Mesut ÖZÜNLÜ
Miladi 610 yılında, Asya'nın güneybatısın da yayılmaya başlayan İslâm'ın; sosyokültürel yönden toplumlarda meydana getirdiği en büyük etkilerden birisi, muhatabı bulunduğu kitleleri; sözden fiiliyata, konuşmaktan yapmaya, reaksiyondan aksiyona geçirmiş olması idi. Bundan böyle bazı oryantalistlerin, Kur'an indikten sonra eski Arap şiir ve edebiyatının gerilediğine ilişkin tezleri doğrudur ve yerin de bir tespittir. Çünkü Kur'an, tek övünç ve galibiyet malzemesi şan, şeref ve soy üstünlüğü olan ve bu temalar üzerinde şiir ve neşideler düzmekten başka hiçbir özelliği bulunmayan kabileler topluluğunu; akıl, fiil ve inanç örgüsüyle şekillenen apayrı bir mantaliteye çağırmış; bir bakıma onları, arkaik kalıpların pinekletici karanlığından; aklın, imanın ve hareketin kanatlandırıcı aydınlığına çıkarmıştır. Belki bundan böyle Hz. Peygamber, tesis ettiği site devletine başkent olarak seçtiği Yesrib'in ismini; Medine-i Münevvere/Aydınlık Kent şeklinde değiştirmiştir
Önce, doğduğu bölge olan Arap yarımadasını ışıtmaya başla yan İslâm; Akat, Sümer, Nebati, Sasani ve Doğu Roma uygarlıklarının bakiyyesini de içine alan güçlü bir devinimle hızla yayılıyor; güneyden kuzeye taşan fetihlerle; Mezopotamya'dan Asya içlerine, oradan da Kuzey Afrika'ya, hatta Güneybatı Avrupa topraklarına kadar uzanan bir coğrafyada; askerî, siyasî ve kültürel bir hareketlenmenin de temel eksenini oluşturuyordu.
Özellikle miladi 7. asırda, İslâm dünyasında gelişmeye başlayan ilmî inkişaf; 8 ve 9. yüzyıla gelindiğinde, kıtalararası iletişim ve kültürel alışverişin büyük bir ivme kazanmasına sebep olmuştu. İlmî düşüncenin, İslâm dünyasında olabildiğince serpilip boy attığı bu yüzyıllarda, eski Yunan düşünür ve filozoflarının birkaç faraziye ve deneyden öteye götüremedikleri bilim dallarını yeniden ele alıp geliştiren İslâm bilginleri, aynı zamanda bilimsel düşünce mantığının da Avrupa'ya ilk taşıyıcıları olarak tarihe geçtiler. Hatta Abba siler devrinde, hükümdar Me'mun tarafından; sırf bilimsel kitapları tercüme etmek ve ilmî araştırmaları geliştirmek gayesi ile, 830 yılında, Bağdat'ta Beytülhikme / Bili mevi (Bir nevi o devrin NASA veya TINKTANK'ı) adı verilen bir merkez kurulmuştu. Beytülhikme'yi bizzat görmüş ve kütüphanesinden yararlanmış olan İbn Nedim, bu konuda çok kıymetli bilgiler vermektedir. Onun tespit ettiği mütercimler listesine göre; Grekçe'den Süryânice'ye, oradan da Arapça’ya tercüme yapanların sayısı kırk yediyi buluyordu. Farsça'dan tercüme yapanların sayısı on altı, Sanskritçe'den tercüme yapanlar üç kişi idi. İbn Vahşiyye de çok sayıda bilimsel eseri, Nebati dilinden Arapça'ya çevirmişti. Bu ilmî gelişme ve kalkınmayı, adeta bir resmî siyaset olarak benimseyip destekleyen Me'mun, sadece Grekçe'den yaptırdığı tercümeler için 300 bin dinar para ödemişti. Bu dönemde; özellikle astronomi, matematik, ışık, mekanik ve tıp bilimleri alanında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Önce Tedmur taraşarına, ardından Vâsıt bölgesine birer rasathane kurulmuş; ünlü bir teknisyen olan Ebu Hasan'ın keşfettiği teleskopla gökyüzü gözlemleri yapılmış, Güneş ve Ay tutulmaları incelenmiş, gece ve gündüzün eşit olduğu günler tespit edilmiştir. Daha sonra kurulan Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçuklular gibi Müslüman Türk devletlerinde de, aynı ilmî gelişmeler artarak devam etmiş; dünya literatüründe yer alan ve yüzyıllarca bilim ve uygarlığa öncülük yapan İbn Sina, Farabi, Biruni ve el-Kindî gibi büyük bilginler yetişmiştir.
