Öyleyse amaç edinerek ya da edinmeyerek, İslam’ın özünü uygulamaya geçirmiş olan Atatürk’ün, maneviyata verdiği önem de ortada olduğuna göre, Allah mefhumunu zihninde idraki ya da çözüşü ne seviyededir? Bunu incelemek için de bir iki örneğe değinelim: 1920 yılında Ankara Harbiye Okulu’nun açılış töreninde Mustafa Kemal Paşa’nın konuşmasının son cümlesi: “Hepinize başarılar dileyerek, Allah’ın birliğine emanet ediyorum.” (24) şeklinde olmuştur Bu tarz hitapları bu tarihten sonra diğer bazı konuşmalarında da yapar. Ancak bu hitap, özü kavranılarak yapılan bir hitap mıdır, yoksa basmakalıp bir hitap tarzı mıdır? Zira bu önemli bir noktadır çünkü Allah’ın birliği İslam’ın en temel ve zor konusudur. Bu nedenle örneklere devam etmekte fayda vardır: “Allah kavramı, insan beyninin çok güç kavrayabileceği fizik ötesi bir meseledir… Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akli mantığa, hakikate uymamış olsaydı bununla diğer ilahi ve tabi kanunlar arasında aykırılıklar olması gerekirdi. Çünkü bütün kanunları yapan Cenab-ı Hak’tır.”(25)
“Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen anlatıyor: “…Allah, büyük bir kuvvettir. Ona inanmak lazımdır” dedi. Ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki, Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur. Ve Ata, bütün söylenenlerin hilafında dindar bir insandı.”(26)
Atatürk’te Halis Din ve Hurafe Ayrımı:
“Maurice Perno(Fransız gazeteci): “Şu halde yeni Türkiye’nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek?” Atatürk: “Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz.” M. Perno: “Zat-ı asilaneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?” Atatürk: “Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun’i, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”(27)
“Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla itham ediyor, duraklamamızı ve çöküşümüzü buna bağlıyorlar; bu bir hatadır. Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, Müslüman erkekle, Müslüman kadının beraberce din öğrenerek eğitilmesidir. Kadın ve erkek bu ilim ve eğitimi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kuralla bağlanmış zannettiğimiz şey yoktur. Türk sosyal yaşantısında kadınlar bilimsel yönden eğitim ve öğretim görmekte ve diğer konularda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir.”(28)
“Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var malzemesi iyi. Fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayi takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır.”(29)
İslamın En Önemli Özelliği: Kişisel Kurtuluş Dini Olması ve Ruhbanlığın Reddi:
“Her şeyden önce, şunu en basit bir dini bilgi olarak bilelim ki, bizim dinimizde özel bir sınıf yoktur. Ruhbanlığı reddeden bu din, dinde tekelciliği kabul etmez… O halde biz diyemeyiz ki, bizde özel bir sınıf vardır. Diğerleri dini yönden aydınlatma hakkından yoksundur. Böyle düşünecek olursak, kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir. Hoca olmak için, yani dini gerçekleri halka telkin etmek için, mutlaka hoca elbisesi şart değildir. Bizim yüce dinimiz, her erkek ve kadın Müslüman’a genel olarak araştırmayı farz kılar ve her erkek ve kadın Müslüman, toplumu aydınlatmakla yükümlüdür.”, “Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, akılladır.”(30),
“Bir takım şeyhlerin, dedelerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasında sürüklenen ve alınyazılarını ve canlarını, falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan meydana gelmiş bir topluluğa, uygar bir ulus gözüyle bakılabilir mi?”(31)
“Dil çalışmalarının bir toplantısında eski bir medreseli olan Konya Milletvekili Naim Onat’ın güya Mevlana’yı yermek istemesi üzerine Atatürk: “Eğer Mevlana’yı sizler gibi kavramak gerekseydi, O büyük insanın ruhu dertlenir, biz de belki saygısızlık göstermek zorunda kalırdık. Mevlana’yı ululuğuyla kavrayabilmek için medresenin dar kapısından geçmemiş olmak gerek.” der.”(32)
“Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. … İslam’ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz”(33)
“İslamiyet aile ocağında öğrenilir, bir ruhban, bir hoca sınıfına ihtiyaç yoktur. İslamlık, hiçbir zaman, Hıristiyanlık gibi karışık birçok kaideleri ihtiva etmez; İslamlığın esası temizlik ve dürüstlüktür.”(34), “İslam hayatı topluluğunda hiç kimsenin bir sınıfı ayırarak (özel davranarak) korumasını sürdürmeye (koruyup-gözetmeye) hakkı yoktur.”(35)
Ruhbanlığın En Üst Yansıması Olan Halifeliğin Reddi:
İslam’da aslolarak, herhangi bir insan değil her bir insan halifelik potansiyeline sahiptir. Dikkat edelim burada bir Müslümandan bile değil, sadece en yalın haliyle insandan bahsediyoruz. Çünkü İslam’a göre insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu düsturu, İslam’da ruhbaniyettin olmaması ve dolayısıyla her insanın kendi kurtuluşunu yine kendi birikimiyle sağlamak zorunda olduğu gerçeğiyle birlikte ele aldığımızda, -insanlık tarihinden de bildiğimiz üzere siyasete bulaşmamış bir ruhbanlık da, aslında tanımı ve fonksiyonu gereği zaten muhal olacağından- dinin ve siyasetin hâlihazırda, İslam’ın özünde birbirinden ayrılmış olduğunu fark ederiz. Bu da bize İslam’ın –İslamı da tüm dinlerin özü ve saf hali olarak düşündüğümüzde, dinin- laik olduğunu gösterir. Laiklik fikri, dejenere olmuş bir Hristiyanlık taassubuna tepki olarak ortaya çıktığı için, dinin zıddı sanılmıştır. Oysaki laiklik, dinsel kaygılarla ortaya çıkarılmamış olsa da, derin anlamıyla düşünüldüğünde, dejenere olmuş herhangi bir dinin, o dini saf haline dönüştürme işlevini görecek şekilde, zıttıdır. İşte tam da bu yüzden, mutlak dinin zıddı olmak şöyle dursun, bir özelliği ya da unsurudur.
