Geçici dünyada elde edilen servetin getirisi de geçicidir. Bu getiriyi kalıcı kılmanın yolu, o servetin sahibine aittir ve bu da ancak mal, vârislerin eline geçmeden yapılabilecek bir iştir. Bir kimsenin, malını mülkünü vârislerine bırakması son derece doğal ve meşrû ise de, kendi ebedî geleceğini düşünmeden bütün çabasını buna hasretmesi akıl kârı değildir.
Öldükten sonra da manevi kazancının devam etmesini isteyen mümin, hiç olmazsa malının bir kısmını “sadaka-i câriye” (sürekli sadaka) ye çevirerek (Ebû Davud, Vesâyâ, 4) insanlığın hizmetine sunabilir. Hayatta iken helalinden kazanıp, zekâtını, sadakasını vererek, ihtiyaç sahiplerine yardım ederek malının hakkını veren mümin, öldükten sonra da o malı, amel defterinin sevap hanesini takviye eden bir unsur hâline getirebilir.
Allah Rasûlü’nün ifadesiyle, ölüyü takip edip geriye dönen iki şeyden birisi olan mal (Buhârî, Rikâk, 42), ölenin yanında kalan amelini sürekli nemalandıracak bir hayru’l-halefe dönüşebilir. Açıklamaya çalıştığımız hadis, “Kendiniz için önceden ne iyilik gönderirseniz, onu Allah katında daha üstün bir iyilik ve daha büyük bir mükâfat olarak bulursunuz.” (Müzzemmil, 20) ayetiyle daha da anlaşılır hâle gelmektedir. Çünkü önden gönderdiğimiz mal; Allah için harcadığımız, sadece kendimizi değil, başkalarını da düşünerek sarf ettiğimiz ve sevabını manevi bir yatırım olarak hesabımıza aktardığımız maldır. Kadın-erkek hiç kimsenin amelini zâyi etmeyeceğini bildiren yüce Allah (Âl-i İmran, 195), servetinin hakkını verip onu kendi malı yapanları, sonsuz ikramı ve cömertliğiyle cennetinde ağırlayacaktır.
Anlatıldığına göre Hz. Ömer bir gün Medine’deki Baki mezarlığına uğramış ve kabir ehline selam verdikten sonra onlara şöyle hitap etmiş: “Size vereceğim haberler var. Hanımlarınız evlendi. Evlerinize yerleşildi. Mallarınız taksim edildi." Hâtifden bir ses şöyle karşılık vermiş: “Ey İbnü’l-Hattab! Bizden de haberler var. Önden gönderdiklerimizin karşılığını bulduk. Allah yolunda harcadıklarımızdan kazandık. Geride bıraktıklarımızdan ise zarar ettik.” (Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, 2 / 71)
Ebedî hayata inanan mümin, kendisini fânî hayatın dar çerçevesiyle sınırlayamaz. O, bu dünyaya sadece gününü gün etmek için gelmediğinin farkındadır. Ebedî hayatı kazanmanın yolunun bu dünyadan geçtiğini bilir ve bunun için her türlü imkanı kullanır. İnancıyla, ibadetiyle, ahlakıyla, imtihanı kazanmak için çalışırken, malıyla, servetiyle de ebedî yurda yatırım yapar. Onun için örneğin kendisini sonsuza taşıyacak vakıflar kurar.
Ecdadımızın kurduğu binlerce vakıf ve bunlar için oluşturulan hayır kurumları, bu inanç ve anlayışın ürünüdür. Hayvanların bakımından çevre düzenlemesine, öğrencilerin masrafının karşılanmasından borçlulara yardım edilmesine, fakir gençlerin evlendirilmesinden engellilere gelir teminine, han, hamam, mescid, imarethane, köprü, çeşme gibi, halkın istifadesine sunulan yüzlerce eserin tesisine kadar insanların hayır duasına vesile olabilecek her şeyi en büyük kazanç sayan atalarımız, ebedi hayata hazırlığın nasıl yapılacağını gösterdikleri gibi, kendi nesillerine de güzel bir örnek oluşturmuşlardır. Bu örneklik, bugün de çeşitli alanlarda kurulan vakıflar ve yardım dernekleriyle belli ölçüde işlevini sürdürmektedir.
Her şeyin maddi getirisinin önem kazandığı ve hesapların buna göre yapıldığı günümüz dünyasında, Allah rızasını en büyük kazanç sayan müminin evlâdına bırakacağı en büyük miras, bu inanç ve anlayış olacaktır.
Sadece kendisi için değil, başkaları için de yaşama felsefesinin yaygınlaşması, bu konuda gösterilecek gayret ve verilecek güzel örneklere bağlıdır.
Az da olsa vermenin, başkalarıyla paylaşmanın, yetimi, yoksulu sevindirmenin manevi zevki ancak aile yuvalarından başlayan bir eğitimle elde edilebilir. Çocuklarımıza, bu dünyada kazanmanın ve başarılı olmanın yollarını gösterir ve bu konuda bütün imkanlarımızı seferber ederken, ebedî âlemi kazanmanın ipuçlarını vermeyi de ihmal etmeyelim. Onları çok sevdiğimizi, sadece, biriktirdiğimiz maddi serveti miras bırakarak değil, sevgili Peygamberimizin ifadesiyle, en hayırlı bağış olan güzel ahlakı (Tirmizi, Birr, 33) benimseterek de gösterelim. Allah’ın rızası ve ödülünün her şeyden değerli olduğunu öğretelim.
Yüce Allah, mallarını kendi rızası için harcayanları, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohuma benzetmiş ve bunlara büyük mükâfat vaad etmiştir. (Bakara, 261-261) Mülkün gerçek sahibi olan Cenab-ı Hak bize bahşettiği sonsuz nimetlerinden bir kısmını kendi yolunda harcamamızı isterken, aslında bize emanet ettiği kendi malından tasarruf etmemizi istemiş olmaktadır. Bu gerçeği unuttuğu için bencilleşen ve her şeyi kendine mâl etmeye çalışan insanoğlu, toplayıp dökümünü çıkarttığı malın kendisini ebedileştireceğini zannederek (Hümeze, 2-3) ihtiyacından çok fazlasını biriktirmekte, bazen ömür boyu topladığı serveti harcamaya fırsat bulamadan göçüp gitmektedir.
Hangi sadakanın daha faziletli olduğunu soran birisine, “Sağlıklı, mala karşı hırslı, fakirlikten korkup zenginlik ümidi içindeyken verdiğin sadakadır.” buyuran Allah Rasûlü, “Bunu can boğaza gelinceye ve falancaya bu kadar, filancaya şu kadar deyinceye kadar ihmal etme. Çünkü bu durumda o, zaten falancanın olmuştur.” (Müslim, Zekât, 31) diyerek, sorumluluklarımızı iş işten geçmeden yerine getirmemizi istemiştir. Çünkü yine onun ifadesiyle, geride bıraktığımız değil, önden gönderdiğimiz mal bizimdir ve doğal olarak herkes kendi malını başkasınınkinden daha çok sevecektir. Sevdiğimiz maldan Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe ulaşamayacağımızı bildiren de Yüce Allahtır. (Âl-i İmran, 92)
NOT: Makale, 2010 Kuran yılı dolayısıyla DİB sitesinden alınmıştır.