Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet işleri Başkan Yardımcısı
Din hizmeti, gerçekten çok kapsamlı ve özellikli bir hizmettir. Onu, dar bir çerçevede değerlendirmek veya sadece imamet ve hitabetle sınırlandırmak doğru değildir. Zira ibadete başlamadan önce insanları ruhen ve bedenen bu ortama hazırlamak, vaktin girdiğini hatırlatmak ve davet etmek ayrı bir önem arz etmektedir. Bu bağlamda ibadet edilecek caminin iç ve dış görünümü, estetiği, temizliği, abdest alma yeri, bahçesi, minberi, mihrabı ve kubbesi bile insanı belli ölçüde etkilemektedir.
Aynı şekilde camide görev yapan imam ile müezzinin tutumları, mesleki kabiliyetleri, insani ilişkileri, okuyuşları, sesleri ve makamları gibi durumlar; cemaatin memnuniyetini, eksilmesini veya artmasını etkileyen unsurlardır. Özellikle müezzinlerin ezanları ve sesleri sadece caminin içinde kalmamaktadır.
Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde, minarelerden yükselen bu ezan ve salalar sokaklara, meydanlara, iş yerlerine ve evlere kadar ulaşmaktadır. Diğer bir ifade ile canlı ve cansız bütün varlıklar bu sesten nasiplerini almaktadırlar. Bazen din hizmeti kapsamında imam-hatip, Kur’an kursu öğretmeni, vaiz, müftü ve diğer idari personelin görevlerinden söz ederiz. Fakat müezzinlik hizmetleri üzerinde yeterince durduğumuzu söyleyemeyiz. Hatta çoğu kez bu görev, sadece bir istihdam alanı olarak algılanmıştır. Onun etkileyici ve büyüleyici rolü üzerinde durulmamıştır. Oysaki güzel bir sesle ezan okuyan bir müezzin her zaman çevrenin coşku ve heyecan kaynağı olabilir. Bu nedenle biz, bu yazımızda müezzinliğin tarihi süreci, değeri, din hizmetindeki yeri ve ezanın önemi üzerinde durmaya çalışacağız.
İslam kaynaklarında müezzin; çağrıda bulunan, ezan okuyan ve kamet getiren kimse anlamına gelmektedir. İslam’dan önce Arap toplumunda münadi kavramı kullanılırdı. Bu amaçla toplantılarda ve diğer önemli olaylarda insanlara duyuruda bulunmak üzere sesi gür ve uygun insanlar görevlendirilirdi. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) de Mekke döneminde bazı olaylar için münadi görevlendirmiş ancak namaz vakitlerini duyurmak için kimseye özel bir yetki vermemiştir. Fakat bu, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in müezzine ihtiyaç duymadığı anlamına gelmez. Belki de Mekke’nin o günkü stratejik yapısı ile insanların ilk Müslümanlara bakış açısından kaynaklanmaktadır.
Hal böyle olunca Mekke’nin ilk döneminde ezan okumak ve müezzin aramak gibi bir zaruret ön plana çıkmamıştır. Ancak hatırlanacağı üzere Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber (s.a.s.), bağımsızlığın bir sembolü olarak ezanı önemsemiş ve Hz. Bilal’i Kâbe’nin damına çıkararak ilk ezanı okutmuştur.
Bu uygulama ile bir yerin fethedilmesinden sonra ezan okunması, imam ve müezzin tayin edilmesi bu tarihten itibaren teamül haline gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de münadi kelimesi; A’raf ve Yusuf suresinde bir olayı, haberi başkasına duyurmak ve iletmek anlamında kullanılmıştır.
Cuma suresinde ise; cuma namazı vaktini duyurmak ve ona davet etmek anlamında zikredildiği anlaşılmaktadır: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu zaman), hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma, 9)
Bilindiği üzere; cuma namazı Medine döneminde farz kılınmıştır. Bu durumda namaz vaktinin ilan edilmesi ve cemaatin namaza davet edilmesi için burada, daha uygun bir ortam oluşmuştur. Bu nedenle ezan, dinî açıdan bir ihtiyaç olarak ancak Medine döneminde gündeme gelmiştir.
Bu husus, bir bakıma Müslümanların hicretten sonra daha serbest ve bağımsız bir hüviyete kavuştuklarının da önemli bir işaretidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), hicretten hemen sonra namaz vakitlerini herkese duyurmak için yakın arkadaşlarıyla istişare etmişlerdir. Bu istişare ve görüşmelerde namaz vakti girdiğinde ateş yakmak, çağırmak, zil çalmak ve yüksek bir direk hazırlayıp üzerine bez asmak gibi öneriler gündeme gelmişti.
Yapılan bu toplantıda çeşitli konular üzerinde değerlendirmeler yapılmış, ancak bir sonuç alınamamıştır. ilk günlerde ezanın lafızları belirlenemediği için Hz. Peygamber (s.a.s.) Bilal-i Habeşi’yi namaz vakti girdiğinde çevresindekilere “es-salah” (Haydin namaza) diyerek duyuruda bulunmakla görevlendirmiştir. Fakat tam bir müezzinlik hizmeti henüz başlamamıştır.