Oğuzlar'ın Karaçuk kolundan olup Farab şehrinde doğan Farabi (870 950); matematik, fizik, kimya ve astronomi dallarında 160 kadar kitap yazmıştır. Ancak onu asıl önemli kılan, Helen felsefesinin, akılcı ve mantığa dayalı yönüyle İslâm düşüncesini kaynaştırdığı, felsefe alanındaki çalışmaları olmuştur. Aristo'nun düşüncelerini en iyi açıklayan filozof olarak ünlenen ve Muallimi sâni/İkinci öğretmen namıyla tanınan Farabi, eserlerinin çoğunun çevrildiği Batı ülkelerinde Al-Farabius adıyla bilinmektedir. Ayrıca Farabi; İhyâ-u'l-Ulûm isimli eseriyle bilimleri ilk kez sınıflandırmış ve geometrideki Öklit bağıntısını da açıklamıştır. Farabi'den etkilenen İbn Sina da, birçoğu felsefe ve tıp alanlarında olmak üzere 220 civarında bilimsel kitap yazmış, el-Kanun fi't Tıp adlı eseri Latinceye tercüme edilmiş, senelerce Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Ardından; Harzem şahlar'ın sarayında yetişen, daha sonra Gazneli Mahmud'un korumasına giren Biruni de; matematik, geometri, astronomi, tıp ve coğrafya gibi alanlarda büyük çalışmalar yapmış, 110'dan fazla bilimsel eser bırakmıştır. Farabi, İbn Sina ve Biruni tarafından başlatılan bu aydınlık yolda, daha nice bilim adamları yürümüş; Şehristani, el-Harezmi, İbn Rüşt ve Fahreddin Razi gibi büyük filozof ve bilginler yetişmiştir. Bütün bunların yanında; sanat, mimarlık, yazı, cilt, çini, minyatür, seramik, taş veya maden işçiliği alanlarında da büyük gelişmeler olmuş; cami, medrese, kervansa ray, imaret ve daruşşifa (hastane) gibi sanatsal, dinî, sıhhî ve sosyal yapılar inşa edilmiştir. Emevi ve Abbasiler'in yanı sıra; Gazneliler, Karahanlılar ve Büyük Selçuklular gibi Müslüman Arap Türk devletlerinin dağılıp yok olmasının ardından; Şark İslâm toplumları, tarihin en önemli makas değişimlerinden birisine şahit oluyordu.
İlmî düşüncedeki gerileyiş...
Bunun pek çok sebepleri olabilir. Fakat en önemlilerinden birkaçını: 1) Aklî ve felsefî bilimlerden kaçış 2) Moğol ve Haçlı akınlarının yıkıcı etkileri 3) Tasavvuf ve tarikatlarla ortaya çıkan edilgen düşünce problemi şeklinde sıralarsak, kanaatimce yanlış yapmış olmayız. Özellik e 7, 8 ve 9. yüzyılda; ilmî düşüncenin adeta zirvesine tırmanan bu Şark İslâm devletleri, miladî 10. yüzyılın sonlarına doğru, Bağdat'tan Buhara ve Semerkant'a, Mezopotamya'dan Maveraunnehir'e kadar uzanan coğrafî hilalin göz kamaştıran parlaklığını da yavaş yavaş gerilerde bırakıyordu. Artık Harun Reşit, Me'mun, Gazneli Mahmut ve Melikşah dönemlerinin terakki ve bilim yurdu olan Semerkant, Merv ve Bağdat şehirleri, gün geçtikçe taht ve çıkar kavgalarının tozu dumana kattığı sisli birer kent haline bürünmüş, İslâm uygarlığının en nadide yıldızları olan bilginler doğmaz olmuş; İbn Sina, Farabi, Biruni, İbn Heysem, elKindî, Ebu Hayyan, Cabir bin Eşah, Sabit bin Kurra ve İbn Mis keveyh gibi bilim öncülerinin yerini; küfürle itham edilmeye başlanan, horlanıp pıstırılan; bu sebeple de çalışmalarını gizlice sürdürmek zorunda kalan İhvanu's Safa (İlk İslâm Ansiklopedistleri ve Hür Düşünenler Kulübü) benzeri ekoller almıştı.
