Önce konumuzun sınırını çizmeye çalışalım: Biz burada, Mehmet Akif'in ömrü boyunca içinde yaşadığı ve kısmen de içinde yetiştiği bilgi muhitlerini anlatmaya çalışacağız.
Pek azını kendi hâtıra-şiir'lerinden, büyük bölümünü ise Akif üzerine dostlarının yazdığı hâtıra ve biyografilerden çıkardığımız bu ilim ve kültür çevreleri'ni anlatırken, Şair'imizin;
1-Nasıl yetiştiğine, bilgi ve kültürüne;
2-İlim ve kültür anlayışına;
3-Safahât'taki ve nesir yazılarındaki ilim savunmaları ve telkinlerine vs. de zarurî tedahüller (giriş çıkışlar) olacaktır.
Aslında, bütün bunlar tek konudur. Geniş zamanlı, dikkatli, uzun bir tetkik, bütün bu ayrıntıları içine alan soluklu bir çalışmadan, çok faydalı bir kitap çıkarabilir. O ki tap, belki de zamanının en kültürlü, en bilgili edebiyatçısı olan Mehmet Akif'in, şairliği, vatan hizmetleri kadar büyük bir başka çehresini daha vuzuhlu ortaya koyacaktır
Ama bu satırların naçiz yazarı, ne yazık ki, o kadar geniş zaman bulamıyor. Bu çalışmayı, üniversite mensubu genç arkadaşlarından bekliyor. Yalnız Akif konusunda değil, henüz ilmin eşiğinde bulunan Türkiye'mizin, mutlu bir çağdaşlığa ulaşması için, yakın ve uzak tarihimizde, düşünenlerimiz, aydınlarımız, ediplerimiz arasında, ilmi heyecanla övmüş, ilim anlayışını belirtmiş ilim telkinleri yapmış, ilim metotlarını kullanarak eser vermiş kimselerin hizmetlerini ortaya koyan kitaplara ve bu kitapların ciltler halinde neşrine de büyük ihtiyaç vardır. Önümüzü bu yolda aydınlatabilmek için, arkamızdaki karanlığı ortadan kaldırmalıyız.
Bu küçük çalışmada "Mehmet Akif'in Kültür Çevreleri'ni de tam olarak anlatabildiğimize inanmış değiliz. Konuya tamamlayıcı ek çalışmalar yapılmalıdır. Ancak az vakit ve az emeğimize ve herşeye rağmen, bu zengin kültür çevresine bu çok yönlü şahsiyete dikkat çekmeye çalışmamız, "realize" olmaktan fazla ' idealist ' bir sebebe dayanıyor:
Akif ve çağdaşlarının ve öncekiler gibi Millî Mücadele neslinin de bilgili kültür ve ilimle ne ölçüde içli dışlı, nasıl her ân ve her yerde haşırneşir olduğunu, bu çok önemli okuma, bilme, öğrenme kaynaklarından, maalesef çok uzak düşmüş görünen nesillerimize ve daha yeni kuşaklara bir örnek gibi göstermek istedim.
Batının ve dünyanın ileri gitmiş bütün milletleri çok okuyorlar. E, bizim önceki nesillerin aydınları da kendi alanlarında ve umum kültür sahasında çok okumayı bir haysiyet meselesi biliyorlardı. Bir aydının, dilde, (varsa) yabancı dilde, kavramlarda kendi uzmanlık alanında veharcıâlem kültürde yapacağı bir hatâ, onu neredeyse "ayıplı" ve kendisiyle konuşulmayacak bir adam haline getiriyordu.
O halde, üniversite mezunlarımız, çok diplomalı ve söz sahibi insanlarımız, bugün iki büyük aynada, "boy ölçüsü” vermek zorundadırlar. Birincisi, ileri ülkelerde kütüphaneler dolusu çıkan kitapların hâlâ iştahla okunuşudur. İkincisi burada, Akif dolayısıyla anlatacağımız çok bilgili, derinleme mazi aynamızdır. Akif, kendi devrindeki okumuşları dahi, tahsillerinin hakkını vermemekle suçlanarak "Yazık, hâlâ biz dünkü ilmin bile bigânesiyiz, câhiliyiz” diyordu.
