Emanet kelimesi bize iki temel anlam çağrıştırıyor: Güvenmek ve güvenilir olmak. Birincisi ihtiyaçtır, diğeri ise bir erdem. Güvenme ihtiyacını her zaman taşırız da, güvenilir olmak erdemi için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Kendimizi yoklayalım, biraz ince düşünelim; emanet duygusunu göz ardı ettiğimiz, bize güvenenleri yanılttığımız "irili ufaklı" nice "olay"la karşılaşacağız.
Emanet konusunda “küçük kaçamak”lar yaparken düşünmeyiz ki, bu nitelik yoksa ihanet vardır ve güvenilir olmayan insan “hain”dir. Oysa hainliği "vatana ihanet" sınırlarına hapsetmiş bir anlayış hâkimdir sanki bize. İhanetin diğer alanları unutulmuş, normalleşmiştir âdeta. Söz gelimi, aile yuvası eşlerin birbirine sadık kalacağı ön kabulü üzerine kurulur. İşler değişip taraflardan biri "yan çizince" ortaya çıkan durum düpedüz ihanettir. Ancak bakın, nasıl da "aldatma" ve "birlikte olma" gibi nitelemelerle hafife alır olduk bu ağır ahlaki depremi. Konuğuna "Eşini hiç aldattın mı?" sorusunu yönelten program sunucusunun rahatlığına bakınız.
Emanet deyince genelde aklımıza, koruması için birine geçici olarak bıraktığımız şey gelir. Hukuk ağırlıklı bir yaklaşım söz konusudur bu bağlamda. Emanetin bir de ahlaki boyutu var ve bunu "güvenilir olmak" temelinde ele almak mümkün. İfade edelim ki gündelik-hukuki anlamı ile emanet algısını besleyen kaynak da budur. Bir kimseye koruması için bıraktığımız şeye "emanet" deyişimiz, onu teslim alanda var olduğunu kabul ettiğimiz güvenilir olma niteliği ile ilgilidir. Gerçekten de emanet duygusu insanın yapısında vardır ve vicdan dediğimiz ruh dünyası olgusundan beslenir. O sebeple her normal insan kendisine güvenilmesini ve başkalarına da güvenebilmeyi ister. Bu iki yönlü talebin gerçekleşmesi halinde toplumsal organizasyon sağlam bir desteğe kavuşmuş olur. Bireylerin birbirlerini kabullenmeleri böyle bir düzlemde mümkün olur.
“İman” ve “emanet” kelimelerinin aynı kökten gelmekte oluşu bile emanet konusunun din nazarında önemli bir yeri olduğunun işaretidir. "Ey iman edenler! Allah ve peygamberlerine hainlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emanetlere de hainlik etmeyin." (Enfal, 27-28.) ayetleri de bunu açıkça ortaya koyuyor. İşte bunun içindir ki emanet duygusunu yitirmek diğer bir ifade ile ihanet münafıklığın temel göstergeleri arasında sayılmıştır. (Buhari, İman, 24.) Evet, emanet niteliği öylesine önemlidir ki Müslüman, gördüğü hıyanete misli ile karışık verme yolu ile de olsa onu zedeleyecek bir davranış sergilememelidir. İşte ilke: "Sana emanet bırakanın emanetini geri ver. Sana ihanet edene ihanet etme.” (Ebû Dâvud, Buyû', 81.)
İnsan bir yandan emanet duygusunu yüceltirken diğer yandan onu çeşitli zaafların kurbanı kılabilmektedir. Kur’an, insanın emanet konusunda yaşadığı genel zaaf haline şöyle dikkat çekiyor: "Şüphesiz, biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. (Ancak insan çok kere, yüklendiği bu emanete riayet etmemektedir.) Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir." (Ahzâb, 72.) Burada insanın yüklendiği ifade edilen “emanet” çeşitli şekillerde açıklana gelmiştir. Bu açıklamaların ortak peydasını, “akıl ve irade sahibi olmanın gerektirdiği sorumluluk olgusu” şeklinde çerçevelemek mümkündür.