Daha sonraları kurulan Anadolu Selçuklu Devleti'nde ise; esefle ifade etmek gerekir ki, bu bilimsel gelişme, en iyimser deyimle durmuştur. Bu dönemde Kayseri ve civarında parlayan Gevher Nesibe tıp külliyelerinin yanı sıra; Sivas Gök Medrese, Konya Karatay Medresesi, kervansaraylar ve Alaaddin Keykubat'ın inşa ettirdiği Alanya Tersanesi dışında göz dolduran bilimsel bir gelişmeye pek rastlanmaz. Bunun, Haçlı seferleri başta olmak üzere; şehirleşmenin ağır oluşu, çeşitli malî ve siyasî sıkıntılar, taht kavgaları, tasavvuf ve tarikatların etkisiyle ortaya çıkan ve zaman zaman entellektüel çevreyi de tesiri altına alan edilgen düşünce krizi gibi; sosyal, kültürel ve ekonomik nedenleri vardır. Selçuklu Devleti'nde; tasavvuf veya tarikatların, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında kuşkusuz çok önemli bir misyonu vardı. Bu ve daha sonraki dönemlerde, tasavvuf ve tarikatların; tek keleri, zaviyeleri, fetih ve gazalara olan müspet katkıları ve hatta Türk İslâm edebiyatına kazandırdıkları edebî yapıtları açısından toplumsal bir gerçekliğinin olduğu açıktır. Ancak bu özel durumun, bir geçiş döneminin gereği olarak kabul edilmesi gerekirdi. Çünkü bu mistik kitleselleşmenin uzun süre devam etmesi; etmemesinden çok daha zararlı olmuştur.
Her şeyden önce; aklın özgür olması gerçeği erozyona uğramış, kitleler edilgen düşünce çıkmazına saplanmış, kafa ve beyinleri istila eden tehlikeli bir işgalle karşı karşıya kalınmıştır. Böylece özgün İs lâm'ın, Farabi'nin ve Rağıp el İsfehânî gibi büyük düşünürlerin insana ait en önemli vasıf olarak kabul ettikleri hür düşünce olgusu dumura uğramış; mürit mürşitle, ilim alimle, tilmiz üstatla sabitlenmiştir. Kaldı ki; Hz. Peygamber bile, sahabenin; "Bu kendi görüşünüz mü yoksa vahiy mi?" şeklinde soru sorabilmelerine, hatta itiraz etmelerine imkan tanımış; birisi kalkıp "Ben zina etmek istiyorum" diyebilme cesaretini kendinde bulabilmiştir.
Osmanlı Devleti’nde ise; Fatih dönemi ile başlayan ve Ali Kuşçu ile bir süre devam eden bilimsel ışıltıyı; ardından Kadızadelerden Ahmet Şemseddin'in Padişah'a sunmuş olduğu bir arizayla kısa sürede hızı kesilen İstanbul Rasathanesi denemesini, Mimar Sinan'ın şaheserlerini, İsmail Gelenbevi'nin logaritma alanındaki çalışmalarını, Piri Reis'in haritalarını ve nihayet Tanzimatla başlayan uyanış dönemindeki gelişmeleri istisna tutarsak, bilimsel gelişme açısından büyük bir gerileme yaşadığımızı görürüz. Bahsi geçen istisnalar da, aslında; yazımızın başında anlatmış olduğumuz, o bilimin altın çağına ait dönemlerin bir kalıntısı idi. Mesela Ali Kuşçu gibi bir dahi, özbe öz Osmanlı mektep veya medreselerinde yetiştirilmiş bir bilim adamı değildi; Uluğ Bey ekolünde ihtisaslaşmış; Uzun Hasan'ın elçisi olarak İstanbul'a gelmiş, Fatih tarafından keşfedilip Osmanlı ülkesine davet edilmişti.