Bugünkü "aydınlar", dünyada ilim ve kültür için boşalan alın terini, eskilerimizin gayretlerini, "dün günkü ilimde" yerimizin neresi olduğunu düşünerek Yunus Emre gibi "feryâd u figan koparmak" durumundadırlar. İşte biz, İstiklâl Şairimizin, ilim, sanat, kültür çevrelerinde aldığı ve verdiği feyizleri anlatan bu hatıra parçalarını, eksik de olsa, öyle bir ' feryad 'a başlangıç olsun niyetiyle yazıyoruz.
Safahattan Birkaç mısra:
Akif, başlangıçta bütün inancını ve ilmini, "İpekten gelmişmis "Ummî ve yarı vahşi bir adam oğlu olduğunu söylediği, Fatih Camii dersiamlarından temiz lâkaplı Tahir Efendi'den almış olduğunu söylemektedir.
"Beyaz sakallı, temiz, yaşça elli beş ancak Vücudu zinde fakat saç sakal ziyâdece ak" diyerek , portresini hayranlıkla çizdiği, o bilgin, inançlı ve yüksek seciyeli "baba" ile ilgili bu sabilik hatırası bize çocukluktan oluşan "Akif karakteri" hakkında sağlam fikir veriyor:
"Sekiz yaşındq kadardım, babam gelir: "Bu gece
Sizinle camie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Meramınız yaramazlıksa, işte ev, oturun!"
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, haliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde
…
Koşar koşar duramaz... Akibet, denir "Amini"
Namaz biter, o zaman kalkarak o pîr-i güzîn,
Alır çocukları; oğlan fener çeker önde.
Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsüde...”
Sabi'likten başlayarak öğrenim hayatını, neler okuduğunu ve eğilimlerini de, yine Akif'in kaleminden okuyalım:
"İlk tahsile, Fatih civarında, Emîr Buhâri mahalle mektebinde ve dört yaşında başladım... Burada iki sene kadar bulundum."
'Fatih Muvakkithanesinin yanıbasındaki binada ilkokula devam ettiğini anlatan Akif, ortaokulu, 'Fatih, Okçu yokuşunda bulunan Fatih Merkez Rüştiyesi'nde okuduğunu açıklıyor:
"Rüşdiye tahsilime devam ederken babamdan yine Arapça okuyordum ve iyice ilerlemiştim.. Seviyem, mektep programından çok yüksekti... Mektepte okunan Faris (Farsça) ile iktifa edemezdim. Fatih Camiinde, ikindiden sonra, Hafız Divanı gibi, Gülistan gibi, Mesnevi gibi muhalledâtı (kalıcı, şaheser) okutan Esad Dede'ye devam ederdim. Rüşdiye (orta) tahsilinde zaten, en çok lisân derslerine temayülüm vardı. Dört lisanda (Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca) birinci idim ve şiiri çok severdim. İlk okuduğum şiir kitabı, Fuzulî 'nin Leyla ve Mecnunu dur. Babam, bu temayülüme ses çıkarmazdı."
Orta tahsilini bitirince, babası "meslek ve mektep tercihi"ni "kendisine bırakır. Böylece Mülkiye'nin (Siyasal Bilgiler) ilk kısmına idâdî=lise bölümüne) giren Akif, babasının ölümü ve evlerinin yanması yüzünden üst kısma devam edemez:
"O sırada ilk defa olarak Mülkiye Baytar (veteriner) mektebi ihdas olundu. Birkaç arkadaş: "Bu mektep yenidir, çıkanlara memuriyet verecekler" diye Mülkiye'yi terk ettik." Baytar Mektebi'nin iki yıllık gündüzlü kısmını bitirince, Halkalı'daki iki yıllık yatılı kısma geçer:
"Idâdî'de Mülkiyede, Baytar Mektebi'nde, yine en çok lisan derslerinde iyi idim. Şiirle iştigalim (uğraşmam) Baytar Mektebi'nin, Halkalıdaki son iki senesinde hızlandı. Çok, manzum parçalar yazdım. Sonra bunların hepsini imha ettim...