İnsan, iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yeteneğini olumlu yönde kullanmadığı zaman, hem kendisine hem de başkalarına, çevresine zulmetmiş olur. Ayette insan türünün bu özelliğine dikkat çekilerek onun genelde emanete riayet konusunda vefasızlığa yatkın olduğuna işaret edilmektedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki emanet duygusu yaratılıştan gelmekle beraber bütün ahlaki nitelikler gibi onun da zamanın olumsuz şartları içinde bastırılıp yok olabilmesi söz konusudur. Hz. Peygamber bu yok oluşun, insan uykuda imiş gibi, farkında olmadan azar azar gerçekleştiğini haber vermektedir. (Buhari, Rikak, 35.) İşte böyle bir düşüş yaşamamak için emanet duygusunun daima aktif tutulması gerekiyor. Bu noktada yapılması gereken şeylerden biri de uygun şartlar oluşturup insana güvenmektir. Güvenen kişi kendi içinde taşıdığı olumlu yapıyı güvendiği kimseye de yansıtır. Birine güvendiğinizi belli edin; ona, bu yolda büyük bir enerji aşılamış olacaksınız. "Güven büyük bir güçtür" diyor. Muhammed İkbal, "Birinin benim bir teorime güvendiğini görünce bu teorinin gerçekliğine olan güvenim sonsuz artmaktadır." (Muhammed İkbal, Yansımalar-Gençlik Notları, [İkinci Baskı, Kaknüs, İstanbul, 2007] s. 25.)
Aslında, koruması için birine bırakılan emanet belli bir maddi değer kadar emaneti bırakanın karşısındakine beslediği güven duygusunu da temsil eder. Bu yüzden, emanete hıyanet eden kimse emanet sahibinin sadece malını zayi etmemiş, ona ruh dünyası planında da haksızlık etmiştir. Bu yönü ile emanet duygusu kişinin dokunulmazları arasında önemli bir yer işgal eder. Emanet niteliği öylesine önemlidir ki, Müslüman gördüğü hıyanete misli ile karışık vermek yolu ile de olsa onu zedeleyecek bir davranış sergileyemez. Şu hadis-i şerif tam da bunu söylemiyor mu: "Sana emanet bırakanın emanetini geri ver. Sana ihanet edene ihanet etme.” (Ebû Davud, Buyu', 81.)
Toplumu ayakta tutan temel dinamiklerden birisidir emanet duygusu. Kur'an'ın peygamberleri güvenilir elçiler olarak sunması, hatta bu niteliklerini bizzat onların dili ile yansıtması oldukça anlamlıdır. "Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim." sözü Kur'an'da birçok peygamberin dilinden defalarca zikredilir. Bu vurgu, peygamberlik görevinde başarılı olmanın güvenilir olmakla sıkı sıkıya bağlantılı olduğuna işarettir. Hz. Muhammed (s.a.s.) daha peygamber olmadan önce, içinde yaşadığı putperest cahiliye toplumu tarafından bile “Güvenilir Muhammed” diye anılıyor, dürüst kişiliği ile saygı görüyordu. Getirdiği dine var güçleri ile karşı çıkan müşriklerin, güvenilir olması ciheti ile Hz. Peygamber’e toz kondurmamış olmaları bu duygunun insan ilişkilerindeki etkinliğini ortaya koyması bakımından önemlidir. Rasulüllah bu yönü ile, toplumun içine düştüğü bütün çürümüşlüklere, kötülüklerle ve acımasızlıklara rağmen yine de erdemli olunabileceğini ortaya koymuş ve “Hak bildiğin yolda tek başına yürüyeceksin” ilkesini hayata geçirmiş oluyordu. Muhammed (s.a.s.) peygamber olduğu için güvenilir değildi. Belki güvenilir olması onun peygamber olarak seçilmesinin alt yapı taşlarından birini oluşturuyordu.
Esasen bir alışverişler serisi olan ticari hayat emanet duygusunun en çok arandığı alanlardan biri. Müşterinin satıcıya, ortağın ortağa duyduğu güven bunun için satıcı nezdindeki en aziz emanettir. Onun içindir ki bir kutsi hadisteki ifadesi ile Allah Teala “Birbirlerine ihanet etmedikleri sürece iki ortağın üçüncüsü benim…” (Beyhaki, es-Sünenü’s-Suğrâ, [I-X, Haydarabat, Birinci Baskı, 1344] II, 78.) buyurur. Ticari hayatta emanet duygusu eksikliği ya da yokluğu ne boyutlarda evrakçılığa, hak ihlallerine, hukuki problemlere sebep oluyor, hep birlikte yaşayıp görüyoruz. “Açık hesap çalışmak” diye bir şey vardı esnaf dilinde, değil mi? Hoş, bu yara günümüz toplumuna has bir şey de değil. İnsan zaaflarının egemen bulunduğu her dönemde bu böyle olmuştur.
