Kalıbı ile Osmanlı tahtında oturan Üçüncü Sultan Selim, gönlü ile Mevlevi postunu ihtiyar etmiş bir derviş kişi olmakla, husûsi meclislerine revnak veren şâir ve mûsıkîşinaslar arasında, bilhassa, mensup olduğu Mevlevi tarîkinin yetiştirdiği san'atkârlar geniş ölçüde bulunurdu. Pek tabiî ki bu kafilenin başında bulunan, büyük şair Şeyh Galib'di.
Mamaafih sarayda Galib Dede'yi şevk ve iştiyâkla arayan yalnız pâdişâh değildi. Duygulu ve zarîf bir kadın olan Mihrişah Vâlide Sultan'la diğer sultanlar da onun, bir edeb ve irfan heykeli hâlinde, cübbesinin etekleri uça uça sarayın çatısı altına girdiğini görmek isterlerdi. Fakat pâdişahın genç ve güzel kardeşi Beyhan Sultan için Galib Dede, hayat çenberinin merkez yerinde oturan tek hâkim kuvvetti. Mutlak aşkı bu mukayyed vücudda seyreden genç san'atkar için de hâdise, muhteşem bir gönül yangınından başka bir şey değildi. Fakat sonuna kadar garib kalmaya mahkûm olan bu aşk, ona en coşkun ve renkli mısralarını söyletmesine ve sarayın ısrarlı dâvetlerine rağmen, büyük san'atkârın çekingenliğini silememişti. Onun için de Şeyh Galib, daima temkinli ve ölçülü kalmış bir saygı ile, bu temiz ve saf gönül hikâyesine toz kondurmaktan şiddetle geri durmuştu.
Ne tuhaf ki Galib Dede, alev alev y,anan büyük aşkına rağmen, saraya hesapla adım atarken, pâdişah, genç şeyhin postnîşin olduğu Galata Mevlevîhânesi'ne sık sık gider, mukabele günlerini hemen hiç kaçırmak istemezdi.
Üçüncü Sultan Selim devri, sanki alevi geçmiş bir ateşin kor haline gelmiş muhteşem sıcaklığı gibi idi. Acaba gün olup bu kor da küllenir olursa, onda yine, estikçe parlayan kıvılcımlar uyanacak ve eski zamanının şâşaasından haber söyleyecek miydi?
****
Hükümdarın büyük bir vukuf ve san'at dehâsıyle meydana getirdiği eserlerden Sûz-i Dil’arâ’lar, Rast-ı Cedîd'ler, Pesen-Dîde'ler, Mâhur'lar, Arazbar'lar, Şehnaz ve Şevk-Efzâ makamlarından bestelediği âyinler, besteler, semâî, peşrev ve şarkılar, hep burada, akıcı yıldızlar gibi bir biri arkasından ve birbirinden parlak, kayıp giderdi.
Fakat her çeşit san'at hareketi ile zevklenip alâlanan Üçüncü Sultan Selim için mûsıki, yalnız kendi şaheserlerinden ibaret değildi. Devrin önde giden bestekârlarını kolu kanadı altında tutan büyük pâdişaıh, genç ve yeni istîdadları uyandırıp, ihsan ve iltifâtına gark ede ede, bir irfan ve san'at hâmisi olarak, kâh saz âlemlerinde kâh şiir meclislerinde, kâh Çırağan eğlencelerinde ve daima resmî hayatının mesûliyet ve mükellefiyetleriyle çevrili olarak hayatını geçirirdi.
Yıldan yıla yaprak döküp yaprak veren bir ağaç gibi, asırlardır işlene gelen mûsıkî, millî ruhun ve millî ihtiyacın müşküllerini çözen, suallerini cevaplandıran, taleplerini karşılayan, kâh coşturan, kâh kandıran bir davet bir çağırış ve çağrılış kıvamını bulmuştu.
Bir göz açıp kapama ânında insan ruhuna sükunla çılgınlığın, ümidle bezginliğin, varlıkla yokluğun arasını silen, çoklukları yokluk edip birleştiren, bağdaştıran bu tılsım, sanki iliklere işleyip iliklerden taşan adsız sansız bir büyü idi.
