın ve yaratılışımızın da gayesidir. Bu söze sadık kalan kişi, hiçbir zaman ahde vefasızlık etmez. Dolayısıyla ahde vefanın gerçek manası, Allah’a verdiğimiz erdemli ve güvenilir olma sözümüzü hatırlayıp, ne pahasına olursa olsun bu söze sadakat göstermekle başlar. İnananlar olarak ahlak telakkimiz, verdiğimiz söze ne derece sadık kaldığımız ile yakından ilgilidir.
Kur’an’da, verilen sözlerin yerine getirilmemesi Allah katında en sevimsiz davranışlardan biri olarak kabul edilmekte, dünyevi beklenti ve çıkar nedeniyle verdiği sözden dönenler, “Allah’a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” (Al-i İmran, 7.) ayet-i celilesi ile uyarılmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de verilen her sözü borç ve emanet olarak telakki etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Emanete riayet etmeyenin (gerçek manada) imanı yoktur. Ahde vefa göstermeyenin (hakiki manada) dini yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, III, 134.)
Günlük hayatın akışı içinde yeni konuşmaya başlayan çocuğumuza verdiğimiz sözden, nikâhta eşlerimize verdiğimiz söze -ki bu, manevi boyutuyla bir misak, hukuki boyutuyla bir akit, ahlak boyutuyla ise bir ahittir- iş anlaşmalarından topyekûn millete verdiğimiz söze varıncaya kadar, her söz sorumluluktur. Ve verdiğimiz her söze karşı ahde vefamız, aslında Allah’a verdiğimiz söze/misaka sadık kaldığımızın bir göstergesidir.
Vefakârlık ve ahde vefa, aynı zamanda peygamberlerin temel özelliklerinden biridir. Bütün peygamberler hem Allah’a, hem insanlığa, hem de bütün varlığa son derece vefalı davranan, sözlerinde duran kişilerdir. Kur’an, yeri geldikçe bize o eşsiz vefa örneklerinin hayatlarından söz eder. Örneğin Allah’ın dostu ve nebilerin babası Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşini göğüslerken vefasından hiçbir şey kaybetmemiştir. Oğlu İsmail ile beraber yaşamış oldukları ağır imtihanı Allah’ın ahdine gösterdikleri vefalarıyla başarmışlardır. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in vefasını “Yoksa, Musa’nın ve çok vefakâr olan İbrahim’in sahifelerindeki şu hakikatler kendisine haber verilmedi mi?” (Necm, 36-37.) ayetiyle dikkatlerimize sunar.
Bütün hayatı boyunca vefakârlığı bir erdem olarak öğreten ve yaşatan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de, çevresindekilere küçük yaştan itibaren vefakâr davranmanın önemini aşılamıştır. En küçük iyilikler için dahi vefa gerektiğine vurgu yapan Allah Rasulü, iyi ve kötü günde beraber olan, hüznü ve sevinçleri birlikte yaşayan eşlerin ve aile fertlerinin birbirlerine karşı vefakârlığına özel bir vurgu yapmış ve kendisi de bunun en güzel örneklerini sergilemiştir.
Unutulmamalıdır ki verilen sözlerin tutulması, ahde vefa, (Al-i İmran, 76.) antlaşmalara riayet, birey olarak kurtuluş vesilesi, toplum olarak da huzur ve barış unsurudur. Tutulmayan söz, yerine getirilmeyen vaat, şartlarına riayet edilmeyen anlaşma ise, toplumsal çöküşü hızlandıracak, ahirette de bize büyük sorumluluklar yükleyecektir. Söz, Müslüman’ın onurudur. Söze sadakat, dünyada onur ve güven, ahirette ise Yüce Allah’ın iltifat ve rızasını kazanmaktır.
Bir müminin Allah’a verdiği söz ile, peygambere mirasçı olmaya namzet bir alimin, yahut topluma dini mübini İslam’ı anlatmayı, mihrap, minber ve kürsü vazifesini deruhte etmeyi üstlenmiş bir insanın sözü aynı değildir. Zira ikincisi, bildiği bütün hakikatleri gizlemeden, saklamadan insanlığa anlatmaya ve o bilgi doğrultusunda hayatını tanzim edip yaşamaya söz vermiştir. Mihrap bir emanettir, kürsü bir emanettir, minber bir emanettir. Ve her biri için hem Rabbimize hem de bütün topluma verdiğimiz bir söz ve ahd-ü peymanımız vardır. Yüce Rabbimiz bizleri, hem kendisine hem de kullarına verdiğimiz sözlere vefadan ayırmasın.
NOT: BU YAZI DİYANET İŞLERİ VEB SİTESİNDEN ÜÇ AYLAR DOLAYISIYLA BİLGİLENDİRME AMAÇLI OLARAK ALINMIŞ VE YAYINA KONULMUŞTUR.