Oğuzhan Saygılı [*]
90’lı yılların başında kurulan, TEMA Vakfı olarak kamuoyunda bilenen “Türkiye Erozyonla Mücadele, Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı”, kısa sürede Türkiye’nin en büyük sivil toplum örgütlerinden biri haline geldi.
TEMA vakfı siyasetçisinden basın mensubuna, çiftçisinden yazarına kadar inanılmaz bir toplumsal destek görerek, konferanslar tertip ederek, ağaç dikme kampanyaları başlatarak, hizmet içi eğitim kursları yaptırarak, birçok kitabı tercüme ettirerek, kitaplar yayımlayarak, mecliste bazı yasaların çıkmasına ya da çıkmamasına yönelik toplumsal baskı oluşturarak ülke kamuoyunu bilinçlendirmeye yönelik tabiri caizse seferberlik başlattı.
Türkiye’de son yıllarda orman yangınlarının çoğalması, ülkemizde yeşilin her geçen yok olması, topraklarımızın çölleşmesi, erozyonun şiddetli bir şekilde artması vs. gibi sorunların ülke gündemine getirilmesinde ve bunlara karşı çözüm üretilmesi noktasında TEMA vakfının yaptıkları inkâr edilemeyecek durumdadır.
Tema denilince hepimizin aklına “aksakallı bilge” Hayrettin Karaca gelir.
Hayrettin amcayı biraz yakından tanımak düşüncesiyle gazeteci Şengün Kılıç Hristidis’in Karaca ile yaptığı söyleşilerden oluşan “Erozyon Dede: Hayrettin Karaca Kitabı” isimli eseri okudum.[1] Bu köşede bu hafta bana ayırtılan yer kadar Hayrettin Karaca’yı anlatmak istedim.
Eserde, Karaca’nın çocukluğu, okul yılları, sanayiciliği, özel yaşamı, Tema’nın doğuşu ve gelişimi, üyesi olduğu yurt ve dünya çapındaki sivil toplum örgütleriyle ilişkisi, iş dünyasından erken ayrılması, doğaya, yeşile, ağaca ve ormana olan aşkı ve bu konu hakkındaki düşünceleri tafsilatlı bir şekilde anlatılmaktadır.
Aynı kitabın okuyucularının altını çizdiği yerler, etkilendiği ve ilgisini çeken bölümler farklı olabilir. Mesleğimin öğretmenlik olması vesilesiyle, Karaca’nın yaşamöyküsündeki öğretmenlerden bazıları hakkında birkaç cümle belirtmek durumundayım.
Hayrettin bey, kekeme olduğu için okulda çok sıkıntı çektiğini, bazı öğretmenlerinin kendisine anlayışla yaklaştığını, yardımcı olmak için çok fedakârlık yaptığını, kekemeliğini gidermesi yolunda yardımcı olduğunu belirtir. Bunun yanında lisede bir öğretmenin dersinin yazılı sınavlarının yüksek olmasına rağmen sözlü sınavlarda kekemeliğinin neredeyse göz önünde bulundurmadığını, bu durumun kendisisinde inanılmaz ölçüde ciddi yaralar açtığını beyan eder. Boğaziçi Lisesi’ndeki edebiyat öğretmeni, yazar Nihat Sami Banarlı’nın edebiyatı kendisine adeta sevdirdiğini belirtir.(s.61) Diğer model ise Mukadder öğretmendir.