Her medeniyet asrı, bir ağaç gibi boy atıp dallarını budaklarını vecid ve san'at göklerine salarak bu ağaçta en Leziz mahsullerini vermişti. Ama şimdi, beli bükülmüş bu medeniyetin, gün günden kısırlaşan iklîminde, nasıl oluyordu da aynı ağaç, yine aynı çeşnideki meyvelerini vermekte devam edebiliyordu?
Acaba bu, bir ölüm hastasının son hayat hamlesi, sönmek üzere olan bir meş'alenin âni ve nihâî parlayışı mıydı? Ortada bir hakikât varsa, üstad bir bestekâr ve icrakâr olan pâdişahın huzuru, san'at topunun, anlı şanlı ellerde birinden ötekine atılıp tutulduğu bir yarış meydanı halinde bulunması idi.
Hakikat şudur ki XIV., XV.ve bilhassa XVI. asırlarda imparatorluğun bütün müesseseleriyle beraber cemiyet ve san'at hayatı da, öylesine sağlam temeller üzerinde yükselmiş bulunuyordu. Fakat müteâkip asırların askerî, siyasî, ve içtimâî yıkılışına rağmen musiki hayâtı tekâmülüne, devam ediyordu. Bu ise <> kanununa uymuyorsa da gerçek buydu.
Sazlarıyla, sesleriyle, sözleriyle de, pâdişahın meclislerine kimler iştirak etmezdi ki? Vardakosta Ahmed Ağa, Şâkir Ağa, Tanburi İsak, Ârif Mehmed Ağa, SadulIah Ağa, Dellâlzâde İsmail Efendi, Mutafzâde Ahmed Efendi, Çilingirzâde Ahmed Efendi, Keçe Arif Ağa, Haşim Bey, Eyyubî Mehmed Bey, Küçük Mehmed Bey, Necib Ağa. ismet Ağa, Mâhir Ağa, Kemani Ali Ağa, Birinci İmam Zeynel Abidin Efendi, Abdülhalim Ağa, nihâyet Hamâmîzâde Îsmâil Dede...
Padişahın bazan şiir ve mûsıki meclislerini sarayın dışına da nakledip Boğaziçi kasırlarında da ihya ettiği olurdu. Ne ki, Büyük Selim, bütün bu ıslâh faâliyetlerinin zahmet ve meşakkatlerinden bunaldıkça, yorgunluklarını, sanki bir mola taşına yaslar gibi, söz ve saz âlemlerinin içinde dinlendirmeğe uğraşarak teselli bulurdu.
****
. İşte günlerden bir gün, san'at hareketlerini kulağı kirişte tâkib eden hükümdâra, uzaklardan bir çilekeş Mevlevî dervişinin sesi erişti. Yenikapı Mevlevîihânesi'nin bu genç mürîdi, daha çilesinin ikinci senesinde:
Zülfündedir benim baht-ı siyahım
Sende kaldı gece gündüz nigâhım
diye, İstanbul ufuklarında dalgalanan ilk bestesini, çileye soyunduğu dergâhının duvarlarından aşırarak san'at muhitlerine, oradan da saraya duyuracak bir kudret göstermiş bulunuyordu. padişah, kulağına erişen bu olgun sesin sahibini görmeli idi.
Genç bestekâr ile karşılaşmak, âdetâ câzibe kanûnunun çaresizliği gibi, önüne durulamaz zarûretlerdendi. Derhal sarayın açılan kapısından, Musâhip Vardakosta Ahmed Ağa çıkarılarak, Yenikapı Mevlevîhânesi postnîşini Ali Nutkî Dede'ye gönderildi. Şeyh Efendi, tarîkinin âdâbına göre, bu hakanî emri, ancak bir şartla kabûl edebilirdi. Çile müddeti dolmamış bir dervişin çilesi kırılmamak için, gün kavuşmadan dergâhına dönmesi lâzımdı. Buselik eserin bestekârı genç İsmail de, ancak bu kaideye riâyet etmek sûretiyle saraya gidebilirdi.
