Ahmet KABAKLI
MİLLİ DEHA FATİN HOCA
Eşref Edib bey, bu iki bilgin dost arasındaki sohbeti de şöyle tasvir ediyor:
"Fatih Hoca'yı gördüğü zaman: Gel bakalım riyâzî-i şehir (Şöhretli matematikçi) der, artık her işi terkeder onunla uzun boylu sohbetlere dalardı. Kendisi az söyler, daha ziyade Hoca'yı söyletirdi.
Fatin Hoca, herhangi bir ilmiictimâî meselelere öyle güzel, öyle derin tahlillerde bulunur, öyle fikrî muhakemeler yürütürdü ki, o anlattıkça üstad, gözlerini Hoca'nın sevimli simasından ayırmaz, onu neşe içinde dinler saatlerce dinlemekten büyük zevk duyardı."
Mehmet Akif, batılı ilim adamlarından en çok Pasteur'e tutkundu.
Bu ünlü bilgini, daha Baytar Mektebi'nde iken önce yapıp yoğuran, hocası Rıfat H üsameddin'den öğrenip sevmiş, onun "mikrop kültürü"nü kavramıştı. Ancak Pas-teur'ün yalnız ilmine değil, insanlığına, feragatine de hayrandı. Pasteur'ün Allah'a imânı, Akif'i ayrıca sevindiriyor, onun resmini odasına asıyor. Onu dostlarına göstere rek"Bu ne ilâhî yüzdür!" diyordu.
Daima ilimle iç içe olan, doğruyu arayan Akif, Sırât-ı Müstakim'de (1908) yazdığı bir yazı ile, Darülfünun öğrencilerine yeni tayin edilen Ali Fehmi Efendi adlı müderrisi şöyle tanıtmaktadır:
"Lisan-ı mübin-i Arab'a çocukluğumdan beri şiddetli meylim olduğu için erbabını her zaman aradım. Hattâ Arabistan'ın bir hayli yerlerini dolaştım. Arab ediplerinden birçokları ile görüştüm. Doğrusu bu lisanın inceliklerini, edvar ve kaidelerini, ediblerini, hattâ Arabın da tarihini hocanız (Ali Fehmi Efendi) kadar incelemiş kimse görmedim."
Yine Sırat-ı Müstakim'de (Haziran 1910) çıkan "hasbıhal''inde bazı cami vaizlerini şiddetle yererek, cemaatin önüne bilgin vaizler ile çıkılması gerektiğini, şu satırlarla anlatmaktadır:
'Lâkin vaazler, bermutad israiliyât (asılsız beylik
hurafeler) olacaksa vazgeçtik. Müslüman cemaatına artık içtimâiyat(sosyal bilgiler} lâzım içtimaiyat!
Şarkta garbde, şimaldetcenupta ne kadar varsa sefalet içinde, zillet içinde,esaret içinde yaşadığını, sefîl bir milletin elinde kalan dîn'in kabil değil âlâ edilemeyeceğini bilmeyen, anlamayan vaizi, kürsüye yanaştırmamalı. Vaiz, milletin mazisini halini bilmeli, cemaatı istikbâle hazırlamalı. (Bilgili) hocaefendilerimiz hiç kürsülerin semtine uğramıyorlar.
.. .Ya bu kürsülere (ramazanda da) birer adam çıkarsınlar yahut bu ceheleyi cemaatın başına belâ etmesinler! Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen mazur göreceğim geliyor. Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim, mutlaka Islâmm en büyük düşmanı olurdum."
Ankara'da'.