Tema vakfı kurulduktan çok sonra Karaca’ya İstanbul’dan bir öğretmen “Öğrencilerim hazırlandılar, size bir sunuş yapmak istiyorlar. Gelmenizi rica ederiz” şeklinde mektup yazar. Hayrettin bey, geleceğine dair cevap yazar ama işlerin yoğunluğundan dolayı bir türlü gidemez. Daha sonra kendisini telefon ile arayarak tekrar talepte bulunur. Karaca yine erteler. Günlerden bir gün icra toplantısında bir kişinin kendisiyle görüşmek istediğini söylerler. Yoğunluk dolayısıyla beklemesini önerince öğretmen dayanamaz. Karaca’nın yanına çıkar. Derdini anlatmaya çalışır. Ve son olarak şu cümleleri söyleyerek odadan ayrılır: “İki kez öğrenciler sizi bekledi ve çok üzüldüler. Ama artık geleceksiniz ve gününü de size ben söyleyeceğim.” (s.370)
Hayrettin beyin, yaşamöyküsünü okurken yer yer hüzünlendiğimi söyleyebilirim. İlk eşi ile olan aşkı ve bu aşkın akıbeti hakkındaki sayfaları okurken Enver paşa - Naciye Sultan arasındaki aşk aklıma geldi. Hayrettin bey ilk kez 13 yaşındayken görür Türkan hanımı. Her yaz tatilinde birkaç gün bakışmanın dışında konuşamazlar bile. Altı yıl sonra evlenirler. Sesini ilk kez nikâh kıyılırken duyduğunu söyler Hayrettin amca. Evlilikleri güzel giderken kendisi askere gider, çocukları yeni doğar. Türkan Hanım vereme tutulur. Aradan birkaç ay sonra vefat eder. Hayrettin bey, birbirinden farklı tarihlerde ve sebepler yüzünden iki oğlunu da genç yaşta kaybeder.
Söyleşiyi yapan Şengün Kılıç Hristidis’in de dediği gibi Karaca’yla hangi konu konuşulursa konuşulsun söz dönüp dolaşıp toprağa, ormana ve doğaya geliyor.(s200) Karaca, 1980’de iş hayatından elini eteğini çeker. Şirketin yöneticiliğini çocuklarına devreder.
Kitabın “Artık Para Kazanmak Yoktur” bölümünde toprağa, ağaca, doğaya olan susuzluğunu giderir. Dünyadaki birçok botanik bahçesini ve arboretumunu gezme fırsatı bulur. Türkiye’nin en büyük ağaç parkı ve botanik müzesi olan Karaca Arboretumu kurar. Yurtdışından, hemen hemen gittiği her yerden ülkemizde bulunmayan bitki tohumlarını getirip bahçesine eker. Adeta bitki geni havuzu oluşturur. İki bitkiye uzmanlar kendisinin adını verir. Karaca, Tema vakfından önce Orman fakültesindeki akademisyenlerle ve Orman bakanlığındaki yetkililerle iletişime geçer. Uluslar arası birçok çevre ve doğa örgütünde görev alır. Yurtdışında birçok toplantıya katılır.
Kitabın yedi ve sekizinci bölümünü TEMA VAKFI’nın kuruluşu ve etkinlikleri alır. Karaca’nın birçok devlet insanı ile TEMA vakfının çalışmaları kapsamında dirsek temasında olduğunu öğreniyoruz. Özellikle Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile rahmetli Adnan Kahveci, Karaca’nın düşüncelerine, bu anlamdaki taleplerine çok sıcak bakar.
Karaca, “Mera Kanunu” ile “Toprak Yasası”nın meclisten çıkartılmasında TEMA’nın öncülük ettiğini, bunun bir inkılâp niteliğinde olduğunu, uygulamada sorunlar yaşandığını belirtir. Karaca’nın bitki ve ağaç sevgisi o kadar yoğun ki kiminle evlisiniz sorusuna zaman zaman “meşe ve ardıçla evliyim” cevabını verir. Anadolu’nun hemen hemen her tarafında yerinde hangi ağacın ve bitkinin yaşadığını öğrenmek için geziler düzenler.
Erozyon Dede efsanesinin öyküsünü de kitaptan öğreniyoruz.