Bir derviş için büyük san'atkar olmak, büyük âlim, büyük mûcid, büyük mevkîlerin sâhibi olmak, arka l+anın işlerindendi. Hattâ îtibar, alkış, öğülmek de sırasında birer yol kesici harâmi ve birer tuzak olabilirdi. Onun için Derviş İsmâil'in pâdişahtan ve halktan iltifat ve îti- bar görmesi, terbiye sisteminde bir gevşeme, bir imtiyaz ve müsâmahayı değil, belki daha sıkı bir teyakkuz ve ihtiyatı icab ettirirdi. Zira dervişlik, kendini kendi zaaflarının ve hayvâni sıfatlarının esâretinden kurtarıp, hiç bir kuvvet tarafından 'İhlâl edilmesine imkan olmayan, gerçek hürriyet sınırlarına atlatmak demekti. Yoksa kontrolsüz ve başıboş bir kimse, büyük san'atkar olabilir fakat büyük insan olamazdı. Halbuki, intisap ettiği ocak, genç İsmâil'i büyük insan1ar serisinden bir ferd olarak hazırlamak üzere bağrına çekmişti. 0, çileye soyunduğu bu köşecikte, tasarrufunu ölümün de ötesine götürecek bir mânevî nizam, bir nefis terbiyesi ile gönül saltanatı kurma yolunda bulunuyordu.
Genç derviş, toyluğuna ve tecrübesizliğine rağmen bütün bunları bilecek ve göz önünde tutacak kadar, girdiği yolun prensiplerine bağlı bir insandı. Onun için de pâdişahın huzurundan maddî manevî iltifatlara gark olmuş bulunarak dönerken, bu ikbal ile mağrur ve sarhoş değil, âdetâ mahcuptu. Elinde bir kese altınla koşa koşa dergâhına döndüğü sırada, birden yolunu değiştirip, annesine uğraması lâzım olduğunu düşündü. Zîrâ çileye soyunmağa karar verdiği zaman, babasından kalma hamamı satıp parasını muhtaçlara dağıtmış olduğu için, buna annesinin canı sıkılmış bulunuyordu. Şimdi o eski hesâbı silecek fırsat, kat kat elinde idi. Ama genç dervişin oyalanacak vakti yoktu. Hem annesini hoşnud edecek böyle bir fırsatı kaçırmamalı hem de gün kavuşmadan dergâhdan içeri girmeli idi. Adımlarını biraz daha sıklaştırarak evinin önüne kadar geldi ve açılan kapıdan keseyi içeri bırakırken, annesinin hayretten büyümüş gözlerine bakarak: <> diyerek, dergahının sâkin ve mütefekkir durağına doğru süratle geçip gitti.
****
Nihayet Bin Bir Gün bitmiş ve genç derviş, Dede ünvânını almıştır. Yalnız Dede mi? Bir eliyle Şeyh Galib'i tutan pâdişah, şimdi, öteki eliyle de, İsmail Dede'yi Sıkı sıkı yakalayıp onu musahipleri arasına sokmuş, bir müddet sonra da, harikulâde sesinden dolayı <
Yeşil ve berrak dağ suları gibi, mûsikî dünyasına oluk oluk âyinler, besteler, peşrevler, semâîler, şarkılar veren genç dede, artık saraydaki fasıllara iştirak ediyor. yalnız mukabele günleri Mevlevîhâne'ye giderek âyinlerde bulunuyordu.
Bir yaprak gibi mukadderâtının rüzgârıyle İstanbul semtlerinin en sâkin ve en görmüş geçirmiş bir köşesi olan Yenikapı Mevlevîhânesi'ne düşmüş bulunan genç İsmâil, şimdi de başta saray, memleketin en yüksek meclislerinin başına taç edilmek isteniyordu. Zira Osmanlı medeniyetinin bir diziye geçirmiş olduğu şiir, mûsikî ve tasavvufun potasında pişip haddeden geçmiş olan dedenin san'atı, sanki değişmez ve şaşmaz bir ferman idi de büyük san'atkâr, onu, gizlice biliş kurduğu sırlı bir iklimden çekip insanların önüne getiriyordu.