Baytar Mektebi'nde hocalarımızın çoğu doktordu. Bunlar, hem mesleklerinde yüksek hem.dinî selâbet erbabı idiler. Bunların telkinleri de dinî terbiyem üzerinde müessir ol muştur. Baytar Mektebi'ni birincilikle bitirdim ."
Bu hatıralar açıklanan lisan, ilim, kültür, edebiyat şiir hazırlıklarından sonra Mehmet Akif'in, daima üstün hasletlerle yürüttüğü, memuriyet, öğretmenlik, yazarlık, şairlik, Berlin ve Necid seyahatleri... İstiklâl Savaşı'nda Anadolu'ya millî 'misyonla' çıkış, Mebuslar ve sonra Mısır'da Türkçe Profesör gibi çalışmalarla dolan ömrü boyunca, içine girdiği bazı "kültür çevreleri"ni onu anlatan hatıra ve biyografi kitaplarına bakarak anlatmaya çalışalım:
MİTHAT CEMÂL'DEN:
Mithat Cemal (Kuntay)in, onu anlatan gerçek bir şaheser olan "Mehmet Akif" adlı kitabı, onu tanıdığı gün¬den vefatına kadar 30 yıl boyunca, devamlı, kültür çevreleri içinde göstermektedir.
Mithat Cemal'in sonradan tanıdığı, Akif'in iki arkadaşı Haşim ve Aziz beyler, bu arkadaşlarının, daha lisede iken çok iyi Arapça bildiğini söylediler. Hattâ, İdâdî'yi bitirdikten sonra Akif'ten Arapça dersi almışlardı. Bir gün, ondan "İmâm-ı Busırı'nı "Kaside-i Bure"sini okumak istediler." Ama şüphe ettikleri için, bu güç şiirin, beş kadar şerhini de, Akif'i imtihan etmekjçin yanda tuttular. Ama bu şerhlere hiç bakılmadı. Akif'e hayranlıkları artan bu iki eski arkadaşları daha sonra ordan İbnül fârız'ı da okuttu. Akif'in arapçası, onlarını gözlerini kamaştırıyordu.
Genç Mithat Cemal de, ilk tanıdığı yıllarda, aşırı bir mutaassıp (bağnaz) sandığı Akif'in yeni şiirler yazabileceğinden şüphe ettiği gibi, onun doğru dürüst Fransızca bildiğine bir türlü inanamamıştır. Onunla tanışalı epey olduğu ve birlikte bazı eserler okudukları halde, kuşkusu devam etmektedir:
"...Fransızca satırları okurken onun telâffuzundaki ipti dailikten rahatsız olmaya hazırlanıyordum... Yüksek sesle okuyordu. Fakat... Şaşılacak olgunlukta! Kelimelere telaffuzu ipek gibi giydiriyor. "Burasını beraber tercüme etsek" dedi. Sonra elindeki Fransızcayı Türkçe okumaya başladı... Artık karar verdim: Bu adamın benden gizlediği kıymetlerinden başka lisanı, Türkçeye çevirmekteki bu melekesinden istifade edecektim.
— Her çarşamba, lâkırdı edeceğimize okusak! dedim. Bu çarşambalara pazartesi gecelerini ilâve ettik. Hafta¬da iki kere beraber okuduğumuz şeyler bitiyor, başkaları başlıyordu: Sefiller, Hernani, Ruy Blas, Jack, Sapho, Tha-is... Sonra biraz La martine, biraz Chateaubrian...
Sonra bazı Acem şairleri... en başta Hatifî-i Isfehanî-nin "Tevhid"i.Bu şiirde nabız damarından kilise çanına kadar, herşey Allah’ı haykırır. Akif, hu şiirin nakaratındaki "Huulan " bir ney gibi üflerdi.