Rize’nin Çamlıhemşin yaylasında 2500 metre yükseklikte bitkileri araştırmak için gezerken on yaşlarında birkaç çocuk görür. Bu çocuklardan biri diğerine “koşun koşun koşun Erozyon Dede gelmiş” der. Bazı kerli-ferli insanların dahi ormana bakış açısının içler acısı olduğunu söyler. Ormanların yok edenlerin kimliklerini ifşa eder: “Bir gurup vatandaş seçilmek için, bir gurup da geçinmek için Anadolu’nun anasını ağlattılar.” (s.246) Karaca ve arkadaşları, Artvin’in Borçka ilçesine doğu ladini görmek için gelirler. Borçka Orman İşletmesi’ne isteklerini belirtirler. Orman işletmesinden yetkililer yardımcı olacaklarını belirtirler. Hayrettin Bey, heyecan içinde bu ormanın büyüklüğünü yetkililerden sorar. Yetkilinin verdiği cevap bu konuda ne kadar duyarlı (!) olduğumuzu gösterecek cinsten: “Ne kadar büyük olduğunu bilmem ama 10 sene Artvin’e odun olarak yetecek kadar büyüklükte diyebilirim.” (s.237)
DEĞERLENDİRME
Ülkemizde toprak, ağaç ve orman alanındaki kangrenleşmiş sorunlarımıza neredeyse kendisini feda edecek kadar ilgilenen aksakallı bilge Hayrettin Karaca’nın bu alanda yaptığı çalışmaların dalga dalga ülkemize yayılması gerektiğine inananlardanım. Böylesi diğerkâm kişilere[2] iltifat ve tebriklerimizi sunmadığımız takdirde çocuklarımızın ve torunlarımızın yaşadığı ülkenin –Allah korusun- çöller yöresi olmayacağını kim garanti edebilir? Kendisine Allah uzun ömür versin dua ve temennilerinde bulunuyorum. Son olarak Karaca’nın, Türk halkına vasiyetini de açıklamak durumundayız: “Meşeye sahip çıkın” Gençlere önemli nasihatiyle yazıma son veriyorum. “Okumak ibadettir, okumamak vatana ihanettir; daha iyi yarınlar için bilgili yurttaşlara ihtiyaç vardır.”
[1] Şengün Kılıç Hristidis, Erozyon Dede: Hayrettin Karaca Kitabı, 488 sayfa, 2.basım, 2008, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, www.iskultur.com.tr
[2] Hayrettin Karaca gibi insanların Anadolu’da az da olsa bulunduğunu söylemek durumundayız. Geçmiş yıllarda, Şanlıurfa’da ilköğretim müfettişi olarak görev yapan Nail Tomakin hocamızdan dinlemiştim. Nail Hoca, Siverik’in Kebir köyünde Hüseyin Tanrıverdi isimli bir arifin kurak bir bölgeyi, -köyde bir dönüm bile arazisi olmamasına rağmen- nasıl vaha haline getirdiğini ayrıntısıyla anlatmıştı. Ekilen fidanlar, köylülerin hayvanlarının defaatle otlatılmasına maruz kalmasına rağmen Hüseyin amcanın fidanları ve ağaçları tekrar tekrar ektiğini belirtmiş. Hüseyin amcanın mücadeleci kişiliğini biz öğretmenlere örnek göstermişti. Köyün girişinde yolun sağında ve solunda sırf 200-300 ağacın köyü neredeyse Karadeniz köylerini anımsattığını, köyün mezarlığındaki ağaçların ve köydeki umuma ait olan bütün ağaçların bakımından kendisi sorumluymuş. Hüseyin amcayla ilgili bir anekdotu da burada anlatarak tarihe kayıt düşmeyi istiyorum. Köyün mezarlığındaki ve çevresindeki ağaçların meyvelerinin olduğu dönemde Nail hocaya buraları gezdirir Hüseyin Amca. Meyvelerden ikram eder. Hoca dayanamaz sorar: “Yahu Hüseyin amca Allah aşkına bu meyvelerden sen neden yemezsin”. Hüseyin amcanın verdiği cevap 19. yüzyıldaki Anadolu’da bulunan Amerikalı Protestan misyonerlerin idealist kişiliklerini yansıtan cinstendir: “Bu ağaçların malını kendime haram kıldım. Benim dışımda herkes istediği gibi yiyebilir.” Hoca köylüye bu durumu test ettirir. Hüseyin amca dediği gibi samimi bir gönül adamıdır. Geçtiğimiz yıllarda dar-ı dünyadan göçen Hüseyin amcaya Allahtan rahmet dilerken, bizlere bu arifi tanıtın Nail hocama da çok teşekkür ederim.