Yüce Allah; iman, ibadet, ahlak ve muamelat ile ilgili esasları, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla bildirir. Peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği hak dinin adı İslam’dır (Âl-i İmran, 19), İslam’ı kabul eden insanların adı ise Müslüman’dır. (Hac, 78) İnsanlar doğuştan hak din İslam’ı kabul edebilecek yetenekte yaratılmışlardır. (Rum, 30) İnsanın mümin ve Müslüman olabilmesi için bu yetenek, irade ve akıllarını kullanmaları, Peygamber'in davetine kulak vermeleri gerekir. İnsanlar, akıllarını kullanmaz, kalplerini, zihinlerini, gözlerini ve kulaklarını Peygamber'in davetine kapatırlarsa dalaletten kurtulamaz, iman edip Müslüman olamazlar. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’nın ilk muhatapları olan Mekke halkı, Allah’ın varlığını ve yaratıcı olduğunu bildikleri ve kabul ettikleri hâlde (Ankebut, 61; Lokman, 24), O’nun vahdaniyetine (eşi ve benzeri olmayan tek ilah oluşuna) inanmıyorlardı. (Sâd, 5) Kendilerini Allah’a yaklaştırır ve şefaatçi olur inancıyla kendi elleriyle yaptıkları putlara ilah diye tapıyorlar, böylece Allah'a ortak koşuyorlardı. (Yunus, 18; Zümer, 3) Öldükten sonra dirilmeye, dolayısıyla ahiret hayatına inanmıyorlardı. (Neml, 67-68; Yasin, 78; Casiye, 24) Peygamberimizin iman davetine icabet etmediler, onu yalancı ve büyücü olarak suçladılar, ayetlere eskilerin masalları dediler. (Yunus, 2; Sâd, 4; Kalem, 15)
Peygamber Efendimiz (s.a.s), Mekke halkının iman etmemesine kendisini helâk edercesine üzülüyordu. (Kehf, 6; Şuara, 3) Yüce Allah, Hz. Peygamber'in üzülmesini istemedi. “(Ey Peygamberim! İnsanlar) mümin olmuyorlar diye adeta kendini helak edeceksin! Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar.” (Şuara, 3-4) ayetini indirdi ve imanın ilahî bir lütuf olduğunu, “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır.” (Bakara, 256) ayetiyle dinde zorlamanın olmadığını, “De ki: Hak, Rabbinizdendir, artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 29) ayetiyle insanların iman edip etmemekte özgür olduklarını bildirdi. Gözlerini gerçeğe kapatanları sapıklıktan kurtaramayacağını, ancak ayetlere iman edenlere gerçeği duyurabileceğini açıkladı: “(Ey Peygamberim!) Sen gerçeği görmeyenleri sapkınlıklarından çıkarıp doğru yola iletemezsin. Sen çağrını ancak, ayetlerimize iman eden kimselere duyurabilirsin.” (Rum, 53)
Yazımızda bu ayeti tahlil etmeye çalışacağız. Ayet, üç hüküm içermektedir: (1) Peygamber, gerçeği görmeyenleri sapıklıktan hidayete ulaştıramaz, (2) Peygamber, ancak Allah’ın ayetlerine iman edenlere gerçeği duyurabilir, (3) Allah’ın ayetlerine iman edenler Müslüman olurlar.
//1. PEYGAMBER, GERÇEĞİ GÖRMEYENLERİ SAPIKLIKTAN HİDAYETE ULAŞTIRAMAZ
a) Hidayet
Sözlükte yol göstermek, doğru yola iletmek ve gerçeğe ulaştırmak anlamına gelen “hidayet” kelimesi, din ıstılahında, Allah’ın kitap ve peygamberleri vasıtasıyla insanlara doğru yolu göstermesi ve onları bu yola ulaştırması demektir. Allah’ın insanlara hidayeti dört şekilde olur:
(1) Her mükellef insana akıl, kabiliyet, anlayış ve zaruri bilgiler vermesiyle. “(Musa), ‘Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra ona doğru yolu gösterendir,’ dedi.” (Tâhâ, 50) ayetinde geçen “hidayet” bu anlamdadır.