AKİF’İN MEBUSLUK SÜRECİ
Mehmet Akif in "kültür çevreleri" Burdur mebusu olarak bulunduğu Ankara'da da,, aydın mücahid olarak gittiği Balıkesir, Kastamonu, Konya vs.da devam etmektedir. Tecaddin Dergâhı'ndaki fikir, kültür hayatı (o zamanki genç TBMM kâtiplerinden) rahmetli Mahir Iz'in Yılların İzi kitabında çok sıcak anlatılmıştır.O bölümü aynen alıyorum:
“Birinci Büyük Millet Mecjisi'ne Burdur meb'usu olarak iltihak eden şâir Mehmed Akif Bey Tâceddin Dergâhı meş¬rutasında misafir olmuştu. Biz de Erzurum Mahallesinde Düyun-ı Umumiye Müdîri Asım Bey'in evinde oturuyorduk. Akif Bey bize komşu gelmişti; bu komşuluktan faydalanarak tanışmak ve kendisinden feyz almak istedim. Akif Beyle muarefe için, kendilerinin eski dostu Hayri Bey delâlet etti.
Üstâd kabul buyurdu; her sabah bize kadar zahmet ederdi ve onun arzu ettiği eserleri, meselâ Şeyh Sadi'nin "Bostan"ını ve tasavvufî bir eser olan "Şems-i Mağribî Divânı"nı ve "Harâbat"dan farsça müntehabâtı okurduk. Bir aralık Alfonse Daudet'nin "Değirmenimden Mek-tublar"ını tavsiye etti; "Biraz da fransızcamız ilerlesin" diye onu okuduk.
Eskilerin "Kıraat'üt-tâlibi al el-üstad" dedikleri şekilde okurduk.
Yâni talebe okur, hoca da dinler ve yanlışları düzeltirdi.
Birgün "Şems-i Mağribî Divanı"nda bir beyit geçti. Derince bir mânâ tasvîrini ihtiva ediyordu. İzahat istedim. "Tahtellâfz mânâ verelim" dedi. Anladım ki zihni kurcalayacak meseleleri deşmek istemiyor. Bir kere şöyle bir beyit geçmişti:
"Senin bu kâinattaki zuhur ve tecellin benimledir. Benim varlığım ise senin varlığın iledir. Bundan dolayı ben olmazsam sen zahir olmazsın. Sen olmasan ben olmazdım" mânâsındaki beyti okuyunca: "Bu abdin Mâbûd'a bir nazı mıdır?" dedim güldü.
Sabahleyin bizim ders bitince Balıkesir Meb'usları Hasan Basri (Çantay) Bey ile, beraber oturdukları Müftizâde Abdülgafûr Efendi ve arkadaşlarına "Muallâkat" okuturdu. Öğleden sonra Meclis'e gelir, yerine oturur, müzâkere başlayıncaya kadar Fransızca bir eseri tercüme ettiğini görürdük. Gece yatsıdan sonra da yine Tâceddin Dergâhı'nın kıymetli misafirlerinden Hâriciye Hukuk Müşaviri Münir (Ertegünj Bey'e "Hafız Dîvânı"nı okuturdu.
Bizim evde muallim arkadaşlarımızla her akşam yapılan toplantıya bir gece -bir düğün münasebetiyle- kimse gelmedi. Ben de yalnız oturmaktansa, Dergâh'a gittim. Baktım, Üstâd bir sedirin üstünde bağdaş kurmuş, Münir Bey de karşısındaki bir yer minderinde diz çökmüş, elinde Hafız Dîvânı okuyordu. Ben kapının yanındaki bir yer minderine oturdum, dinlemeye başladım. Münir Bey durakladıkça Akif Bey gazeli kaldığı yerden alıyor ve ezbere tamamlıyordu. Elinde kitap yoktu. Bu hal, ders bitinceye kadar belki üç, beş, on kere devam etti. Ben Akif Bey'in hafızasına hayran kaldım. Ertesi sabah bize gelince bu hayretimi kendisine açtım. "Münir'e on sekizinci okutuşumdur" dedi. Yani on yedi kişiye daha evvel okutmuş, okuttuklarının on sekizinciıi Münir Beye imiş. O zaman iş biraz tabiîleşir gibi oldu.”