Namaz vakitlerinin duyurulmasıyla ilgili çözüm ve çare aranmaya devam edilirken ensardan Abdullah bin Zeyd, bugün okuduğumuz ezanın lafızlarını rüyasında görmüş ve iki kez okumuştu. Hemen huzura gelerek bu durumu Rasulüllah’a arz emişti. Abdullah’ı dinleyen Hz. Peygamber (s.a.s.) olayı tasdik etmiş ve sevincini ifade ederek bu sözlerin Bilal-i Habeşi’ye öğretilmesini söyledi. Çünkü onun sesi daha gür ve güzeldi. Bunun üzerine Bilal bir evin damına çıkarak ilk ezanı okumaya başladı. Ezanı duyan Hz. Ömer yatağından fırlayarak gömleğiyle sesin geldiği yere doğru koşmuştu. Aynı gece ashaptan yedi kişinin daha ezan sözlerini içeren rüyayı gördüğü haberi geldi. Böylece Hz. Peygamber’in muvafakatiyle ezan, hicretten bir yıl sonra Medine döneminde 623 yılında islam dininin bir şiarı olarak meşru kılınmıştır. Artık ezan sözlerinin kabul edilmesiyle müezzinlik de bir müessese ve değer olarak ortaya çıkmıştır.
Ezanın okunuş sebebi vaktin girmesidir. Buna göre; müezzin vakti bilen, ona riayet eden, sesi güzel ve gür olan biri olması gerekir. Hatta mümkün olduğu kadar doğal sesini yükselterek okumak daha uygundur. Bu itibarla cumanın ikinci ezanından başka cami içinde ezan okunmaz.
Çünkü ezanın asıl amacı; namaz vaktinin girdiğini ilan etmek, halkı camiye ve cemaatle namaz kılmaya davet etmektir. Ancak günümüzde genel olarak ezanın mikrofon ve hoparlörle okunması teamül haline gelmiştir. Bu uygulamada, ses cihazlarının ayarına dikkat edilmelidir. Görevlilerin dışında kimse müdahale etmemelidir. Özellikle ezanı yüksek sesle okuyarak aşırı derecede yankılamalara yer verilmemelidir.
Çünkü cihazları gereğinden fazla açarak maksadı aşmak beraberinde tepki ve rahatsızlık da getirebilir. Yanlış anlaşılmalara neden olabilir. Ne yazık ki bazen caminin içinde müezzinlik yapılırken bile etrafta bulunan beş-on cemaat için ses cihazları orantısız olarak açılmaktadır. Böylece çoğu kez işin ibadet boyutu gölgede kalmaktadır. Hatta insanlar önemli ölçüde sıkılmakta ve rahatsız olmaktadır. Yanlış anlaşılacağı endişesiyle kimse düzeltme cihetine de gitmemektedir.
Gerçekten bu tablo, hem müezzin hem ezan için beklenen ve arzu edilen bir sonuç değildir. Çünkü ezan, kulağa hoş ve belli bir düzeyde gelmelidir. Onun ilahî ve tatlı akışına hisler karışmamalıdır. Yeri gelmişken hemen hatırlatalım ki ezan, lafızları bakımından da zengin ve derin bir anlam taşımaktadır. Bu cümlelerin her biri imanın ve ibadetin bir mesajı niteliğindedir. Ancak orijinal sözleriyle okunduğu takdirde bu anlamı ve hazzı almak mümkün olur. Zira ezan, Yüce Allah’ın büyüklüğünü ve kudretini dile getirmektedir. Kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in de onun kulu ve elçisi olduğuna dair şahitliği ve ikrarı tazelemektedir. Namaza ve onu kılmakla ulaşılacak mutluluğa davet etmektedir. Son kısmında yine Allah’ın büyüklüğü ve O’ndan başka hiçbir ilah’ın olmadığı bir kez daha vurgulanmaktadır. Sabah vaktinde ise namaza kalkmanın ve onu ifa etmenin, uykudan daha hayırlı olduğu dolayısıyla sabah anının iyi değerlendirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Bu itibarla ezan, cümleler arası kısmen açılarak duygulu bir eda ve seda ile okunmalıdır. Özellikle vakitlere ve makamlara riayet edilmelidir. Sesi uygun olmayan kimse, ezan okumakta ısrar etmemelidir. Esasen bu tür kimseler müezzin olarak da atanmamalıdır. Böyle bir uygulama, görevliye, cemaate hatta ezana bile haksızlıktır. Aksi halde ezanın sesindeki ve ruhundaki güzellik kaybolabilir. Çünkü ezan; M. Akif’in işaret ettiği gibi, “tevhit inancının temeli ve amentüsü”dür. Onun iç âleminde ve derinliğinde; inanç, ibadet, mabet, sükûnet, huzur, barış, hürriyet ve bağımsızlık vardır:
“Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne na-mahrem eli;
“Bu ezanlar -ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli”
Bu duygu ve heyecanın bir sonucu olarak dünyaya gelen her çocuğun kulağına giren ilk ses, ezan sesi olmaktadır. Zira onun ismi bile ancak kulağına ezan okunduktan sonra belirlenmektedir.