(2) Gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplar vasıtasıyla insanlara doğru yolu göstermesiyle. “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiya, 73) anlamındaki ayette geçen “hidayet” bu anlamdadır.
(3) Doğru yola gelmek isteyeni bu isteğinde muvaffak kılmasıyla. “Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet eder.” (Teğabün, 11) anlamındaki ayette geçen “hidayet” bu anlamdadır.
(4) Ahirette cennete koymasıyla. “Onlara (Allah yolunda savaşanlara) hidayet edecek ve durumlarını düzeltecek, onları (dünyada iken) kendilerine tarif ettiği cennete sokacaktır.” (Muhammed, 5-6) anlamındaki ayetlerde geçen “hidayet” bu anlamdadır.
Bu dört hidayet sırasıyla birbirine bağlıdır; birincisi olmadan ikincisi, ikincisi olmadan üçüncüsü, üçüncüsü olmadan da dördüncüsü olmaz. Dördüncüsü varsa ilk üçü, üçüncüsü varsa ilk ikisi önceden var demektir.
Gerçek anlamda “hâdî” (hidayet eden) Allah’tır. Mecazî anlamda insan için de “hâdî” denilmiştir. Kur’an’da peygamberler için de "hâdî” ismi kullanılmıştır: “Her toplumun bir hâdîsi (yani yol göstericisi, peygamberi) vardır.” (Ra’d, 7)
b) Dalalet
Sözlükte gizlemek, sapmak ve doğru yolu bulamamak anlamlarına gelen “dalalet” kelimesi, din ıstılahında; hidayet kelimesinin zıddı olup, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan sapmak demektir. Kur’an’da, Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe inanmamak (Nisa, 136) ve Allah’a şirk koşmak (Nisa, 116) dalalet olarak ifade edilmiştir.
“Hidayet” ve “dalâlet”; insanların iradesi, Allah’ın dilemesi ve takdiri ile gerçekleşir. Allah; fasıklara, zalimlere, kâfirlere (Bakara, 26, 258, 264), müşriklere (Mü’min, 28), yalancı nankörlere (Zümer, 3) ve ayetlere iman etmeyenlere (Nahl, 104) hidayet etmez. Ancak “kendisine yönelenlere hidayet eder.” (Ra’d, 27) Allah, yolundan sapanı da hidayete ereni de bilir. (Nahl, 125)
c) Gerçeğe gözlerini kapatanlar
“Gerçeğe gözlerine kapayanlar” şeklinde çevirdiğimiz “el-umy” kelimesi “el-a’mâ” kelimesinin çoğulu olup, kevnî ve kitabî ayetleri göremeyen ve anlayamayanlar, kalp gözü kapalı olan anlamına gelir. (En’âm, 104; Hûd, 28; Fussilet, 44) Kalplerini gerçekleri anlamada, gözlerini gerçekleri görmede ve kulaklarını gerçekleri duymada kullanmadıkları için kâfir, müşrik ve münafıklar, gerçekleri duymayan (summ), gerçekleri konuşmayan (bükm) ve gerçekleri görmeyen (umy) kimseler olarak nitelendirilmiştir. (bk. Bakara, 18, 171; En’âm, 39; Furkan, 73; Muhammed, 23; Fussilet, 17)