AKİF’İN YÜKSEK TERBİYESİ
Akif Bey ya okur, ya okutur, ya yazar, yâhud fıkra söyler veya dinlerdi. Abes ve mânâsız sözden sıkılırdı. Uzatmadan keser, başka lâkırdıya geçerdi.
Bir gün sâde kahvesini getirmeye gitmiştim. Dönüşte elinde tashih edilmekten beyazı kalmamış bir sahifeye baktığını gördüm. Kahvesini verdikten sonra, baktım. Bir de ne göreyim? bende dikkatlice baktım birde ne göreyim.
"Asım"ın bir tashih sahifesi.
Ben birdenbire hayrette kaldım.
"Safahât"ı okurken bize öyle gelirdi ki, Üstâd sânihalarını hiç düzeltmeden sahifelere geçiyor, çünkü ifâdeler o kadar tabiî ve seliz ki mısraların bir düşünce mahsûlü olduğu kat'iyen hatıra getirilmiyor.
Kendisine bu hususu söyleyince: "sen ne diyorsun? Bir kelime için bir hafta düşündüm olur” diye cevap verdi, donup kaldım. İşte o zaman Cenabın "Tiryaki Sözleri"ndeki bir cümlesini hatırladım o zamanın eşsiz nesir üstadı, ince şâiri Cenâb Şahâbettin Bey "Eserine uzun ömür dileyen, uzun zaman sarf eder demişti. "Safahât'ın bir mısraını değiştirmek mümkün olmadığına göre, bu söz mahz-ı hakikattir.
Mühim gördüğü tarihî vak'aları nazmetmek, eski adeti idi. Birgün, Fatih'teki yanan evimizden nasılsa kurtulan ve Medine'de "Kadı" iken babamın Haydarâbâd'tan getirttiği "Kenz ül-Ummâl" isimli "Hadis" kitaplarını istedi.
Oradan "Hacett ül-Vedâ"ı tedkîka başladı. Peygamberimizin son hutbesini nazmetmek istiyordu; galiba kısmet olmadı.
AKİF’İN TBMM HATIRASI
Akif'in TBMM'den bir hatırasını da, Dr. Adnan Adıvar, Hasan Basri Çantay'a anlatıyor:
'— Ben Akif'i yalnız bir şair diye değil, ayrıca! insan ve büyük bir fen adamı diye severim. Onun Fatih Kürsüsü" eşsiz bir fen abidesidir. Ya onun temiz ahlakı.
Bir gün Yusuf Akçora beyle (Adnan bey) elimizde bir ecnebi gazetesi olarak Akif beyin yanına gittik, gazetede galiba Pierre Loti’nin, bize ait güzel bir yazısı vardı.
—Üstad, dedik, bunun tercümesini siz lütfedeceksiniz.
—Hayhay! dedi. Fakat yazacak bir adam Derhal çantamdan kâğıt çıkardım." buyurunuz
yazacağım" dedim.
O, gazeteyi Meclis'te sırasının üstüne koydu bilahare hiçbir kelimesi yerinden oynatılmamak şartı ile, âdeta Türkçe bir eseri yazdırıyormuş gibi, tercümesini çabucak yaptı bitirdi.
—Üstad, bir kere gözden geçirseniz, dedim.
—Hayır istemez cevabını verdi."
AKİF’İN MISIR HAYATI
Üniversiteli hocalığı dışında bol zamanı olması dolayısıyla ilimle daha çok olmuştur.
Bu dönemde az şiir yazmış, okumuş, özellikle, Pakistanlı şair İkbal’e yoğunlaşmış, Fakat esasta bütün mesaisini Kur'ân-ı Kerim tercümesi'ne vermiştir.
