Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Kanal 7’de canlı olarak yayınlanan İskele Sancak programına konuk oldu. Gazeteci Mehmet Acet’in gündeme ilişkin sorularını yanıtlayan Başkan Görmez, Avrupa’da yaşanan ırkçılık, son dönemlerde artış gösteren İslam karşıtı eylemler, Fransa’da meydana gelen menfur saldırı ve beraberinde gelişen olaylar, İslam dünyasındaki ortaya çıkan hareketler ve ülkemizde yaşanan gelişmeler hakkında önemli açıklamalarda bulundu.
Başkan Görmez’in açıklamalarından öne çıkan başlıklar.
“İSLAM DİNİ BİR ŞİDDET DİNİ GİBİ GÖSTERİLMEYE ÇALIŞILIYOR…”
Gerçekten hem insanlık alemi, evrenimiz, coğrafyamız büyük sancılar yaşıyor. Öncelikle insanlığın bir an önce, bu sancılı durumdan, zorluklardan, şiddetten kurtulması için Yüce Rabbimden niyazda bulunuyorum. Yine Fransa’dan bir gün önce, İstanbul’da hayatını kaybeden Kenan Kumaş isimli polisimize Allah’tan rahmet, ailesine baş sağılığı diliyorum.
“Üzücü olan bir şey, aslında Fransa’da meydana gelen ve hiçbir inancın, dinin, aklın kabul etmeyeceği, “ama”sız ve “fakat”sız bir biçimde herkesin kınayacağı o elim hadisenin yaşandığı gün, Irak’ta 35 kişi benzer bir şekilde, patlama sonucu hayatını kaybetti. Yemen’de iki ayrı patlamada 28 kişi hayatını kaybetti. Nijerya’da en az 100 kişi hayatını kaybetti ve daha bilemediğimiz nice insanlar, benzer hadiselerde can verdiler. Ama insanlık sadece, birisini gördü ve biz de bugün sizinle birisini konuşacağız. Ama o birisiyle birlikte bütün bunları tahlil etmemiz gerekiyor. Bütün bu yaşananlar, Batı’da ve Doğu’da yaşananlar, İslam coğrafyasında yaşananlar ve bunların Batı dünyasında meydana getirdiği reaksiyonlar, bir bütün olarak ele alındığında Batı dünyasında meydana gelen bu tür hadiseler insanlığı bir şeye ikna etmeye çalışıyor. Irak’ta, Suriye’de meydana gelen hadiselerin aksansız Oxford İngilizcesiyle katliam yapan insanların, bunu medya yoluyla Batı’ya servis etmesinin ve ortaya çıkan infiallerin, camilere yapılan saldırıların, insanlık dışı katliamlara başvurmasının, bütün bunların elbette, siyasi, sosyal, psikolojik, ekonomik nedenleri var. Dini sebepleri de var, bunları da konuşacağız. Ama bütün bu tablo, bütün insanlığın aklımızla alay edercesine bizi bir şeye ikna etmeye çalışıyor. Nedir o? İslam dini şiddet dinidir, rahmet dini, barış dini değildir. İslam ile ilgili bir şeye ikna etmeye çalışıyorlar kanaatindeyim. Bunun üzerinde durulması lazım. Ama bunların hiçbirisi, meydana gelen sebeplerin hiçbirisi, bu tür hadiselere zerre kadar meşruiyet kazandırmaz.