Tahlil ettiğimiz ayetin ilk cümlesinde, Hz. Peygamberin; ayetleri dinlemeyenleri, doğruları görmeyenleri ve kalp gözünü gerçeklere açmayanları, içinde bulunduğu şirk ve inkâr sapıklığından kurtaramayacağı bildirilmektedir. Hz. Peygamber'in, bir insanı hidayete erdirebilmesi için; o insanın sahip olduğu inancın, eylem ve davranışın doğru olmadığını anlaması, ayetlere kulak vermesi, gerçeği araması, iradesini iman istikametinde kullanması, aynı zamanda Allah’ın dilemesi ve takdirinin de tecelli etmesi gerekir. Dolayısıyla sadece Hz. Peygamber'in veya herhangi bir insanın istemesi ve doğru yolu göstermesi ile Allah istemedikçe hidayet olayı gerçekleşmez. (Kasas, 56; Kehf, 57) Çünkü aklını, iradesini, gözlerini, kulakları ve kalbini gerçekleri idrak etmede kullanmayanlar ölü sayılırlar. Ölülere gerçek nasıl duyurulabilir ki? Bu husus Kur’an’da açıkça bildirilmiştir: “(Ey Peygamberim!) Sen ölülere duyuramazsın. Arkalarına dönmüş kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.” (Neml, 80) Dolayısıyla Hz. Peygamber, ancak kendisine uyanları doğru yola iletebilir. (A’raf, 158; Nur, 54; Şûra, 52)
Nitekim Mekke’de iki gözü görmediği hâlde kalp gözünü hakikate açtığı için Abdullah b. Ümmi Mektûm iman ettiği hâlde kalbini, gözlerini ve kulaklarını gerçeğe kapadığı için amcası Ebu Leheb’i şirk sapıklığından kurtarıp iman etmesini sağlayamamıştır. (Tebbet, 1-5) Zaten Peygamberin görevi, insanları imana zorlamak değil, gerçekleri sadece tebliğ etmekti. (Nur, 54; Ğâşiye, 21-22)
2. Peygamber ancak Allah’ın ayetlerine iman edenlere gerçeği duyurabilir
a) İman kavramı
Sözlükte; bir kişiyi tasdik etmek, doğrulamak, bir şeyin doğru olduğunu söylemek ve onu doğru olarak kabul etmek, gönül huzuru ile benimsemek, birine güven vermek, güvende olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten inanmak anlamlarına gelen “iman” kelimesi, din ıstılahında; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tebliğ ettiği Kur'an'ı ve haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru olduğunu tasdik etmek, tereddütsüz kabul edip bunların gerçek olduğuna gönülden inanmak demektir. İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini ahirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi için şu şartların birlikte bulunması gerekir:
(a) İmanda şüphe olmamalıdır. (Yunus, 94)
(b) İman edilecek şeylerin tamamına inanılmalıdır. (Bakara, 85; Âl-i İmran, 119; Nisa, 150-151)
(c) Yeis hâlinden önce iman edilmelidir. (Mümin, 84, 85)
(ç) İmana şirk karıştırılmamalıdır. (En’am, 82)
(d) İman esasları kalp ile tasdik edilmelidir. (Mâide, 41, 61)
(e) Dinî hükümler alay konusu yapılmamalıdır. (Kehf, 103–106)
Mümin, Allah'a ve Peygamber'e iman ettiği gibi, onların koyduğu hükümleri şeksiz şüphesiz kabul eder: "Allah ve Rasulü bir işte bir hüküm verdiği zaman, artık mümin erkek ve mümin kadına o işi, kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasulüne karşı gelirse (hükümlerini kabul etmez ve yüz çevirirse) apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb, 36; bk. Nur, 51)
b) Allah’ın ayetlerine iman
Sözlükte; açık alâmet, işaret, emare, iz ve nişane anlamlarına gelen “ayet” kelimesi; Kur’an’da mucize (Bakara, 211), alâmet (Bakara, 248), ibret (Nahl, 11), delil (Rum, 20-25) ve Kur’an ayeti (Nahl, 101) anlamında kullanılmıştır.