Mısır'da da, hemen hepsi Türk olan veya Türkçe bilen dostları ile "edebiyat çevresi" yapmaktadır,
İyi Türkçe de bilen, Arab ediblerinden, Darülfünun müderrisi Abdul-vehhab Azzam adındaki zat, Halvan'da (Kahire'nin bir banliyösü) çok sık görüştüğü M. Akif'in sohbet zamanlarını şöyle anlatmaktadır:
"Arab, Acem, Türk edebiyatı üzerine nice nice konuştuk . Nice nice eserler okuduk. Kendisine, eserlerini okumayı severdim. O da, dinlemekten hoşlanırdı. Bütün konuşmalarımız, okumalarımız hakikaten bir zevkti.
Toplantılarımızın en güzelleri, Muhammed İkbal'in şiirini okuduğumuz zamanlardı. İkbali bana tanıttıran o idi. Kendisi bir gün bana İkbal'in "Peyam-ı Maşrık" adını taşıyan şiir kitabını vermiş ve ben o sayede İkbal'i okumuş ve sevmiştim.
İKBAL’e VERİLEN ÖNEM
Vakit buldukça İkbal'in kitaplarından birini bulur ve okurdum. O da hem dikkat hem istiğrak içinde dinlerdi. Arada bir bazı beyitlerin tekrarını isterdi. Beğendiği beyitler üzerinde durur, bunları takdir eder yahut bazı beyitleri içini çeke çeke dinlerdi.
İkbâlin' "esrâr-ı hodi" adlı eserini de birlikte okumağa başlamış, birkaç celsede bitirmiş, sonra yine onun diğer bir eserini okuduktan sonra tekrarlamaya karar vermiştik.
Büyük edib Mehmet Akif'i (Kahire) Edebiyat Fakültesinin üstadları ile tanıştırmam, bu fakülteye Türkçe müderrisliğine seçilmesine sebep oldu Fakültenin üstadları (hocaları) da talebesi de kendisini sever, hürmet eder, her dostluğu gösterirlerdi."
AKİF VE KURAN
Akif'in Mısır'da şüphesiz en büyük ilim kültür çevresi ise, kendisinin Kur'ân-ı Kerim ile başbaşa kalıp, onun derinliklerine girmek için, bin bir cehit ve araştırma ile geçirdiği saatlerdir. Dostları ile konuşmalarında "Kur'ân-ı Azimüşşan'ı meâlen Türkçeleştirmek için yaptığım uğraşmalar, bu dünyada en üstün zevk ve huşu ile geçirdiğim müstesna anlar olmuştur." demektedir.
Dostu Mahir İz'e yazdığı bir mektupta: "Tercüme bitti ama tebyiz (beyaza çekme) bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek, ben mi ondan evvel biteceğim?" diyordu. "Eşref Edib Bey, Mısır'a tam bu hareketli çalışmaları üzerine gitmiştir:
"1932'de Mısır'a gittiğim zaman Halvan'da Üstad'a misafir oldum. O sırada tercümeyi baştan başa okudum. Üstad, bunu kendi eliyle tebyiz ediyordu. Çok yerlerinde çıkıntılar, tashihler vardı. Birkaç sözü okuyunca tercümenin ehemmiyet ve azametini gördüm...
O ne sadelik, o ne ahenk... Hiçbir âyetin başında veya sonunda en ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz. Bir sür gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir tarafında hiçbir noktasında hiçbir pürüz kalmamış.
Bir sehl-i mümteni haline gelmiş, su gibi akıyor. Bir çağlayan gibi gönülleri heyecana veriyor."
Türk dilinin ve İslâmî kültürümüzün en büyük bir eseri olacak bu tercümenin, ne yazık ki, Akif'in vasiyeti üzerine yakıldığı bilinmektedir.
ŞİİRİ HAKKINDA
“Bana sor sevgili kaarî, sana ben söyliyeyim.
Ne hüviyette şu karşında duran eş'arım:
Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri;
Ne tesannu' bilirim, çünkü ne san'atkârım.
Şiir için "göz yaşı" derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün asarım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!
Oku, şayet sana bir hisli yürek lazımsa;
Oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa.”
(Safahat, Birinci Kitap, Sahife
DEVAM EDECEK