Padişah, nasıl bir nizam ve âhengin merkez yerinde oturan muvazene unsuru idiyse, derviş kişi de, vâsıl olmuş bulunduğu bir iç saltanatının muvazene ve ahengini kâinâta nakletmek ve üretmek ile vazifeli bir vasattı. Kâh hal, kâh vecd, kâh iman, kâh hikmet ve irfan yoluyla olan bu intikâl, çoğu defa da san'at tarîkini ihtiyâr ederdi. İşte Dede'nin de ayinleri, besteleri, kârları, murabbâları, semâîleri, nakış semâîleri, peşrevleri hattâ şarkı ve türküleri, kanla kılıçla hizaya gelmeyen beşeriyeti, bir anlatılmaz heyecan ve şevkin sıcaklığı içinde yumuşatan bir ferman değil de ne idi?
Dede'nin makamlardan işlediği mozaik sesler , insana lâhutî olduğu kadar beşerî imkânlar da açan bir zafer bir ganimet demekti. Bir yandan memleket, siyasi muvaffakiyetsizlikler, askerî bozgunlar, idarî aksaklıklar, iktisâdî krizler, türlü fesad ve ihtilâllerle bünyece de ruhça da delik deşik olmuş, dertlerine yanıp dururken, diğer tarafta Galib Dede ile şiir, İsmâil Dede ile mûsıkî, ecdad ve mânâ mîrâsının son indifâını veriyor, böylece de imparatorluk, medeniyet zaferlerinin yüceliklerinden bir yüceye çıkmış bulunuyordu.
Şurası dikkate şâyân ki Dede, nasıl oluyor da mâzî ile hâlin arasını tıkayan dağ dağ, yığın yığın düzensizlikler, hezimetler, ıztırap ve ihtiyaçların enkâzı arasından kendine yol açıp, satvet, fütûhat ve ihtişam devirlerinin sesine kulak tutabiliyor, asırlarca dünyayı dize getirmiş bir geçmişin orkestrasyonundan, hala en muhteşem sesler duyup duyurabiliyordu?
Yoksa Dede'nin geçmişten alıp, geleceğe armağan bıraktığı bu sesler, bir medeniyet bakiyesinin ahengi değil de, kendi iç iklîminin, derviş gönlünün, düzenli, vecidli, hikmetli ve hür sesi miydi? Belki de büyük san'atkâr, kendini kendine kazandıran o tarîkat potasında kaynayıp, benlik ve nefsâniyet kirlerinden arınmamış ve ruh bütünlüğüne yetmemiş olsa idi, bir inkıraz asrında asla bu sırlı terkibi, bu hacimli ve kudretli âhengi yakalayamazdı. Dede, Osmanlı Devleti'nin ihtişam asırlarındaki maddî mânevî temeller üzerinde ayakta durmasını, hattâ kendi san'atında yeni bir XVI. asır yaratmasını bilen müstesna dehalardandı.
Osmanlı Devleti'nde daima el ele, iç içe ve bir hizâda yürüyen şiir, mûsikî ve tasavvuf, her zaman kütleyi giydirip kuşatan, süsleyip bezeyen bir millî servet ve asalet geleneği ve mîrâsı olmuş, hattâ orduların bozulduğu, sınırların daraldığı, idarenin gevşediği en buhranlı devirlerde bile, işte Şakir Ağa'lar, Ahmed Ağa'lar, Sadullah Ağa'lar kâfilesinin dokuduğu san'at tezgâhı, kütleyi yoksul ve çıplak bırakmamış, nihâyet Dede ile de, cemiyete, hâlin ve istikbalin ümid ve tesellî kaftanını biçip giydirmiştir.
****
Hamâmîzâde İsmail Dede'nin bir bütün olan san'at hevengini, Üçüncü Sultan Selim kadar ikinci Sultan Mahmud devrinin de kucağında görmek lâzımdır. Değerli bir mûsikîşinâs olan ikinci Sultan Mahmud da, bu san'at âbidesine dört elle sarılacak ve onu, devrin de sarayın da san'at kervanının başına geçirmekte tereddüd etmeyecekti .
