Türkiye’de beyin göçünün bir asırdır hızla artarak devam ettiğini söylememiz bilinenlerin tekrarı olarak görülebilir.[1] Ülkemizde bilimsel ve akademik çalışma yapacak rahat ortam bulunamadığını gerekçe göstererek daha gelişmiş ülkelere göç eden aydınlarımızın bu durumunu anlayışla karşılaşabiliyorum; fakat buradan bağlarını koparanları, bir daha ülkesinden tarafa yüzünü dahi dönmeyenleri anlamakta zorlanıyorum.
Büyüklerimizin birkaç kuşaktır sorduğu “giden gelmiyor acep nedendir” sorusunu zaman zaman kendime sormuyor değilim. Birkaç yıl yurtdışında -özellikle de ABD ve Avrupa ülkelerinde- bulunan kadim bir dostum, buradaki gözlemlerini anlatırken Türkler hakkında ilginç ve bir o kadar da acı tespitte bulunmuştu. “Uzun zamandır dışarıda yaşayan sosyo-ekonomik, kültürel ve eğitim durumu düşük olan vatandaşlarımız Türk televizyon kanallarının dışındakileri izlemiyor. Bunun karşısındaki durumlara sahip olan aydınlarımız da bulunduğu ülkenin veya yabancı kanalların dışında bir Türk televizyon kanalı izlemiyor.”
Geçen haftalarda Ermeni Sorunu hakkında bir kitabı[2] okurken bana göre ilginç, çarpıcı bir bilgiyle karşılaşmıştım. I. Cihan Harbi’nde Ruslarla birlikte Osmanlı Devleti’ne karşı savaşan Gönüllü Ermeni birliklerin içerisinde ABD’den gelenlerin de olduğunu öğrenmiş oldum. Bu birliklerle ilgili bir fotoğraf beni etkilemişti. Bunların en azından bir kısmının Anadolu’daki misyoner okullarını bitirdikten sonra Amerika’ya göç eden Ermeni aydınlar olduğunu tahmin ediyorum. Devletimize ve ülkemize düşman olan bu Ermeni aydınların tavrına imrendiğimi söyleyebilirim.
Yurtdışında bulunan okur-yazarlarımız hakkında karamsar bir tablo çizdikten sonra bizleri bahtiyar kılacak olanların da olduğunu peşinen vurgulamak durumundayız. Sosyal bilimler alanında dünyanın ehil kalemlerinden Prof. Dr. Kemal Karpat, bunlardan biridir. Ömrünün kahir ekseriyetini doğduğu memleket ve vatandaşı olduğu ülkelerin dışında geçirmesine rağmen nabzı her zaman ülkesinde atmıştır. Sözü bu bilim adamının yaşam öyküsünün anlatıldığı kitaba getirmek istiyorum. Emin Tanrıyar’ın Kemal Karpat ile yapılan söyleşilerden oluşan eser Türkiye İş Bankası Kültür yayınlarının nehir söyleşi dizisi kapsamında hazırlanmasına rağmen son anda -kamuoyuna açıklanmayan ama Karpat’a göre muhtelif sebepler dolayısıyla- yayınlanmaktan vazgeçilir. Daha sonra bu eser İmge Yayınevi tarafından yayımlanır.[3]
Kitabın ilk bölümünde yazar, 200 yıldır Türklerin Balkanlardan ricatının acı öyküsünü kendi ailesi ekseninde anlatmaya çalışır. Memleketi Babadağ’ın nüfus kompozisyonun Türkler aleyhine nasıl değiştirildiğini, dedesinin zaman zaman Türkiye’ye geldiğini, hatta buraya zamanla gelip yerleşiriz düşüncesiyle Bandırma’dan arazi aldığını, babasının da Türkiye’ye 7 kez geldiğini, Türkiye’ye göç etmek istediğini ama buna ömrünün yetmediğini belirtir.
Daha sonraki yıllarda ülkenin Komünist rejime geçmesiyle Türkler daha da mağdur olur. Karpat 1946’da, annesi Zübeyde Hanım da 1967’de TC vatandaşı olur. Şimdi Babadağ’da birkaç evin dışında hiçbir Türk’ün kalmadığını belirtir.
Yazar, Balkanlardaki Türklerin sistematik bir şekilde devam eden göçünün sosyal ve siyasi sebepleri üzerinde geniş izahatlarda bulunur. Edebiyatçı olmayı çok istediğini, buna hazırlandığını ama kendini bir anda sosyal bilimler alanında bulduğunu belirtir.(s.565) Edebiyatçı olsaydı ne kadar başarılı olurdu bunu bilemeyiz ama göç konusunda hafızasından silinmeyen, 12-13 yaşlarında yaşadığı bir olayı öyle ustalıkla anlatır ki okuyanların çarpılmaması mümkün değildir. Aynı zamanda muhacirliğin ne hazin bir trajedi olduğunu insanın gözleri önüne serer.