Oysa biz; 7, 8 ve 9. yüzyıldan devraldığımız ilmi gelişmenin ivmesini, Selçuklu devrinde daha yüksek zirvelere doğru tırmandırmalı, hatta teoriden pratiğe geçirmeli, Osmanlı devrinde de Sanayi Devrimi'ni gerçekleştirmiş; bugünün "Audi"sinin yerine, "Kanuni" markalı otomobiller üretmiş olmalıydık... Bugün Batı'nın; tıp, bilim, teknik, edebiyat ve barış dalların da vermiş olduğu Nobel Ödüllerini, Câize-i Şahane-i Osmaniye adıyla biz dağıtmalıydık bütün yeryüzünün dört bucağına... Sahralardan buzullara, adeta köpürtmeliydik o devasa uygarlığımızın gürül gürül akan çağlayanlarını... Bir Farabi, bir İbn Sina, bir İbn Rüşt bile yetiştirememiştik. Neredeyse on asra varan koca Selçuklu ve Osmanlı devirlerini, bilimsel açıdan nadasa bırakmıştık sanki...
Nerede hata yapmıştık? Niçin gelişmelere ayak uyduramamış; bilimsel yönden terakki edememiştik? Askerî, idarî, mimarî ve ekonomik alanda, devrinin belki de Amerikası sayılan bu iki büyük İmparatorluğumuz; sekiz-dokuz asra yaklaşan Orta, Yeni ve Yakın çağlar boyunca, miladi 7. ve 10. yüzyıl arasında müthiş bir patlama kaydeden bilimsel inkişafı; acaba niçin cihanın gözünü kamaştıran bir uygarlığa taşıyamamıştır? Hür düşünceyi dondurmuş, din ve dava kavramlarını ütopik kalıplara sok muştuk çünkü. Adeta din, her şeyin asal ekseni haline gelmişti. Oysa din ayrı, siyaset ve bilim ayrıydı. Her şeyin başlangıcı ahiret olmuştu. Oysa biz, şu anda dünya da yaşıyorduk. Buranın kendine mahsus determinik kuralları vardı. Atı alan Üsküdar'ı geçerdi. Hem dünyası çamur olanın, ahireti nasıl mamur olacaktı? Madde mânânın önsözü değil miydi? Bir cümleyi meydana getiren kelimeler bozuk olduğu zaman, mânâ da anlamını yitirmez miydi? Bütün bunlar gün gibi ortadayken; dini, pozitifliğin çıkışı yapacağımız yerde, negatifliğin girişi haline getiriyorduk. Özellikle Duraklama Devri'nden sonra, Devleti Aliyye'nin etrafını yapağı gibi saran Osmanlı entellektüelleri; büyük oranda dar boyutlu, ufuksuz, sığ görüşlü kimselerden oluşuyordu. Böylesi fikrî durağanlığın veya bilimsel tecessüsün zayıf olmasının bir göstergesidir ki, Batılı devletlerin; bilim, teknik ve sanatta atak yapıp büyük bir kalkınma hamlesi başlattıkları 17. yüzyılı biz; maalesef saltanat kavgaları, nüfuz avcılığı, savaşlar ve sudan sebeplerle çıkan iç çekiş melerle geçirdik.
İşte Mustafa Kemal Atatürk, bütün bu çelişkilerimizi "gerçekten" gören bir ufuktu. O; bizim yüzlerce yıldan beri, aynı kısır çekişmelerin içerisinde nasıl debelenip durduğumuzu, din ile devlet işlerinin ayrılmaması halinde ne gibi vahim sonuçlar doğacağının çok iyi farkındaydı. O, sadece din ile devlet işlerini değil; ordu ile siyaseti de birbirinden ayırmıştı. Çünkü bu iki kurumun birbirine karışması halinde nelerin olacağını, Cemal ve Enver Paşalar'ın, üniformalarıyla birlikte İttihat ve Terakki Partisi'nde görev almalarından çok iyi biliyordu. Atatürk'e göre İslâm dini; en son ve en mükemmel dindir; son din olmasının nedeni de budur. O; "Din vardır ve lazımdır.", "Dinime; gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum." diyordu. Yanlış olan ise; bu ilâhî müessesenin, din adına beşeri müdahalelerle dar kalıplara hapsedilip boğulmasıydı. Bu sebeple saltanat ve hilafeti kaldırdı; yerine 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurdu.
Atatürk; Türk milletinin, Kur'an'ı ve İslâm'ı iyi okuyup anlamasını ve cehaletten kurtulmasını çok istiyordu. Aydınlanma ve kalkınmanın gerçekleşebilmesi için, bu şarttı. Sırf bu amaçla; Kur'an'ı ilk kez Türkçe'ye çevirtip bastırdı ve ücretsiz olarak dağıttırdı (1927). Merhum Elmalılı Muhammet Hamdi Yazır'a; Hak Dini Kur'an Dili adıyla Kur'an'ın bilimsel çevirisini yaptırdı, ücretsiz olarak halka dağıttırdı (1936). Sağlam hadislerin; Sahihi Buhari adıyla Ahmet Naim ve Kamil Miras'a çevirisini yaptırdı, yine aynı şekilde halka ücretsiz dağıtılmasını sağladı (1932). Osmanlı devrin de; baştan sona, anlamı hiç bilinmeden okunup dinlenen Arapça hutbeleri Türkçe'ye çevirtti (1932).
Atatürk; deha sahibi bir asker olduğu kadar, tarihimizin bin yıllık tashihini yapan büyük bir düşünür, ilke ve inkılâpları gün geçtikçe haklılık kazanan ender bir rehberdir. O; yüzlerce, hatta binlerce cilt kitabı şerh düşerek okuyacak kadar bilime düşkün, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir." vecizesini söyleyecek kadar gerçekçi idi.
Atatürk'e göre, iki şey asla işgal altında olamazdı; vatan toprağı ve insan beyni... Çünkü birincisini kaybeden "ulusal", ikincisini kaybeden de "bilimsel" bağımsızlığını yitirmiş olurdu. Böyle olunca, ülke ve onun çocukları; önce bireysel özgürlüğünü, ardından da yaratıcılık ve üreticiliğini kaybetmiş olurlardı. Bundan böyle bir konuşmasında; "Bağımsızlık benim karakterimdir." demişti.
Bir diğer konuşmasında da; "Cumhuriyet; aklı hür, vicdanı hür, irfanı hür genç nesiller ister." özdeyişini söylemişti. Çünkü özgürlüğün öldüğü yerde bilim bitmez. İslâm ülkelerinin bugün dahi ilerleyip kalkınamamasının altında, hür düşünce olgusunun tam olarak gelişememişliği yatmaktadır. Atatürk'ün; bizi çağdaş uygarlık düzeyine çağırması ve bu uğur da bir dizi inkılâplar gerçekleştirmiş olması, kuşkusuz O’nun; Batı'ya ve Batılılar'a duyduğu kuru bir hayranlıktan kaynaklanmıyordu. Bu; varlığın doğal bir akışı ve tarihimizin en isabetli kararıydı. Çünkü, uygarlık güneşi Batı'nın üzerindeydi. Bundan böyle; Asrı saadette kuşluğu, Emevi ve Abbasilerde öğleyi, Selçuklu ve Osmanlı'da öğleden sonrayı, Gerileme devrinde ikindiyi, Tanzimatta akşam telaşını; Cumhuriyet'te de Batılılaşmayı yaşayan uygarlık güneşinin peşinden koşup, aydınlanmamız gerekiyordu. Bizi geriye bırakan da; güneşin tam tepemizde, ortalığın günlük güneşlik olduğu zaman diliminde mışıl mışıl uyumuş olmamızdı. Bu yönüyle, tarihin seyri ile kozmik akış arasında doğrudan bir ilişki vardır.
İşte Atatürk; tarihimizin böylesi bir ray değişimine ihtiyacı olduğunun çok yakinen bilincindeydi. O; bütün içtenliği ile şöyle diyordu: Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün mana ve şekliyle olgun bir topluluk haline getirmektir; inkılâplarımızın esas gayesi budur.
