Ufuk İLVER
Öyle zannediyorum ki, insanlık şimdiki kadar, bu denli her şeye sahip olma düşüncesi içerisinde hareket etmemiş ve her şeye sahip olmayı arzulamamıştır.
İnsan her aklından geçeni istemeli midir, elde etmeli midir? Elde etmemeli ve istememeli ise isteklerin ve arzuların bu kadar öne çıkması nedendir?
Evet, artık bu dünyada yaşayan insan, hür değildir. Kendi isteklerini, tercihlerini kendisi belirleyememektedir. Çok şeyi istemektedir. Çok şeyi istediği için de çok çalışmaktadır. Aslında bunlar kendi istekleri değildir. Toplumun dayattığı bir durumdur. Toplum, ferdan ferde başlayıp topyekûn haline getirdiği bu istekleri toplu şekilde kendi bünyesinde geçerli akçe haline getirmemiş olsa idi, belki bu istekler, bu denli yaygınlık elde etmeyecekti. Nefsi isteklerin ön plana çıkmasıyla beraber domino taşları gibi birinin yekdiğerini iteklediği, heveslendirdiği ve özendirdiği ve böylece herkesin her ferdin birbirinin etkileme alanı içerisine girdiği bir durum oluşmuş olmaktadır.
Normalde insanların iştihasını kabartacak şekilde vitrinleri süslemek ve reklam yapmak doğru karşılanmamıştır. Fakat kapitalizmin ağında bunalan dünya bu üstünlük altında ezilmiş ve yenik düşmüştür.
Kabartılan iştihalar, bitmek tükenmek bilmeyen arzuları, istekleri körükleyecek, bu sonu gelmez isteklerde kanaat etmeksizin hırsı netice vermiş olacaktır. Sadece daha fazla lüks elde etmek için hırs gösterecek ve kanaat etmeyerek çalışan bir insan, kendisini, elde edeceği mülkün zebunu haline getirdiğinin farkına bile varamayacaktır. Zira sanki hayatta var olmanın, statü elde etmenin bir numaralı yolu bu haline gelmiş olacaktır.
Ve böylece evlerin büyüklüğü, dizaynı, lüksü ve sair diğer sahip olunan metanın, malın-mülkün en güzelinden en yenisinden olmalı düşüncesi de toplum içerisinde rekabetine bir israf yarışını körüklemiştir. Adeta komşudan, akrabadan bu hususta geri kalmak, prestij kaybı haline getirilmiş, eziklik sebebi kabul edilmiştir. “Bey bak şunların falanı falanı var bizim onlardan neyimiz eksik” düşüncesi, eldekiyle yetinmesini bilmeyen, nankör, canavarcasına hırslı bir sürü israf kitleleri oluşturmuştur.
Bu düşünce, paylaşma ruhunu öldürmüş hayatı rekabet haline getirmiştir. Toplumun içerisinden muhabbetin zeval bulmasına hiddetin ve nefretin revaç bulmasına sebebiyet vermiştir. Öyle ki en masumane durumlar dahi rekabet sebebi olmuştur. Çocukların okudukları okuldan, aldıkları çantaya, giyindikleri elbiselerden tutunda, hanımların gittikleri kuaförden, alışveriş yaptıkları mağazalara kadar her şey rekabetin bir parçası haline gelmiştir.
Yine çocukların hangi önemli liseyi kazanacakları, sonrasında hangi üniversite ve hangi fakülteyi kazanmaları gerektiğini bu yarış içerisinde aileler belirlemektedir. Sanki serbest ticaret mantığı gibi kızışan rekabet içerisinde eğer komşunun oğlu iyi bir yeri kazanmışsa diğerinin ki daha üst bir yeri kazanması gerekecektir. Yani, komşunun oğlu işi kızıştırmış ve çıtayı yükseltmiştir. Artık onun gerisinde kalınmaması gerekir. Yoksa “kolu-komşu ne der”, imaj ve prestij ayaklar altında kalır, durum, vaziyet fena olur. Hem böylelerinin yaşama şekli bu olduğundan yaşama şevki veya kalp atışları buna bağlı hale gelmiştir. Aksi halde bu gibiler için yaşam anlamsızdır.
Dikkat edilirse insanların dünyasında fazilet düşüncesi, ahlakı aliyeyi elde etme fikri yoktur. Bu düşünülmemektedir. Zira hayat bunu geçerli akçe olarak kabul etmemektedir. Başkalarının yaptıkları, ettikleri bizim için çok önemlidir. Hayatın akışını belirleyen unsur halini almıştır. Kişilerin kendi karakter ve şahsiyetlerini oluşturan değerli düşünceler, değerli duruşların varlığı söz konusu değildir.
Hal böyleyken insan nasıl özgür olduğunu iddia edebilir. Hep başkalarının ön gördüğü bir hayatı yaşıyor demektir. Kendisinin belirlemediği ve hep başkalarının önüne sürüklediği, tercih hakkı olmayan bir hayatı tercih etmiş olmaktadır. Fakat işin ilginç tarafı, insan bu durumu kendi kabul etmektedir. Yani tercihilik var gibi gözükse de aslında işin altında bir cebrilik söz konusudur. İşte bu, fark edilememektedir. Bu durumu sağlayan şey, nefsin hâkimiyetini, istek ve arzularını ön plana çıkaran ve nefsin iştihasını kabartmayı biricik sevda olarak kabul eden ve şimdilerde bütün topluma empoze edilmiş olan maddi imkânların biricik ölçü olarak gördüğü kapital sistemin ağı içerisinde mecburi esaret yaşıyor olmamızdır.
İşte serdedilen bu düşünceler etrafında bir koşuşturma içerisinde bulunan insanoğlu nefsinin isteklerini yerine getirme adına yorgun düşmüş durumdadır.
Ve hep meşguliyet ve yoğunluktan dem vuran insan, farkında olmadan nefsine kulluk ve kapital sisteme de hizmetkârlık yapmış olmaktadır.
Ve acı olan da bu durumun anlaşılmamasıdır. İnsanlar koşuşturmaca içerisinde mantıklı sebepler bulsa da sağlıklı bir düşünce içerisinde yapılan muhasebede yapılanın yanlış olduğu kabul edilebilmektedir. Ne var ki artık kendini, nefsinin isteklerine boyun eğdirmiş olan insan bu durumdan kurtulabilmesi de oldukça zordur.
İşte insanı acımasızca bir rekabete ve anlamsızca dünyalık elde etmeye sürükleyen ve insanı gerektiğinden ve ihtiyacından daha fazlasını almakla korkunç bir israfa sokan bu anlayış, önce nefislerden arındırılmalı ve insan olmanın şahsiyeti tekrar geri verilmelidir.
Bu dünyada var olmanın, niçin yaratıldığını bilebilmenin sıcaklığına varmalı ve Yüce Yaratıcının da rahmet ve şefkat iklimine sığınılmalıdır. Aksi takdirde her şeyi elde etme ve her elde ettiğini de paylaşmadan sadece şahsi istek ve arzuları peşinde harcama, anlamsız bir hayatı intaç etmektedir. Ve bütün insanlığı mutluluktan uzak, hayatın yükünü sırtına almış amaçsızca beyhude uğraşan nadanların durumuna düşürmektedir.
Bu ise, kâinatın en eşref mahlûkuna, varlığına, yaraşan ve yakışan bir durum değildir.