Dede'nin bir' mucize adam olduğunda şüphe yoktu. Ancak gerek Üçüncü Sultan Selim'in, gerek ikinci Sultan Mahmud'un iptilâ derecesine varmış şevk ve taleplerinin de, büyük san'atkârın duyguları âleminde dalgalanmalara, sellere ve tufanlara sebep olduğu inkâr götürmez bir gerçektir. Bu iki pâdişahın san'ata olan âşinâlıkları âdeta yokluk âleminin varlık dünyasına dâvet eden bir ezel buyruğu gibi, onun şekillenmeğe ve taşmağa hazır duygularını birer iç titreyişleri olmaktan çıkartarak, dünyaya gözlerini açtırıp var eden sebeplerden biri olmuştur. Türk mûsikîsinin ihtişam asırlarında, Türk şiiri ve mimarisi kadar yüksek, hatta bir bakıma onlardan üstün olduğu hakkındaki görüşünü desteklemek içinmiş gibi, İsmail Dede, mûsikîsine kubbe ve minarelerdeki âhengi katan san'at büyüklerindendi.
Bir terâvih namazının ilhamiyle hemen oracıkta hazırlayıp okuduğu Ferah-Fezâ ilâhiye alınıp kalacak olan ikinci Sultan Mahmud'un hayranlığı ve şevki, Dede'ye peşreviyle, kârı ile, murabba'ı, nakış ve yörük semâîsiyle bir Ferah-Fezâ faslı hazırlatacak ve seslerden örülmüş bu çelenk, bir gece, devlet kuşu gibi, Serdab Köşkü'nün donanmış, bezenmiş başına konarak orada okunacaktı.
Dede'yi dinlemek için haftanın hemen her çarşambası, Beşiktaş Mevlevîhânesi'ne devam eden ikinci Sultan Mahmud, yine bir gün büyük san'atkârdan bir Ferah-Fezâ <
Dergahın âyinhanları ile hünkâr müezzinlerinin beraberce meşk ettikleri bu san'at zaferinin, bir mukabele günü Beşiktaş Mevlevîhânesi'nde okunması irâde olunca da, semahânenin, şeyhler, dervişler, muhib ve misafirlerle mahşer gününü hatırlatan kalabalığı, padişahın gelmesini bekler olacaktı.
Nihayet beklenen gün gelip çattığında, ölüm hastalığından da ağır basan <
Bir dergâh demek, edeb, irfan, şiir, mûsikî ve semâın, insanoğlunu el birliği ile bir haz ve şevk potasına atıp, onu, kendi tehlikesinden geri çekme hünerinin harman olduğu terbiye ve tasfiye meydanı demekti.
Burada görünürler görünmez olur; burada ateş arayan pervaneler gibi çerh vura vura sema edilir, zikredilir; burada ha'sretle vuslatı birbirinden seçilmez kılan ney sesleri dinlenir; burada varlık testisini yokluk taşına çalan ve insanoğlunu maddenin tuzağından kendi içine çağıran Mesnevî dinlenirdi.
Yıkıcı, haşin, kaba, hoyrat ve sakar duygularının pençesinde alçalıp küçülen insanoğlunu, bir konuşan hayvan olmaktan çıkarmak, onu hırs ve zaaflarının esaretinden kurtarıp bir mânevî üslûbun, bir nizam ve emniyetin rahatına kavuşturmak için burası, bir mânevî cenk ve mücahede meydanı idi. Ama bu öyle bir savaş meydanı idi ki ortada ne kan görülürdü ne de kılıç... Benlik ve ikilik tehlikesini yenmek için seçilmiş olan silahah raksın, şiirin ve mûsikînin refakâtine verilmiş hizmetti, irfandı, aşktı.
Bir zamanlar Türk fütûhat ve medeniyetinin mayasını tutan bu tasfiyeli ruh, ne Çâre ki artık memleket çapındaki faaliyetini daralta daralta küçük merkezler halinde, fakat yine de yetiştirici ve oldurucu vazifesinin başında bulunuyordu.
İşte o mukabele günü, kapısına ölümün dayandığı padişahla beraber semâhânenin taşıp dökülen kalabalığı, Dede'nin, keşfedilmez sır alemlerinden hırsızlarcasına çalıp getirdiği Ferah-Fezâ Ayini'ni dinleyecekti. Artık bu sırlı iç aydınlığı ile kamaşan göze, dış dünyaya baktığı zaman, görülecek her varlığın silinmiş olmasından tabii ne olurdu?
“Türk Târihi'nde Osmanlı Asırları s.253-264”