“İngilizler esaret altında bulundurdukları İslam Alemine karşı daima baskısını kolayca sürdürebilmek için değerli bir alete, bir araca muhtaçtırlar. Bu gereksinimlerini zaman zaman açığa vurmuşlardır. İngilizlerin gözünde bu değerli araç, hilafet makamına oturtacakları kişidir… Sömürgeci Devletlerin hiç vazgeçemedikleri usül, Müslüman memleketlerini taassup zincirinde bağlı tutmak, böylece göz açmalarını, hak ve hürriyet aramalarını önlemektir. Bize de, yarın paylaşacakları bir sömürge gözüyle baktıkları için, yıllardan beri bizi, üç yüz milyon Müslüman’ın halifeliği sözüyle oyalamışlar, böylece Ulusumuzu taassup baskısı altında tutmaya uğraşmışlardır. Hâlbuki bu üç yüz milyonluk dayanışma iddiasının hiçbir esasa dayanmadığı, dünya savaşında emperyalist devletlerin Müslüman uyruklarını, düşman sıfatıyla her cephede karşımızda görmemizle ve Almanların tesiriyle ilan ettiğimiz mukaddes cihadın hiçbir netice vermemesiyle belli olmuştur. Biz halifeliği kaldırdığımız zaman sömürgeci ve emperyalist devletler, ‘Bizi tehdit eden bir tehlike ortadan kalktı. Müslüman Birliği sistemi sarsıntıya uğradı’ diye sevinmeyeceklerdir. Tam tersi, ‘Bize, Müslüman memleketlerini uyuşuk bir durumda tutmak imkânı veren bir vasıta elimizden kaçtı’ diye dövüneceklerdir, bize karşı hücuma geçeceklerdir.” Mustafa Kemal’in bu konuda da yanılmadığı, 3 Mart 1924 tarihinde hilafetin kaldırılması olayının Batı’dan gelen yankılarıyla kanıtlandı. Batı basını, bir koro düzeyinde şu şarkıyı söylüyordu: “Bu ne gaflettir! Türkler, hilafetin etrafındaki kutsal birliği elden kaçırıyorlar..”(36)
“Dâhil olmakla bahtiyar olduğumuz İslam dininin, asırlardan beri alışılmış olduğu üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden kurtarılması ve yükseltilmesinin elzem olduğu hakikatini müşahede ediyoruz.”(37), “45 yıl içinde Anadolu evlatlarından Yemen’e gidip ölenlerin sayısını biliyor musunuz? Bir buçuk milyondur. Bu, kayıtlara geçen sayıdır. Buna ek yapınız. Suriye’yi beklemek için, Irak’ı beklemek için ve bir takım çevreyi beklemek için boş yere harcadığımız evlatlarımızın sayısını düşününüz.”(38)
Kaynaklar:
(24) Niyazi Ahmet Banoğlu, fıkra Nükte ve Çizgilerle Atatürk, s. 31
(25) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93- Balıkesir’deki Paşa Camii hutbesi- 7 Şubat 1923
(26) Avni Altıner, Her Yönüyle Atatürk, 2. Baskı, Bakış Kütüphanesi, İstanbul, 1974, s. 376
(27) Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32
(28) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s.86
(29) Sadi Borak, Atatürk ve Din, 2.bskı, Anıl Yayınevi, İstanbul,1996, s.87
(30) Atatürk’ten kalan el yazısı belgelere dayanarak- Bütün Dünya Dergisi 2001/2, s.48-53
(31) Söylev, G.M.K. Atatürk, 1927
(32) Mehmet Önder, Atatürk Konya’da, s.3
(33) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90
(34) Yusuf Kemal Tengirşek, Atatürk Din ve Laiklik, s. 138
(35) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, II. Cilt, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1989, s. 94
(36) Yaşar Öztürk- Bütün Dünya Dergisi, 2004/3 s. 21-26
(37) Mustafa Baydar, Atatürk Diyorki, s. 56
(38) Atatürk’ün 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi öncesi halka seslenişinden