Kanadının ucunu ilk defa yaktığı zaman pervane, ilk azabı duyuyor; fakat öyle bir lezzettir ki o azap… Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırır ve ona vuslatı mümkün kılar. Bu sefer pervane daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider, ışığı kucaklar. Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi yuvarlayıp yere düşürür. Artık pervane hakkalyakin biliyordur vuslatı. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü.
‘Cânib-i maşuktan olmazsa muhabbet âşığa
Sa’y-i âşık âşığı ma’şuğa isal eylemez’
Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Onlara sahip olan dünyaya hâkim olur. İranlı bir şair diyor ki: ‘Aşka uçarsan kanadın yanar…’ Buna cevaben Mevlana hazretleri der ki: ‘Aşka uçmazsan kanat neye yarar? Aşk yakar, yakanı sevindirir; yasak aşk ise yaktığına acı verir. Acı göze perde olursa aşktan eser kalır mı? Gözü kara olur mu? Mevlana’ya aşkı anlat dediler, o dedi: ‘Dil kâfi değil; yani bu bir aşk…’
Mecnun Leyla’nın aşkından çöllere düşüyor. Derbeder oluyor, yatıyor, yuvarlanıyor. Orada alnı secdede birisi, deli deli hareketlerinden rahatsız oluyor Mecnun’un. Namazı kesiyor.’Bre deli ‘ diyor.’Yahu düştün bir kadının aşkına, saçma şeyler yapıyorsun. Bırak da namazımı kılayım. Hak ile hak olayım.’ ‘Hey gidi!’ diyor Mecnun kafasını sallayarak.’Ben bir kadının aşkı ile yanıp hiçbir şey göremezken sen Hak aşkı ile nasıl sağını solunu görüyorsun?’
İskender Pala ise şöyle tarif eder aşkı:
‘Aşkın insanlar üzerinde etkin bir gücü, keskin bir egemenliği, yadsınamaz bir hakimiyeti, çürümeyen bir nüfuzu, dayanılmaz bir baskısı vardır. En sıkı düğümlenmiş düğümleri çözen de, katılıkları eriten de; buna karşılık sağlamları sarsan ve yasak olanı bırakan da odur.’
Aşk, kalp ile göz arasında bir maceranın tanımıdır ki evveli yalnızca bir bakıştır, gerisi vesairedir… O ilk bakıştan sonra âşık durmadan sevgiliyi seyretme, ona bakma arzusu duyar. Çünkü göz, ruha açılan büyük bir penceredir. Gönlün sırlarını keşfe çalışır ve en gizli düşünceleri bile açığa vurur. Âşığın gözü sevgiliden başkası üzerinde eğleşip durmak istemez. Mıknatıs, çekim gücünü göz ile sevgili arasındaki ilişkiden almıştır. Dil bilgisinde sıfatın isme uyduğu gibi göz de sevgiliye uyar.
Eğer sevgiliden başkasına söylenemeyecek sözlere sahip olunmuşsa aşk kapıda demektir. Bu durumda sevgilinin sözünü can kulağıyla dinlemek, ileri sürdüğü her şeyden dolayı hayret etmek, saçma sapan, hatta yalan şeyler bile konuşsa ona hak vermek, haksız olduğu zamanlarda bile onu doğrulamak, ne yaparsa ne ederse peşini sürmek aşkın hâlleridir. Ayrılık acısının âşığa hoş gelmesi, zamanla ondan zevk alması gibi.
‘Yüz sürer damanına bir gün Züleyha-yı ümid
Sen hemen Yusuf-u Mısr-ı melahat ağır ol ‘
Anlatırlar ki Züleyha Yusuf’u zindana attırdığı vakit, onun ayrılığı ile yanıp yakılmaya başlamış. Hem kendisinden ayırmış, hem hasretini çeker olmuş. Bu yüzden zaman zaman zindanı ziyarete gider, sureta “Hükümlüm kaçmış olmasın!” diye kontrol eder; ama içten içe hasret giderirmiş. Eğer Yusuf’u uyurken bulursa, hücresinin önünde bekler, seyreder; eğer uyanık bulursa azarlayıp gidermiş. Azarlamasının sebebi de karşılık versin de sesini duyayım diyeymiş. Lâkin Yusuf hiç cevap vermezmiş. Nihayet sesini çok özleyince bir köle çağırtıp, ‘Hemen şimdi git zindana, Yusuf’u yere yık, adamakıllı kamçıla! Öyle vur ki, ta uzaktan ah ettiğini duyayım.’ emrini verirmiş. Köle emre itaate niyetlenmişse de Yusuf’un güzel yüzünü görünce kıyamamış, hücrede bulduğu bir postu yere serip onu kamçılamaya başlamış. Kölenin her kamçısında Yusuf mahsustan feryat etmekte, acı içinde çığlık atmaktaymış. Beri taraftan da Züleyha bağırıyormuş ‘Daha hızlı vur, adamakıllı vur!’ Nihayet köle Yusuf’a yalvarmış:
-A güneş yüzlü, Züleyha gelir de sırtında kamçı izi görmezse şüphesiz beni öldürür. Hiç olmazsa bir kere omzunu aç, dişini sık kamçıya dayan!..
Yusuf elbisesini sıyırdığında köle öyle bir vuruşla vurmuş ki Yusuf yere kapaklanmış, can evi kavrulmuş. Sonra da Yusuf’un ah edişini duyan Züleyha’nın sesi duyulmuş:
-Yeteeer!..
‘Sana men değilem mâil, sen ettin aklımı zâil
Beni ta’n eyleyen gafil, beni bimar sanmaz mı?’
Dünyalar güzeli Yusuf’a sordular:
-Ey Züleyha’nın gönlünü alıp onu perişan hâle koyan. O senin yüzünden acze düştü de derdine derman olmadın; hasta bıraktın onu. Gönlünü kaptın ve geri vermedin. Geri versen ne olur, sen buna kâdir değil misin?
-Ben onun gönlünü çelmedim. Ne onun bana gönül verdiğinden haberdarım, ne böyle bir kastım oldu. Onun gönlüyle bir işim yoktur benim.
O dostlar sonra Züleyha’ya sordular:
-Yusuf senin gönlünü nasıl çalmıştı? Dosdoğru söyle bize; gönlün sendeyse ve Yusuf’tan gönül istiyorsan bu, naz yapıyorsun demektir.
Züleyha yeminle söyledi:
-Bedenimdeki her kıldan gönlüm habersiz. Neden ve nasıl âşık oldu, âşık olunca nereye gitti bilmiyorum.
Sonra o dostlar düşündüler:
-Gönül Yusuf’ta değil; ama Züleyha’da da değil. Ne biri gönül almış, ne diğeri bir gönle sahip!.. Peki ama nasıl kayboldu bu gönül, nereye gitti? Bu sihir değilse, nedir?
‘Yıkılan sarayımdan tek bir nakış kalmadı
Dışa mıhlandı gözler içe bakış kalmadı.’
N. F. Kısakürek
Aşk kapıyı çalınca akarsular durur. İlk defa âşığının elini tutan, heyecanlanır ve avuçları terler, kurur. Hele kara sevdaysa… Aşkını gördüğünde bir tuhaf olur, kimyası değişir.
Aşk yakıcı ve aydınlatıcı bir ateştir. Mevlana’nın diliyle ateşten bir gömlektir aşk. Ya yeninden görünür ya yakasından.. Aslında aşk dediğimiz sevmek değil, sevilmektir. Kalp için sevmekten daha büyük bir nimet, âşık olmaktan daha tatlı bir zevk yoktur. Ateş dediğimiz yanmak için değil yakmak için vardır. Olduğu yerde hararetiyle baş başa kalan ve sadece kendisini yakan ateş kıymetsizdir. Sonu bellidir: Kül olup rüzgârda savrulmak…
Ateş dediğimiz yakacak ki bir işe yarasın. Desin ki sevdiğimin yüreği niye yanmıyor. Kabahat yakmayanındır.
‘Ah eylerim sada-yı bülend ile her seher
Halk uyanıp sanır ki müezzin ezan okur’
Rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
İnnema’n-nisa’ şakayıku’r-rical. Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır. Şakayık, tabiatta 30’a yakın çeşidi bulunan, çok narin, nahif ve zarif bir çiçektir. Dalından kopardığınız andan itibaren birkaç dakika içinde parlaklığını ve güzelliğini yitirir. Gelincik, şakayık çeşitlerinden birisidir. İşte kadın erkeğin gelinciğidir diyerek, kadın, zarif ve inceliğiyle gelinciğe benzetiliyor. En ufak bir incitmede tıpkı gelincik gibi tümden solacaktır. Bu yüzden erkeğe emanet edilmiş olan kadına yumuşaklıkla davranılması tembih edilir.
Edebiyatçımız Nazan Bekiroğlu Mor Mürekkep isimli kitabında şöyle anlatır:
‘Dikkatle bakıldığında eski edebiyatı dolduran bütün kahramanların sureti aşıp bir biçimde asla varma kabiliyetine sahip görünmektedir. En ünlüsü de Leyla’yı olanca güzelliği ile çölün gecesinde gören gözün sahibi Mecnun! Gerçi Mecnun ile Leyla birbirini sureta değil, vechen görüp sevmişlerdir; ama Mecnun yüklendiği aşkın basamaklarını çıkarken Leyla’dan geçme faslına uğramadan edemez.
Çölde gezen Mecnun, bir gün çocuklar tarafından kayalara çizilmiş, kendisi ile Leyla’nın suretini görür. Ve Leyla’nınkinin üzerinden bir kalem geçirir, karalar onu. Görenler kınayarak onu, ayıp değil mi, derler, bari onunkini bırak da kendininkini sil. Âşık maşuka perdedir, diye cevap verir Mecnun. İlk bakışta Leyla ile kendisi arasına giren ‘Leyla’nın suretini terk ederek çözümlenebilecek bu davranış, sonunda Mecnun’un Leyla’yı terk etmesiyle neticelenecek bir tavrın ifadesidir. Leyla kendi suretine göre asıl, Mevla’ya göre surettir çünkü. Her suret bir önceki surete göre asıl, ama bir sonraki asla göre de suret hükmündedir.’
‘Yıldız olmak kolay değildir. Işık saçmak için yanmak gerek.’
(Cemil Meriç)
Âşık için maşuka kavuşmak değil, ayrılığın ateşiyle yanmak önemlidir. Âşık yandığı ölçüde diğer âşıklardan kıdemli sayılır. Aşkın coğrafyası olur mu peki? Şarkın edebi eserleri incelendiğinde, aşkın çok kutsal bir yeri vardır. Bir şair, âşık olur bir dilbere. Yanar, yanar, öyle ki ona şaheserler yazar; ama gel gelelim o dilberin haberi bile yoktur bundan. Şarkın şairi edeplicesine sever ve bu ateşte pişer, yanar, olgunlaşır. Batıda ise daha çok maddi aşk ön plandadır. Şair kadının her özelliğini şiirine taşımıştır. Hatta adını bile. Ama maddi aşk hedefine ulaşınca son bulur. Geçicidir dolayısıyla.
‘Geçme mescid kapısından
Çok namazlar böldürürsün’
Nazan Bekiroğlu şöyle devam eder:
‘Cihanın padişahı ve Müslümanların halifesi Sultan Süleyman bile namazının bölünmesine mani olamaz. Akşam namazında ‘sure-i ve’l-ley’ okurken, leyl (gece) sözcüğü geçince sevgilinin zülfünü hatırlar ve artık ne ettiğini ve ne kıldığını bilemez. Ne namaz kalır geriye, ne sure.’
‘ Sure-i ve’l-leyl okurdum dün namaz- şamda
Zülfün andım dilberin n’etdim ne kıldım bilmedim’
Beyazıd camiinin yoksul remilcisi Zati de aynı şeyden şikâyetçidir. Sabah namazında ‘sure-i ve’ş-şems’ okuyup da şems (güneş ) sözcüğü geçince sevgilinin yüzünü hatırlar. Artık kıble, yüzü gün olanın bulunduğu yere dönmüştür ve şaire de ne kılındığı bilinmeyen bir sabah namazı kalmıştır:
‘Sure-i ve’ ş-şems okurken dün namaz-ı subhda
Gün yüzün andım benim kıblem ne kıldım bilmedim.’