Yazar, 8–10 arabayla Anavatana göç etmek için hazırlanan akraba ve köylülerin köyden ayrılma sahnesini şöyle anlatır:
“ O civarlarda. Nihayet diğer köylerden arabalar da geldi. Yol kenarına dizildiler. Tanımadığım insanlar, çocuklar, hatta köpekler, kediler arabadan indiler, ‘Hadi hazır mısınız, vatana göçüyoruz, gidelim’ dediler. Babadağ’da oturan ve imamlık yapan uzaktan akrabamız Salim Hoca, tam hareket edilecekken, ‘Durun!’ dedi. O zaman ilk defa tarihle göçün, acının kaynaştığını gördüm. Salim Hoca’nın geçmişinin ne olduğunu, bilgisinin nereden geldiğini bilmiyorum, fakat orada çok etkileyici bir nutuk çekti: ‘Biz bu topraklara gelmişiz, burada herkesle kardeş gibi yaşamışız. Dedelerimiz, büyük dedelerimiz yüzlerce yıl burada yaşamış, hepsi burada gömülü. Bu topraklar bizim kanımıza işlemiş ve şimdi biz kurbanız. Gidiyoruz, vatanımıza dönüyoruz. Bir rüya varmış bir zaman, rüya bitti, dönüyoruz vatana. Buraları terk ediyoruz. Mağlup olarak dönüyoruz!’ Heyecanlanarak devam etti: ‘Gerçi yenildik ama yok olmadık. Şimdi yeni bir geleceğe doğru gidiyorsunuz. Ve siz geleceğin kahramanları, hadi çıkarın kalpaklarınızı!’ Rumenler, Bulgarlar toplanmış seyrediyorlar; ‘Hadi kalpaklarınızı çıkarıp bu adamlara selam verin’ diye bitirdi. Kalpak çıkarmak orada hürmet ifadesidir, herkes kalpağını çıkardı ve sonra tekrar taktı. Salim Hoca, ‘Hadi yürüyün artık’ dedi ve arabalar yavaş yavaş yola koyuldu. Yola koyuldular ama yavaş yavaş, yolda biraz bayır yukarı ya, atlar sanki gitmek istemiyorlarmış, sanki o toprakları terk etmek niyetinde değillermiş gibi adımlar ağır ağır, gönülsüzce atılıyor. Ve kafile yavaş yavaş köyümüzden çıkmaya başladı; köpekler havlıyor, gitmek istemiyorlardı…Yurdundan ayrılmak ne kadar acıymış!... Kim olursa olsun, Allah korusun… Zorla kopar gibi, arabalar gıcırdayarak, atlar istemeyerek, kadınlar ağlayarak, çocuklar sızlayarak, erkekler başı öne eğik arkaya bakmamaya gayret ederek Köstence’nin yolunu tuttular. Ormana giden yol, mezarlığın yanından geçiyordu. Sanki emir verilmişçesine bütün arabalar mezarlıkta durdu. Herkes arabadan indi, çoluk çocuk mezarlığa doğru avuçlarını açarak dua ettiler. O manzara hiçbir zaman gözümün önünden silinmez. Yurduna, her şeyine veda edip giden bir sürü insan durmuş, dua ediyor… Sonra kervan tekrar yola koyuldu ve yavaş yavaş tozlar içerisinde eridi gitti. Nereye? Anadolu’ya. Sonra akşam hayat dolu o evler kapkaranlık, bomboş kaldı. Baykuşlar geldi hemen, sanki oradan ölü çıkmış gibi acı acı bağırdılar. Bir süre göçmenleri takip eden köpekler bir yerde durup, sılaya, terk ettikleri yere dönüp havlayarak sahiplerini aradılar. Sahipleri ise çoktan Anadolu yolunu tutmuşlardı. Havladılar, havladılar… Kimse onlara kapı açmadı, yemek vermedi. Etraf bomboştu. Ondan sonra geldikleri yola dönerek, giden arabalara ulaşmaya çalıştılar. Bazıları ulaştı, bazıları yolda ölüp kaldı. Yani köpek dahi doğduğu yeri terk etmek istemiyordu.” (s.44)
Yazar tarihçi olması hasebiyle bulunduğu yörenin tarihini ince ayrıntısına kadar anlatır. Memleketi Babadağ’ın kuzeyinde, Sakça- Tuna yolu mevkiinde 1855 yılındaki Rus savaşından kalma “Arap Tabya”sının bulunduğundan bahseder. 10 yaşlarındayken buralardan geçerken yanında bulunan arif bir büyüğüne gece karanlığında ışık saçan alevlerin neler olduğunu merak ettiğinden sorar. Tabi sonradan bunun ateşböceği olduğunu öğrenir. Verilen cevabı ömür boyu unutamaz: “Nuri Ağa bana dönerek, ‘Allahın şehitlerimize yaktığı kandillerdir’ dedi. Ben sarsıldım. Hâlâ o his içimdedir. Sıradan bir adamdı Nuri Ağa; halktan biriydi. Orada gelip geçmiş savaşları, ölenleri hatırlatıyor. ‘Ateşböceği’ deyip geçebilirdi ama halk oraya bir anlam yüklemiş: ‘Bizim burada şehitlerimiz yaşıyor.’ Onlar da her vesile ile bunu hatırlatıp yaşatıyorlar. Bunu düşünseniz de bulamazsınız; içinde din de var mistizm de… Hayal de var, güzellik de var, şairlik de var.” (s.25)