“İNSANLIĞA DÜŞEN VAZİFE…”
Bu yaşananlardan en çok büyük zararı İslam ve Müslümanlar görüyor. Yani iki gündür, Paris’teki görevli arkadaşlarımız Cuma namazına gidelim mi, gitmeyelim mi diye soruyorlar. Cuma namazına gidip gitmeme konusunda insanlarda tereddütler meydana geliyor. Paris’te yaşanan olaylar, sadece Paris’i değil, başka dünyaları da etkiliyor. Avrupa’da yaşanan 20 milyon insanın sokakta yürüyüşünü değiştiriyor, başını öne eğdiriyor. Aslında hukukun en temel ilkesi, suçun şahsiliği ilkesidir. Ortodoks Sırpların Boşnak Müslümanlara yaptıklarından dolayı hiçbir Müslüman bunu bir Hıristiyan terörü olarak adlandırmadı. Bunu Hıristiyanlıkla ilintilendiren bir zihniyet, İslam dünyasında ortaya çıkmadı. Pek çok örnek var bu konuda. Ama bu tür hadiselerin sürekli İslam ile ilintilendirilmesi, bunun bir İslamofobiyi besleyen bir şekle dönüşmesi, o fobinin nefrete dönüşmesi, o nefretin şiddet ve ırkçılığa dönüşmesi şiddet sarmalı meydana getiriyor. İşte bugün insanlığa düşen, bu şiddet sarmalını ortadan kaldırmak için gayret göstermektir.”
Batı’da yaşanan olaylarda, Müslümanları en çok üzen şey, bunun İslamî simgelerle yapılmasıdır. İslam adına, Hz. Peygamber adına yapıldığının söylemesi, Hz. Peygamberin intikamı aldığını söylemeleri, tekbir getirmesi, ayet okuması. Bu bizim elimizden şu imkanı alıyor aynı zamanda, tam da yeryüzündeki vahşeti, dehşeti, ortadan kaldırmak için müracaat edeceğimiz ilahi kaynağı kirletiyor. O ilahi kaynağa müracaat etme imkanından bizi mahrum bırakıyor. Halbuki bunların çaresi, biz yeryüzüne Rabbimizin gönderdiği rahmet mesajlarına yeniden dönerek bunu, nasıl tedavi edeceğimiz kaynağı da kirleterek yok ediyor. Onun için, bu son derece önemli.
“RAHMET MESAJLARININ BİRBİRİNDEN FARKLI OLDUĞUNU BİLMEK GEREKİR…”
Allah’ın Peygamber vasıtasıyla gönderdiği din ile insanların dinden anladıkları ve o anladıklarını hayata tatbik etmeleri arasında farklılıklar olabilir. Hiç kimse ilahi bir metinde, dinin yeryüzüne gönderiliş gayesinde, insanın insanı katletmesi, insanın insanları öldürmesi, zulme iddia edemez. İnsanlar zaman zaman dini istismar edebilir, kendi ideolojilerini, arzularını, güç tutkularını, egemenlik hülyalarını dinin üzerinden gerçekleştirmeye kalkabilirler ki tarih boyunca hep böyle olmuştur. Biz dinler ve medeniyetler tarihine baktığınız zaman bunun yüzlerce örneğini görürüz. Herhangi bir insanın dini yanlış anlaması, tatbik etmesi ayrı bir şeydir. AFP’ye verdiğim mülakatta gazeteci arkadaşımız bunu söylediğimde, “O halde gerçek İslam nerede?” diye sormuştu. Gerçek İslam’ı çok uzakta aramayın. Paris’in o banliyölerinde, gerçekten, temiz duygularla, kalbinde merhamet olan, Cezayir’den gelerek, kalbinde hiçbir intikam duygusu bulunmadan, “Fransa Cezayir’i işgal etti” şeklinde bir duyguya kapılmadan, “Ben Fransa’daki bütün insanlara nasıl faydalı olabilirim” diye düşünen yüz binlerce insan var. Eğer gerçek İslam’ı arıyorsanız, Paris’te meydana gelen olaydan bir saat sonra olay yerine koşup gelen bir imam oldu. O imamın konuşmasına bakın. Eğer gerçek İslam’ı arıyorsanız, o İslam dünyanın her yerinde var. Ama siz eğer, şiddete indirgerseniz, o zaman proje gerçekleşmiş olur, zihinlerde yerleşmiş olur. Dolayısıyla, öncelikle insanların dini istismar etmesiyle İnsanların dini istismar etmesiyle, dinin yeryüzüne getirdiği rahmet mesajlarının birbirinden farklı olduğunu bilmek gerekir”