En çok sevdiği muharrir Daudet idi, ondan da en çok sevdiği eser "Jack" Bu kitap Akif'in hayatına da karışmış, Safahat'ma da girmiştir..."
Hugo'yu, Nef'î'yi sevmiyor, yalnız beğeniyordu. Sefiller'deki Jan Valjan, denizin bir ucundan dalıp öteki ucundan çıkarken boğulmadığına kahkahalarla gülüyordu... Sefillerde en sevdiği şey, kitabın başındaki Papaz'dı. "Bu papaz tasvirini okudukça insanın hıristiyanlığı seveceği geliyor. Hugo bu papazı, Hz. Ömer gibi yazmış" diyordu. Bir çarşamba ona dedim ki:
—E. Renan'dan çıkan Anatol Frans gibi, Cevdet Paşa dan da sen çıkmalıydın...
Çarşambaları okuduğumuz şeylerden bazı satırları Akif yıllarca unutmayacaktı.
Meselâ Thais'te hıristiyan zenci Ahmes'nin, çocuk Thaus'u kucağına alıp herkesten gizli vaftiz ettirmeğe götürülürken, zencinin boynuna küçük kızın ellerini dolaması.Meselâ Safo'da, kadının eski bir dost gelince ve onunla kavgaya başlayınca yatak odasında ipeklerin kirlenmesi... Bunları Akif, 30 sene sonra, hasta iken de bana anlatacaktı ve Thais'ı, senelerce sonra, Mısır'da Arap edibi İsmailulhâfız'a, Arapçaya çevirerek anlatacaktı.
Hastalığında edebiyat konuştuğumuz en son gündü; hayatımızın otuz sene evvel inin durduğu bu satırlara, beraber gözlerimiz doldu."
Türk, Fransız, Acem şair ve yazarlarını, Akif'in, ince şahsi çizgiler, benimsemeler, kabul etmeyişler, ile nasıl âdeta yaşarcasını değerlendirdiğini anlatan Mithat Cemal, Onun Arap edebiyat ve kültürüne vukufunu da, bir "söyleşme" içinde şöyle belirtmektedir:
"— Ebulfâriz, Arapların en büyük şairidir demek?
Akif, tereddüdüme telâş ediyordu.
—Evet çok büyük. Hattâ Araplar der ki: Şiir bir Emîr ile başladı, bir Emîr ile bitti." birincisi Imru'l kays ikincisi de Ebulfâriz...
Akif bazan kendi Duma Fils'ini, kendi Sad’isini anlatıyordu.
—Bu ikisini hep yan yana düşünürüm. Sadi’nin hikâyeleri beni saatlerce düşündürür.
Dumat filsi okurduktan sonra Sadî'deki saat sırrını anladım:
Demek ki, büyük hikmetler söylemek için uzun vakalar yazmaya lüzum yok. Hani her gün görünen şeyler var, hani hiç dikkat etmeyiz bunlardan öyle namütenahi mevzular çıkar ki…
Bir cuma günü, Ibnülemin Mahmut Kemal de, Edebiyat tarihçisi Faik Reşat Onat'ın da Meclis'te, Akif'le Mithat Cemal, İran şairleri Sadi ve Firdevsî üzerinde şöyle tanışırlar:
(Mithat Cemal)'— Itikadımca Acem'in en büyük şairi Hayamdır
—Acem'in en büyük şairi mi?...
—Acem'de en büyük şair kim o halde
—Sadi
—Hani mekteplerde okuduğumuz Sadi mi?
—La Fontaine de mekteplerde okunmuyormu çocuklara okutuyorlar diye büyük şair değil mi? ama Akif hala kızmıyordu:
—Yanlış düşünüyorsun, diyordu. hayyam’ın kıymeti intrinse" kıymet değil, kabul edilmiş fikirlerik kabil etmemekten doğan yalancı bir kıymet. Parlayan bir çok şeyler gibi.
—Ya Firdevsî? Bu sefer birdenbire kızdı.
—Haa! Bak, dedi. Senin 60 bin beyitli firdevsin yok mu?
Hani Avrupalıların da: "Dünyaya gelen şairler içinde Homeros'tan sonra en büyüğü"dedikleri Firdevsî... Onun 60 bin beyitlik kitabı, Sadî 'nin Bostan'ındak isekiz beyitlik bir hikâye kadar insanlığa hizmet etmemiştir.
İddiası, kibri, insan beğenmezliği ve hiciv dolu nükteleriyle tanınan Süleyman Nazif, Akif'i yakından tanıdıktan sonra, onun en büyük hayranı olmuş ve hakkında bir de kitap yazmıştır: (Mehmet Akif, 1919) Akif'in sevdiği şairler konusunda, Mithat Cemal'in dedikleri ile Nazîf'inki-ler nasıl tutuyor. Bir yaprak da, S. Nazif'in 'Mehmet Akif'inden açalım: (s. 14)
"Mehmet Akif, Arap Şairleri arasında Ibnülfâriz'i, Türklerden Fuzulî'yi, Acemce yazanlardan Sadî-i Şirazî'yi, Fransızlardan Lamartin'i çok seviyor.
Lamartine'i diğer Fransız şairlerine tercih etmesindeki sebep bellidir: Lamartine, Allaha iman eder. Din, onun en büyük ilham kaynağıdır. Ah! Mehmet Akif'i taassup katılığı ile ve şiir anlayışını bu katılığa mağlup olmakla lekelemek isteyenler, onu yakından tanısalar, nasıl bir güzellik hayranı olduğunu anlarlar.
Fuzulî'yi Nedim'i seven Mehmet Akif'in Vasfiye o kadar sevgisi yok. En büyük kaside şairimizden sevgisini esirgemesini, ben aziz dostumun menfi bir haksızlığı sayarım... vs."
AHMET NAİM VE FATİN HOCA
Akif'in birçok şair ve bilgin dostları arasında, en sevdiklerinden birisi de Babanzâde Ahmet Naim Bey'dir. Sultan Hamid'in son yıllarında Direklerarası'nda, Hacı Mustafa'nın çayhanesinde Fatin Hoca, M. Akif, Ahmet Naim, Kara Kemal çok defa oturur, sanat, edebiyat felsefe konuşurlar.
_ Onlar, dinî, felsefî mes'eleleri konuştukça ve Naim Bey, Akif'in şiirlerini çok beğenip teşvik ettikçe, kahvenin sahibi, Melâmî dervişi Hacı Mustafa da çay dolduruyor: "Şahadet parmağını öpüp avucunu göğsüne dayayarak "Hû, imanım erenler! diye nara atıyordu. Mithat Cemal, Akif'le Naim'in dostluklarını şöyle anlatır:
"...Ayni istikamete doğru, birbirlerine çarpmayarak yürüdüler... Ali Fehmi Hoca'dan "Elkâmil"i okurken beraberdiler. Emil Zola'yı da beraber sevdiler. Onlara takılıyordum: "Zola'yı, Fransızların rezaletini öğretiyor" diye mi seviyorsunuz?"... Daha sonraları, lügatsiz Türkçe'yi sevmekte Naim de Akif'le beraber. Hattâ bir aralık güzel bir-şeye başlıyorlar: Arapça Kamus'tan, Mütercim Asım'm Türkçe kelimelerini seçerek sahici bir Türk Lügati yapmak..."
Matematikçi, astronom Fatin Hoca (Prof. Fatin Gökmen) de Mehmet Akif'in çok sevdiği dostlarından biriydi. Eşref Edib, Akif'in bu "Hoca"ya samimi sevgisini anlatırken, "Üstad"ın onun gıyabında şöyle konuştuğunu anlatıyor:
"Fatin Hoca, asrımızın kıymetli mütefekkirlerinden yüksek üstâdlarındandır. Hem İslâm'ı ilimleri tahsil etmiş, hem de Garbın en yüksek ilimlerinde temayüz etmiş. İşte şark ye İslâm âleminin ulemâsı böyle olmak gerek. Vaktiyle İslâm medreselerinin yetiştirdiği âlimler böyle idi."
DEVAM EDECEK