Din ile uygarlık arasında dolaylı bir ilişki vardır. Her şeyden önce, ortak aklımızın ve maşeri vicdanımızın ulaştığı refah ve kalkınmanın en küresel toplamı olarak ifade edebileceğimiz uygarlık kavramı; ilk güzele götürücü ilkelerini ve sarsılmaz saptamalarını, kuşkusuz dinlerin insanlığa armağan ettiği yüksek ilâhî vasıtalardan almıştır. Bunun bir sonucu olarak, hemen hemen üç büyük dinin dikkat çektiği "büyük günahlar" düzinesinin birçoğu, bugün neredeyse tüm dün ya milletlerinin veya devletlerinin hukuk anlayışında ortak bir norm olarak karşımıza çıkmaktadır. Mesela hırsızlık yapmak ve insan öldürmek gibi fiiller; üç büyük din olan Müslümanlıkta da, Hristiyanlıkta da, Musevîlikte de günahların en büyüklerindendir. Aynı günahlar, bugün; hemen her dünya ülke sinin de hukuk kavramına göre, cezaya mucip büyük birer suç olarak kabul edilmiştir. İnsanlık tarihi açısından bakıldığında; hırsızlığın bir suç olarak tespiti, en azından birer bilimsel keşif olan "çeliğin icadı" veya "Ohm kanunu" kadar önemlidir. Çünkü bu suç "üst benliğin cazibesi" açısından, kişinin kolayına gelen beşeri garizeleriyle örtüşmektedir. Şayet böylesi bir suç, başlangıçta ilâhî kaynaktan beslenen bir ikazla geriletilmemiş olsaydı, insanlık tarihinin en ilkel sosyolojik adımları olan klan ve fratri dönemleri, kuşkusuz çok da ha uzun yıllar devam edecek; dolayısıyla, uygarlığın gelişimi daha da gecikmiş olacaktı. Buradan, şöyle bir sonuca varabiliriz. İnsanın üst varlığı insanlıktır. Tıpkı her insanın, bir çocukluk döneminin olması gibi, insanlığın da bir çocukluk dönemi vardır. İnsanoğlu; nasıl sürünür, emekler, daha sonra da yürümeyi öğrenir ve koşarsa; insanlık da önce sürünmüş ve emeklemiş, ardından yürümeyi öğrenip koşma ya ve hatta uçmaya başlamıştır. Başka bir deyişle, dün ilâhî buyruklarla yürümeyi öğrenen insanlık; bugün tekerleği ve otomobili icat etmiş, gökyüzüne uçaklar salmış; yasamayı, yargıyı ve yürütmeyi öğrenmiştir. Din, bütün insanlığın kozmik kimliğini tayin eden bir realitedir. Başka bir deyişle o; biz kimiz, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz sorularının, en üst perdeden tek cevap vericisidir. Bu soruların, dine göre cevaplarını kaldırdığınız zaman; bütün insanlığı, hatta bütün varlık alemini en büyük anlamsızlık kriziyle karşı karşıya bırakmış olursunuz. Hak ve hukukun öldüğünü, ceza ve mükafatın komikleştiğini, mânânın yok olduğunu ve yeryüzünün birdenbire hiçleşip, bomboş bir çöle dönüştüğünü görürsünüz.
Bundan böyle Atatürk’ün; “Din vardır ve lazımdır.”, “Dinime; gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum.” şeklindeki sözlerinin içerdiği engin mânâ, dinin; aklımızın, fıtratımızın ve sosyolojik gerçeklerin olmazsa olmazı konumunda bulunmasına işaret etmektedir. Unutmayalım! İslâm bize; teslimiyetçiliği, güdülgenliği, bağımlılığı, edilgenliği, geriliği ve dinde aşırılığı değil; aksine yalnız Allah'a teslim olmayı, etkenliği, bağımsızlığı, ilericiliği, aşırılıktan kaçınmayı ve uygar olmayı öğütlemektedir.
Hz. Peygamber'in, başkent olarak seçtiği Yesrib'in adını Medine şeklinde değiştirmiş olmasının nedeni de budur. Çünkü Medine, kent; medenî de Medineli, sivil, kalkınmış, şehirli ve uygar demektir. Korkmayın! Sadece sevin ve sevinin. Allah insanı; kendisine, beni niçin var ettin? sualini sorduracak kadar özgür yaratmıştır. Zaten bütün problemler; insanlıkta değil insanlığımızda, dinde değil dinciliğimizde, İslâm'da değil Müslümanlığımızda, imanda değil mü'minliğimizde düğümlenmektedir.
NOT: Bu makale Diyanet aylık Dergisi 2003 Kasım sayısından alınmıştır.