Yaşananların sebebini en başta dinde ararsa yanılır insanlar. Ben yeryüzünü bir bedene benzetiyorum. Bedenin muhtelif yerlerinden kanlar akıyor ve bütün beden bundan etkileniyor. Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de, Şam’da, Afrika’nın pek çok yerinde, kanlar akmaya devam ediyor. Sömürgeler, istilalar, işgaller, arkasından istibdat rejimleri, onların gölgesinde yetişen yaralı bilinçler, savaşların gölgesinde bilinçler, fakirlik, sefalet, bütün bunlardan sonra bazı insanlar kendi kimliklerini, düşüncelerini, itirazlarını, sadece din üzerinden sağlıksız bir ilişki kurarak ifade etmeye çalıştılar. Şu sorunun cevabını vermeden, yaşanılanları Kur’an-ı Kerim’de veya Hz. Peygamberin hadislerinde aramaya başlarsak yanlış yerden başlarız. Paris’te doğmuş, Paris’in sokaklarında yürümüş bir genç, yirmi sekiz veya otuz yaşına geldikten sonra, sosyal medya marifetiyle Suriye’de, Irak’ta insanları katleden bir manzarayı gördükten sonra oraya katılmayı ister? Bu genci, cinnet haline getiren vasat nedir? Bu insanlar neden bu hale geldi? Bunların beslenmek kaynakları neler? Bunların cevabını vermeden, siz bunu doğrudan dinde arayamazsınız, arasanız da bulamazsınız. Kutsal metinlerde herkes her aradığını da bulmaya çalışmıştır. Bir müddet sonra da kendisini o şekilde ifade etmeye çalışacaktır.
“İSLAM TARİHİ DÖRDÜNCÜ ZOR DÖNEMİNİ YAŞIYOR…”
Hiçbir tarih güllük gülistanlık değildir. İslam tarihinde de çok üzücü hadisler yaşanmıştır. İslam tarihinin dört zor dönemi vardır. Birincisi Resul-i Ekrem’in vefatından sonra, Hz. Osman’ın katliyle başlayan, Sıffin, Cemel, Nahrevan gibi savaşlarla başlayan, Kerbela’ya kadar devam eden ve bugün hala acılarını hissettiğimiz, sonuçlarını yaşadığımız dönem var. İkincisi Moğol istilasından sonraki dönem vardır, hem harici nedenlerin hem de iç kargaşaların yaşandığı, nehirlerin kan ve mürekkep aktığı dönemdir. Üçüncüsü Osmanlı Devleti’nin yıkılışıyla başlayan o sömürgeler, işgaller, savaşlar dönemidir. Ben dördüncü dönemi de, içinde bulunduğumuz dönem olarak değerlendiriyorum. Tarihte çok acı şeyler yaşandı; ama bir mezhebe bağlı insan, üzerinde bombaları bağlayıp başka birinin camisine girerek, orada namaz kılanlarla beraber, onları katleden bir tablo tamamen bu son yıllarda ortaya çıkan bir durum.”
SELEFİLİK ÜZERİNE…
Bu kriz dönemlerinden sonra, Müslümanlar daima şu soruyu sormuştur: “Biz neden bu hale geldik? Daima cevap da “Kur’an ve sünnetten uzak kaldığımız için” dir. Öyleyse, Kur’an ve Sünnete yeniden dönelim. Selefiliğin ilk ortaya çıkışı bu şekildedir. Bir taraftan da Müslümanlar başka kültürlerle karşı karşıya gelmişler. Bizans, Sasanî ve Hint kültürleriyle karşı karşıya gelmişler, her şeyin birbirine karıştığı ortamda, bazı insanlar, temiz düşüncelerle, iyi niyetlerle, “Biz neden bu hale geldik? Kitaba ve Sünnete dönersek, ancak o zaman bunu çözebiliriz” demişlerdir. Bu dönüş aslında doğru bir dönüştür. Fakat mühim olan, kitapla sünnetle doğru ilişki kurmak.
