Oğuzhan Saygılı [*]
Bir ülke ve devletin, kamuoyunda haksız duruma düşmemek için; toplumsal, siyasal ve ekonomik tezlerini sadece kendi vatandaşlarına doğru bir şekilde anlatması yetmemektedir. Kendi tezlerini komşu ülkelerinden, dünya siyasetindeki söz sahibi ülkelere kadar bütün dünyaya ulaştırması gerekmektedir. Bunu da diplomasinin gücü ile yapar. Diplomasinin gücünün yetmediği yerlerde diyaspora (tabi ki diyasporası güçlü olan halk ve ülkeler için) elini taşın altına koyar.
Dünya kamuoyunu inandırmak şöyle dursun, istediği şekilde kandırabilir. Bu durumun en somut örneği olarak “Ermeni Diyasporası”nı gösterebiliriz. Diyasporası kuvvetli olmayan ülkelerin de vay haline! Tıpkı Türkiye gibi.
Konuyla ilgili bir büyüğümüzün birkaç yıl önce anlattığı anekdotu hatırladım. Türk ve Ortadoğu uzmanı, Prof. Bernard Lewıs İsrail’deki bir gazeteye mülakat verir. Söz dönüp dolaşıp Ermeni meselesine gelince Lewis, Ermeni sorunu konusunda dünyanın Türklere ve Türkiye’nin üzerine çullandığını, burada Türklerin suçsuz olduğunu ifade etmeye çalışır. Gazeteci şu soruyu yöneltir: “Ne demek istiyorsunuz, Türkler soykırım yapmadı mı?” Lewis de “evet yapmadı.” der. Bunun üzerine gazeteci tekrar sorar: “Peki efendim, madem bunu şimdi bu şekilde söylüyorsunuz. Bunu kamuoyunda neden ısrarla vurgulamıyorsunuz?” Lewis şöyle cevap verir: “Benim görevim bildiğim doğruları söylemektir ama bu doğruları kamuoyuna aktarmak benim görevim olmasa gerekir. Bu görev Türk devletine sadakat borcu olan Türk vatandaşlarınındır, benim değil..” Türkiye’nin bile haklı olduğu konularda haksız duruma düştüğü durumlarda bazı devletleşememiş halkların durumunun içler acısı olduğunu söyleyebiliriz. Diyasporanın dünya kamuoyunda güçlü olması için kalifiye ve idealist aydına; siyasi ve ekonomik güce ihtiyacının olması gerektiğini söylemeye gerek herhalde yoktur. Diyasporası zayıf halkların bazılarını da -bilmiyorum yargım abartı olur mu?- neredeyse bir kişi omuzlar. Filistin davasını, düşünür ve akademisyen Edvard Said, Kırım davasını romanlarıyla Cengiz Dağcı, Tibet davasını Dalai Lama, Doğu Türkistan davasını işadamı Rabia Kadir’in omuzladığı gibi.
Son bahsettiğimiz kahraman Rabia Kadir’in dünya gündemine gelmesinin 2000’li yıllar sonrası olduğunu söyleyebiliriz. Geçtiğimiz Temmuz ayında Urumçi’de meydana gelen olaylarla birlikte gözler bir kez daha Rabia Kadir’e çevrildi. Hal böyle olunca ben de Uygur Türklerinin yeni liderini yakından tanımak istedim. Kadir, kendi hayat hikâyesini gazeteci Alexandra Cavelius’a anlatır. Kitap Amerika’da kalespress yayınevi tarafından Nisan 2009’da yayımlanır. Ekim 2009’da da Türkiye’de yayımlanır.[1] Kitabı henüz okuyabildim. Kitap ve Kadir hakkında bir şeyler karalamak istedim.
Rabia Kadir, Uygur Türklerinin özellikle de 1949 sonrası yaşamış olduğu sancılı, baskılı dönemi kendi yaşamöyküsü ekseninde anlatmaya çalışır. Sizi bilmem ama kendi okuma yolculuğumu göz önüne alarak bazı yargılara ulaştım. Okuduğum kitapların büyük ekseriyetini tarih, biyografi, hatıra kitapları oluşturur. Hatıra, biyografi kitaplarının bende şükretme duygusunu arttırdığını söyleyebilirim. “insanın başına her şey gelir” sözünü hepimiz çok iyi bilmemize rağmen “insanın başına geldiğinde” inanılmayacak derecede tepki gösterip hayal kırıklığına uğruyoruz. Okuduğum her kitap adeta “Allah Allah böyle bir insan da mı bunu yaşamış. Bu bile yaşamışsa bizim başımıza da gelir”i ilmek ilmek öğretiyor. Rabia Kadir, zulmün her rengini, tonunu görüp; hepsiyle de her sahada mücadele etmeye çalışan bir yürektir. Milletinin yaşamış olduğu sıkıntılar karşısında siyasete çok erken yaşlarda ilgi duyar. Ama asıl dönüm noktasını ise ikinci eşi Şair Rozi ile evlenmesi oluşturur. Siyaseten ülkede çok güçsüz olmalarının sonuçlarını erken yaşlarda irdeler. Ekonomik alanlarda hem toplumsal hem de ferdi olarak güç sahibi olmadan haklı davalarının başarıya ulaşamayacağına inanır. Bu alanda inanılmaz bir performansla çalışır. Eşi Rozi yazar ve akademisyen bir idealisttir. Bu derece yoğun çalışmasına 9 yıl hapis yatan idealist eşi Rozi bile zaman zaman kızar. Çamaşırcılıkla başlar, girişimci ruhu kendisini ticaretin her alanında çalışmaya götürür. Forbes dergisi tarafından Çin’in en zengin 7. kişisi olarak gösterilir. Ticari başarısıyla birlikte siyasî nüfuzu da artar. Çin Halk Cumhuriyeti Ulusal Halk Meclisi üyesi olur, “Sincan Ticaret Odası” başkanlığı yapar. Uygur halkı için gücünü kullanmaya çalışır. Birçok eğitim ve kültür faaliyetini destekler. Eşi de ulusal davalarını yurtdışında daha iyi bir şekilde anlatacağını düşünerek Amerika’ya göçer. Bu süre zarfında ekonomik gücünün artmasıyla birlikte siyasi dilini de kullanmaya devam edince soluğu 1999’da cezaevinde alır. Cezaevinde işkence değirmeninde yıllarca kalır. Çeşitli insan hakları kuruluşları ve Amerika’nın Çin’i köşeye sıkıştırmasıyla cezaevinden çıkar. Amerika’ya sürgüne gönderilir. Çocuklarının bir kısmını Amerika’ya götürür ama çocuklarından 5’i ülkesinde kalır. Malı, mülkü heba olur. Çinli yetkililer tarafından terörist ilan edilir. Kadir’in çocukları ve akrabaları ülkede şantaja uğrar, takip edilir, hapis yatar. Şimdi de çocukları göz hapsindedir.
Kadir, Amerika’ya göç etmesine rağmen Çin devletinin takibatından kurtulamaz. Suikaste uğrar, canını zor kurtarır. Dünya Uygur Kongresi ve Uygur Amerika Birliği’nin başkanlığını yapar. Ülkesindeki insan hakları ihlallerini, milletinin yaşadığı sıkıntıları dünyanın dört bir yanında muhtelif sivil toplum örgütlerine, bazı meclislerde anlatır. Amerika’da yaşaması, çeşitli sivil toplum örgütü ve güçler tarafından desteklenmesi gibi durumlar yüzünden “Amerika ajanıdır” gibi iddialara maruz kalır.
Kadir’in satırlarındaki anti-komünist vurgu kendini hemen gösterir. Babasının namaz kılarken kapıyı kilitleyip kıldığından, Mao’nun “Ölüler çok değerlidir çünkü toprağı besler” sözündeki zalimliğe kadar onlarca olay ve olguya dikkat çeker. Devletin kendilerine uyguladığı sistematik hukuksuzlukları ayrıntılarıyla anlatır. Türkiye’deki bazı çevreler ısrarla Türkiye’deki Kürtler ile Çin’deki Uygurların hâkim ülke ve devlet tarafından ezildiğini, zalimlik konusunda Türkiye ile Çin’in yarıştığını söylüyor. Kadir’in anlattıkları göre Uygurlulara düzenli bir şekilde asimilasyon uygulanır. 50li yıllarda topraklarında her iki Çinliye 8 Uygur düştüğünü, günümüzde ise bunun tersine döndüğünü, 8 Çinliye 2 Uygur düştüğünü söyler. Uygurların bilinçli olarak belli makamlara getirilmediğini vurgular.[2]
DEĞERLENDİRME
Uygur Türklerinin davasını dünya gündemine getirmeyi başaran Rabia Kadir’in Osman Batur, İsa Yusuf Alptekin kadar büyük dava adamı olmadığını ama bu liderlerin yapamadığını kendisinin yaptığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir gazetecinin[3] kendisine sorduğu, “bir konuşmanızda ’Bilincimi yitirinceye kadar Uygurların lideri benim’ demişsiniz, doğru mu" sorusuna verdiği cevap umarım yukarıdaki anlamda kullanmıştır: "40 yıl bir lider aradım. Bulamayınca kendim oldum. Evet, doğru, dedim o lafı.” Son olarak kendi adıma söyleyeyim. İnancı, dünya görüşü, felsefesi her ne olursa olsun. Dünyayı değiştiren insanların hemen hemen hepsinin idealist insanlardan oluştuğunu göz önünde bulundurarak malını, mülkünü, canını bir ideal uğruna harcayanlara saygı duyulması gerektiğini düşünenlerdenim.
[1] Alexandra Cavelius, Ejderha Savaşçısı: Rabia Kadir (Bir Uygur Türkü’nün Çin’e Karşı Özgürlük Mücadelesi), çeviren: Hatice Utkan, 479 sayfa, Ekim 2009, İstanbul, Pegasus Yayınları, www.pegasusyayinlari.com
[2] 2004 yılında bu bölgeyi ziyaret eden bir büyüğümüz buradaki gözlemlerini anlatırken, Uygurların Çinlilerin dükkânlarından alışveriş yapmadığını, lokantalarından yemek yemediğini ve tıpkı Arap-Yahudi, Boşnak-Sırp arasındaki gibi çok büyük istisnalar dışında evliliklerin olmadığını söylemişti. Bunu doğru kabul edersek bu insanlar arasında evliliklerin olmamasını sadece din unsuruna bağlamanın kesinlikle yetersiz olduğunu düşünüyorum.
[3] Hürriyet gazetesinden Tolga Tanış’ın Rabia Kadir ile yaptığı mülakat 11 Temmuz 09’da Hürriyet gazetesinde yayınlanmıştı.