Burada bir kadın doğum hekiminden duyduğum bir olayı okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Bu hekimin çalıştığı hastanede gecenin ilk saatlerinde bir doğum olayı gerçekleşmektedir. Dünyaya gelen bir kız çocuğudur. Ancak gece boyunca ağlamaya devam ediyor. Çocuk doktorları başta olmak üzere bütün ilgililerin gayretine rağmen onu teskin etmek mümkün olamamıştır. Artık sabah namazının vakti girmek üzeredir. Hastanenin hemen yakınındaki caminin müezzini güzel sesiyle ezan okumaya başlar başlamaz, o masum yavrucuk ağlamasını kesmiştir. izahı zor ama onu sakinleştiren, ezan sesinden başka bir şey değildi. Evet, saatlerce muayene ve tedavi ile teskin edilemeyen bu yeni ve küçük misafir, âdeta ezanın sesiyle dünyayı kabullenmiş ve istirahat etmeye başlamıştır. işte ibret ve hikmet yüklü bir olay…
Milli ve manevi değerlerimiz; camilerimizin mihrapları, minberleri, kubbeleri ve zarif minarelerinden yükselen ezan sesleriyle yaşamaktadır. Çünkü ancak bu ezanlardır ki şu toprakların Müslüman yurdu olduğuna şahitlik etmektedir. Bu nedenle merhum Akif’in dediği gibi bu ezanlar sonsuza kadar yurdumuzun üzerinde inlemelidir. Zira vatanımız, varlığımız, istiklalimiz, meydanlarımız ve bayrağımız hep ona muhtaçtır.
Bu itibarla müezzinlik onurlu bir görevdir. Onu usulüne uygun ve hakkını vererek yapmak ne kadar güzeldir! Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bu konuda şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir. “Müezzinler, kıyamet gününde boyunları en uzun (yani herkesten yüksek) olan kimselerdir.” (Müslim, Salat, 14) Diğer bir hadiste ise müezzinliğin fazileti şöyle ifade edilmiştir: “insanlar müezzinlik yapmanın ve ilk safta bulunmanın ne kadar sevap olduğunu bilselerdi buna ulaşmak için kuraya başvururlardı.” (Buhari, Ezan, 8)
Hz. Ömer (r.a.) de müezzinliği çok sevdiğini ifade ederek “Halifelik görevim olmasaydı ezan okur, müezzinlik yapardım” demiştir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke’nin fethi esnasında Hz. Bilal’e, Kâbe’nin damında ezan okumasını tavsiye etmesi bu görevin önemine işaret etmektedir. Daha sonra da, tayin edilen valilerden ve yeni Müslüman olan kabilelerden de imam ve müezzin istihdam etmeleri istenmiştir. Hz. Ömer de, Kufe kadılığına tayin ettiği Abdullah bin Mes’ud’a, beraberinde müezzinlik görevini de vermiştir.
Osmanlı döneminde de, din hizmetinin yürütülmesi için müezzinler tayin edilmişlerdir. Sayısal olarak imam-hatiplerden sonra ikinci sırayı alan müezzinler, padişahın beratı üzerine göreve başlıyorlardı. Sivil alanda, şehir merkezlerinde ve mahallelerde; askeri yerlerde ise, garnizonlarda, kalelerde ve donanma gemilerinde görev yapmışlardır. Müezzin tayinlerinde belli usul ve şartlara riayet edilmiştir.
Dinî bilgi yanında özellikle güzel ses ve musiki kabiliyetler aranmıştır. Bu cümleden olmak üzere Türk musikisinde şöhret bulmuş bestekârlar arasında çok sayıda müezzin vardır. Osmanlı devrinde; musikimizin yaşamasında usta müezzinlerin önemli katkısı olmuştur. Son iki asırda iz bırakanlar arasında; Sultan Ahmed Camii müezzini Hocazade Mehmed Enveri, Zeyrek Camii müezzini Hüseyin Dede, Çilingirzade Ahmed Ağa Camii müezzini ismail Efendi, Süleymaniye Camii müezzini Hafız Kemal ve Sultan Selim Camii müezzini Süleyman Efendi gibi simaları sayabiliriz.
Özetlemek gerekirse camiler Allah’a ait nezih mekânlardır. Müezzinler ise bu camilerin halka açılan kapıları ve gülen yüzleridir. Hal böyle olunca bu mabetleri sahiplenmek, temiz tutmak, geleni ve gideni güler yüzle karşılamak, tanışmak ve ilgilenmek Allah’ın bir lütfu olarak değerlendirilmelidir.
Bu onurlu görevin piri Bilal-i Habeşi’nin yolunda yürümek ne büyük bir nimettir.
O halde geliniz kararlı ve ısrarlı olalım.
Eda, seda ve insani ilişkilerle bu hizmetin değerini ve güzelliğini taçlandırmaya hiçbir şey engel olmamalıdır.
Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Eylül 2009 sayısında yayınlanmıştır.