“Ayet”, sonu ve başı belli olan, uzun veya kısa, bir harf veya birkaç kelime veya cümleden oluşan Allah’ın sözlerine denir. Her ayet Kur’an’dır. Fatiha sûresinin başındaki besmele dahil, Kur’an da 6236 ayet vardır. Ayetlerin sûrelerdeki dizilişi vahiy ile belirlenmiştir. Ayetlerin bir kısmı Mekke’de, bir kısmı da Medine’de inmiştir. Manalarının anlaşılırlığı bakımından bazı ayetler “muhkem”, bazı ayetler “müteşâbihtir” (Âl-i İmran, 7), sağlam ve güzel olma bakımından bütün ayetler, muhkem ve müteşâbihtir. (Hûd, 1; Zümer, 23) İnsanların anlayabilmesi için Kur’an’da ayetlerin tafsil edildiği ve açıklandığı bildirilmiştir. (En’âm; 97-98; Nur, 34, 61)
6236 ayetin her biri iman konusudur. Kur’an’da “ayetlere iman” ifadesi açıkça geçmektedir. (En’am, 109, 124, 146) Tahlil ettiğimiz ayette, Hz. Peygamber'in “ancak ayetlere iman edenlere gerçeği duyurabileceği” bildirilmektedir. “Ayetlere iman” ile maksat, ayetlerin Allah sözü olduğunu, içerdiği bilgilerin doğru, emir ve yasaklarının insanın yararına ve hükümlerinin uygulanabilir olduğunu kabul etmektir. Herhangi bir ayeti inkâr etmek veya yalanlamak veya alay konusu yapmak veya içerdiği hükümleri beğenmemek veya çağdışı olduğunu ve değişmesi gerektiğini söylemek veya ayetlere karşı kibirlenmek insanı küfre götürür ve ilahî cezaya maruz bırakır. (Nisa, 49, 140; En’âm. 27, 49, 157; A’raf, 9, 182; Yunus, 95; Casiye, 11; Taha, 14, 127) Ayetlerden yüz çevirmek, hükümlerini uygulamamak ve ayetleri unutmak insanı fasık ve günahkâr yapar. (A’raf, 9, 136, 146; Taha, 26)
Müminler; ayetleri şeksiz şüphesiz Allah sözü olarak kabul eder, anlamaya, öğrenmeye ve hükümlerini uygulamaya çalışır. “Anlayasınız diye Allah size ayetlerini böyle açıklıyor.” (Bakara, 242) “Bizim ayetlerimize ancak, onlarla kendilerine öğüt verildiği zaman secdeye kapanan, kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tespih edenler iman ederler.” (Secde, 15) “Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır.” (Enfal, 2)
3. Allah’ın ayetlerine iman edenler Müslüman olurlar
Sözlükte; itaat etmek, boyun eğmek, teslim olmak anlamlarına gelmektedir. “İslam” teslim olan, “Müslim” kelimesi ise din ıstılahında, İslam dinini hak din olarak kabul eden kimseye denir. Vahiy meleği Cibril’in insan suretinde gelip “İslam nedir?” sorusuna, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.); "İslam; Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hac yapmak ve Ramazan orucu tutmaktır” cevabını vermiştir. (Tirmizî, İman, 4)
“Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hac yapmak ve Ramazan orucu tutmaktır.” (Tirmizî, İman, 3; Müslim, İman, 21) hadisi de yukarıdaki İslam kavramının tarifiyle örtüşmektedir. Hz. Âdem (a.s.)’den itibaren peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği tevhid dinini kabul eden bütün insanların adı Müslüman’dır. (Bakara, 128, 132; Âl-i İmran, 52; En’âm, 14, 71; Yunus, 72, 84, 90, 101; İsra, 28; Hac, 78; Neml, 31, 44, 91; Zümer, 11; Mümin, 66)
Kur’an ve sünnette yer alan bütün hükümleri uygulamak, Müslüman’ın görevidir. İslam; insanın inanç, ibadet, evlenme, boşanma, yeme, içme, giyinme, konuşma, yürüme, okuma, düşünme, temizlik, yardımlaşma, şahitlik, hâkimlik, işleri ehline verme ve istişare ile yapma gibi adlî, idarî, hukukî, ahlakî, ticarî, ilmî, fikrî, itikadî, amelî ve sosyal bütün alanlarla ilgili genel kurallar içerir. “Mümin”, sadece iman eden, “Müslüman” ise iman edip İslamî görevleri yapan kimsedir, şeklinde bir ayırım yapmak Kur’an’a uygun değildir. Çünkü Kur’an’da “mümin”; birçok ayette, iman edip salih amel işleyen kimseler olarak tanıtılmıştır. (Mesela, Enfal, 1-4; Hucurât, 15) İman ve İslam, Kur’an’da eş anlamda kullanılmıştır. Mümin ve Müslüman kavramları hak dini kabul eden insanın iki temel niteliğidir. Dolayısıyla her mümin Müslüman, her Müslüman da mümindir.