Hayatı boyunca bir fikir akımının, bir siyasi partinin, bir ideolojik düşüncenin etkisinde kalmamasının emarelerini eserden anlayabiliyoruz. Örneğin doğduğu Babadağ’ın Osmanlı’nın izlerini taşıyan muhtelif etnik grup ve dinlerden oluşan bir yapısı bulunmaktadır. Babası aynı zamanda şarap satan bir imamdır. Babasının dünyevi İslâmcılığının kendisine de yansıdığını görürüz. Babasının çocuk yaşlarda kendisine anlattığı cennet ve cehennem kavramı gayet makul ve mantıklıdır: “İki çeşit cennet ve cehennem vardır. Birincisi kitapların yazdığı cennet cehennem ki onları Allah yaratmıştır; ikincisi ise insanların yeryüzünde yaşarken yarattıkları cennetler ve cehennemlerdir. Müslüman’ın vazifesi bu dünyada cennetler yaratmaktır.”(s.30) Romanya’da azınlık vatandaşı bir Türk olarak yaşadıkları unutulacak cinsten değildir. İmamoğlu olarak kısa süre imamlık yapar. Mecidiye Medresesi’nde öğrenim hayatına devam eder. Buradaki öğrendiği İslami yorum diğer eğitim aşamalarında daha net bakış açıları kazanmasına neden olur.
DEĞERLENDİRME
Prof. Dr. Kemal Karpat’ın yaşamı kendisinin belirttiği, Tanrıyar’ın vurguladığı, yayınevi editörünün kitabın ismi haline getirdiği gibi “Dağı Delen Irmak”ın başarısı gibidir. 86 yıllık ömrüne birkaç ömür sığdırabilmiş beyinlerimizdendir. Karpat’ın yaşamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğu 1923 yılında Romanya’nın Dobruca şehrinde başlar.
1946’da TC vatandaşı olur, 1950’den sonra da akademik yaşamına ABD’de devam eder. Wisconsin Üniversitesi’nden emekli olan Karpat üniversitenin bulunduğu Madison kentinde yaşamını sürdürür. Kalbi, gönlü ve ayağının tekinin daima ülkemizde olduğunu söyleyebiliriz. Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel ile arkadaşlık hukukları olduğunu, annesinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmesinde sayın Demirel’in yardımlarını vurgular. Türk siyasi yaşamına ilgisi hiç ama hiç sönmemiştir. Birkaç yıl önce Başbakana bir mektup yazdığını, “Kendini koyu Atatürkçü sayan kesime de güven vermek zorundasınız. Herkesin sizinle aynı fikirde olması şart değil.” diyerek bir akil adam olarak tavsiyelerde bulunduğunu biliyoruz.[4]
[1] Uzun yıllar önce bu konuyla ilgili Berrak Kurtulmuş’un “Amerika Birleşik Devletleri’ne Türk Beyin Göçü” isimli akademik çalışmasını okumuştum. Bu eserde bir asırdır ABD’ye “göçen beyinlerimiz” in niçin, hangi sebeplerle göçtüğü sorgulanmaya çalışıldığını ve istatistik rakamlar verildiğini; bu rakamların korkutucu boyutta olduğunu üzülerek okuduğumu hatırlıyorum. (Berrak Kurtulmuş, Amerika Birleşik Devletleri’ne Türk Beyin Göçü, 1999, Alfa Yayınları)
[2] Rus Kafkas Ordusu Kurmay Başkanı Tuğgeneral L.M. Bolhovitinov, 11 Aralık 1915 Tarihli Resmi “Ermeni Raporu”, Hazırlayan: Mehmet Perinçek, s.125, Mart 2009, İstanbul, Doğan Kitap.
[3] Emin Tanrıyar (Söyleşiyi yapan), Dağı Delen Irmak: H.Kemal Karpat Kitabı, 622 sayfa, Ekim 2008, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları.
[4] 1 Haziran 09’da Milliyet gazetesinde Kemal Karpat’ın Devrim Sevimay’a vermiş olduğu mülakatta bu durumdan bahseder.