Hz. Peygamber’in sırdaşı Huzeyfetu’bnu'l-Yeman’ın (öl. 36/656 veya 657) şu yakınması bize bunu söylüyor: "Ben öyle günler gördüm ki, hanginizle alış veriş yaptığıma aldırmazdım. Muhatabım Müslüman idiyse, bana karşı hile yapmasına dindarlığı mani olurdu. Muhatabım yahudi veya Hristiyan idiyse, onu da yöneticisi bana hile yapmaktan alıkoyardı. Fakat bugün sizden sadece falanca falanca ile (gönül huzuruyla) alış veriş yapabilirim." (Buhari, Rikak, 35.)
Toplumsal hayat son noktada bir iş bölümü organizasyonudur. Böyle bir organizasyonda “işlerin iyi gitmesi” için herkesin üstlendiği görevi bir emanet olarak algılaması, onu en güzel ve en verimli bir şekilde yerine getirmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) toplumun her kesiminden sorumlu kişilere ve onların sorumluluk alanlarına çoban benzetmesi ile gönderme yaparak bu kişilerin emanete riayet etmesinin toplum açısından taşıdığı hayati önemi hatırlatır. (Buhâri, Ahkam, l.) Bu noktada özellikle kamuyu ilgilendiren iş ve görevlerin özel bir hassasiyetle ehil ellere bırakılmasının önemini vurgulamak gerekiyor. Kıyametin ne zaman kopacağını soran sahabiye Hz. Peygamber emanete riayetin yok olacağı zamanı işaret emiş; bunun ne zaman olacağı sorusuna ise “İşler liyakatsiz kimselerin eline bırakıldığı zaman” cevabını vermiştir. (Buhari, İlim, 2.)
Liyakatli el, işi olması gerektiği en güzel ve en yararlı şekilde yapan eldir. İslam ahlakının “ihsan” ve “itkan” adı altında emrettiği tutum budur. İhsan ve itkan bilinci iş hayatında emanet duygusunun hayata yansıtıldığının göstergesidir. Görev ihmalleri, yetkilerin kötüye kullanılması, zimmet ve rüşvet olaylarına karışmak emanete hıyanetin hemen hiç eksik olmayan örnekleridir.
Oysa mümin kesinlikle bilir ki “Kim emanete hıyanet ederse, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyle birlikte gelecektir. Sonra hiçbir haksızlığa uğratılmaksızın herkese kazandığının karşılığı tam olarak verilecektir." (Âl-i İmran, 161.) Bu açık uyarıya rağmen ne yazık ki emanet vadisinin en netameli alanlarından biri de kamu malı alanıdır. Kamu malına karşı sergilenen genel tecavüzcü yaklaşımı atasözümüz iğneleyici bir söz kalıbı ile ne de güzel ifade ediyor: “Devletin malı deniz, yemeyen domuz.” Bu söz, toplum içinde harama çeken bir damarın, Kur’an’ın getirdiği emanet duyarlılığı ilkesine ne kadar yabancı olduğunu gözler önüne sermektedir. Hatırlatalım ki on dokuzuncu yüzyıla kadar İstanbul vilayeti yönetiminin adı “şehremaneti” idi. Anlamlı bir isimlendirme değil mi?
Bütün bunlar tamam da, insan her şeyden önce kendine karşı emin olmak durumundadır. Dünyaya gelirken beraberimizde getirdiğimiz ve çok kere bilinicinde olmadığımız nice nimetler var; beden, sağlık, gençlik ve maddi imkânlar gibi. Bunların her biri insana bırakılmış birer ilahî emanettir. Ömrümüzün her anının emanetçisiyiz. Allah’ın Rasulü, uzun bir ömür yaşadığı halde ebedi mutluluğu kazanmayı başaramayan kimsenin mazeretlerinin geçersiz olacağı uyarısında bulunur. (Buhârî, Rikâk 4.) Bu emanetlerden doğan sorumluluğun hesabı Allah’a verilir. Kıyamet gününde insanın, ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede eskittiğinden, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, bildiklerini ne kadar uyguladığından hesaba çekilmedikçe mahşer yerinden ayrılamayacaktır. (Tirmizi, Kıyamet,1.)
Hazırlıklı olmak gerekiyor.
Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Eylül 2010 sayısında yayınlanmış, önemine binaen 2010 Kur'an yılı dolayısıyla yayına konulmuştur.