Kalbiyle inanmadığı hâlde “zahiren İslam’a teslim olmak, Müslüman olduğunu söylemek” ile “hem kalbiyle iman eden hem de diliyle iman ettiğini söyleyen Müslüman” arasında ise fark vardır. “Bedevîler, “iman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, fakat “teslim olduk/boyun eğdik” deyin. (Çünkü) iman henüz kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurât, 14) ayeti bu gerçeğin ifadesidir. Ayette bildirildiği gibi imanın yeri kalptir. Kalp ile iman esasları tasdik edilmedikçe, dil ile Müslüman oldum demek Müslüman olmaya yetmez. Biz, insan olarak kimsenin kalbini bilemeyeceğimiz için, “Müslümanım” diyen kimseyi Müslüman olarak kabul ederiz, ama o, kalbi ile iman etmedikçe Allah katında Müslüman değildir. Din dilinde bu kimsenin adı “münafık”tır. Buna mukabil insanın imanında bir noksanlık olursa Müslüman niteliğini kaybeder. Kalbiyle inandığı ve bunu diliyle ikrar ettiği hâlde, İslamî görevlerin tamamını veya bir kısmını yerine getirmeyen veya getiremeyen kimse, İslamî görevleri inkâr etmediği, küçümsemediği ve önemsiz saymadığı sürece Müslümandır, ancak fasıktır, günahkârdır, tövbe edip hâlini ıslah etmesi gerekir. Çünkü ibadetlerle beslenmeyen imanın son nefese kadar kalpte korunması mümkün olmayabilir. Zira işlenen günahlar, kalbin kararmasına sebep olur. İnandığı gibi yaşamayan insanlar, bir gün yaşadığı gibi inanmaya başlarlar. Dolayısıyla Müslümanın; fert, aile ve toplum hayatında her türlü söz, fiil ve davranışlarında İslam’ı esas alması, hayatını buna göre düzenlemesi gerekir. Müslüman; İslamî kurallara, emir ve yasaklara, helal ve haramlara ne kadar uyarsa, o nispette Müslümanlığını kemale erdirmiş olur. İslamî görevleri ne kadar terk ederse, o kadar “kemal-takva” niteliğini yitirmiş olur. Buna mukabil, iman edip Müslüman olduğu hâlde hiçbir İslamî görevi yapmamak, iman-İslam gerçeği ile bağdaşmaz.
Sonuç olarak; varlıkların en saygını olan insanın; yeme ve içme gibi, inanmaya ve ibadet etmeye de ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlarını giderebilmeleri için yüce Allah, insanlara sayısız nimetler verdiği gibi, ilk insandan itibaren peygamber ve kitaplar göndererek onlara rehberlik de yapmıştır. İnsanların bu rehberlikten yararlanıp iman edebilmeleri ve Müslüman olabilmeleri için akıllarını, gözlerini, kulaklarını ve kalplerini gerçeklere açması, iradesini bu istikamette kullanması gerekir. Ölü gibi davranan, aklını, kalbini, gözlerini ve kulaklarını gerçeğe açmayan insanları, peygamber dahil hiç kimse doğru yola iletemez. Peygamber ve insanlar, ancak iradesini bu istikamette kullanan, akıl, kalp, göz ve kulaklarını gerçeğe açan ve Allah’ın ayetlerine iman edenlere doğru yolu gösterebilir. Müslüman olarak bize düşen görev, İslamî gerçekleri usulüne uygun olarak en güzel biçimde anlatmaktır.
NOT: Makale, 2010 Kuran yılı dolayısıyla DİB sitesinden alınmıştır.