İlk ortaya çıkan bu düşünce, Selef adını verdiği, ilk üç nesli kendisine tek örnek olarak kabul ediyor ve hakikatin de bu üç neslin, inhisarında olduğunu kabul ediyor. Sahabiler, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn. Mesela fıkhın ortaya koyduğu düşünce mekteplerini suçlayarak bid’at dediler; irfan mektebinin, tasavvufun, o gönül muhasebesi yolunda başlatılan zühd hayatının ortaya koyduğu şeyleri – içine zaman zaman yanlışlıkların karıştığı olmuştur - dalalet olarak gördüler; daha sonra akıl ve reyi, dini metinlerin karşısında kabul ettiler. Allah kitabını, insanlar olunla akletsin, anlasın diye gönderdi. Akla karşı gönderilen, akla karşı olduğu bir şey için göndermedi kitabı. Bu şekilde de ayrıca, akli yorumları dışladılar, alternatif kabul ettiler. Halbuki, akılla naklin dengesi üzerine kurulmuştu bizim metodolojimiz. Aklın almadığı şeyler olabilir dinde. Ama aklı yok sayan bir dini metin yoktur.
Bu ilk asırlardaki Selefilik, ilmi selefilik olarak adlandırılır. Şiddete dönüşmeyen, başkasını tekfir etmeyen, ama tartışan, diğer düşüncelerle, mekteplerle tartışan bir ekol olmuştur. Dini metinleri anlama biçimi, daha çok harfi ve lafzi, yani Yaratıcının gayesini aramak yerine, daha çok lafzın ve harfin ifade ettiği manayı esas alan, Peygamber (sas)’in bir hareketi neden yaptığını araştırmaya gerek bile duymayan, bunu da yüksek bir teslimiyetle yapan bir düşünceydi. Ama bu düşünce bir bütün olarak, İslam düşünce mektepleri içerisinde egemen hale gelen bir düşünce değildi. Moğol istilasından sonra bir hareket zemini buldu. O zamana kadar yayılan tasavvufa karşı daha daha sert bir tavır takınmaya başladı. Bu şekilde devam etti. Osmanlı’nın yıkılışından sonra da, daha siyasi bir proje olarak ortaya çıktı. Hatta İslam coğrafyasının parçalanmasıyla birlikte, bazı devletlerde siyasi bir ideoloji olarak da hizmet gördü.
EHL-İ KIBLE TEKFİR EDİLEMEZ…
Geliştikten sonra modern zamanlarda, hakikati yine ilk üç asrın inhisarında kabul eden bir anlayıştı. Ama bir fark ortaya çıktı. Modernitenin etkisiyle kendilerinin ihdas ettikleri hakikatleri de, ilk asırdaki Selef’e izafe etmeye başladılar. İlk seleflerin arasında böyle bir cihat, şehadet anlayışı yoktu. İlk selefler arasında da kavgalar oldu; ancak onlar doğrudan bu temellere dayanmıyordu. Onlar daha çok siyasiydi. Salt dini değildi. Hatta kabileler arasındaki çatışmaları ifade ediyordu. Sonra, bu döneme geldik. Osmanlı’nın yıkılışından sonraki yapı daha çok farklılaştı. Neo Selefilik denilen, modern zamanlarda ortaya çıkan selefilik ile kadim selefiliği mukayese ettiğimiz zaman, benzerlikler yok değil, ama şöyle bir fark çıkıyor ortaya. Kendi hakikatini belirledikten sonra, kendi hakikatine inanmayanı tekfir etmek. Modern zamanlarda tekfircilik çok daha farklı bir hal aldı. Tekfir ettiği kimselerin düşünceleriyle savaşmak cihat kabul edildi. Halbuki, İslam’ın ana yolunun bize öğrettiği bir şey var: