“Öğretmen merkezli, takrire dayalı ezberci eğitimin (bk. Aydın, Kasım, 2009) çarkından geçmiş insanların en önemli temel yanlışlarından biri, bilgiye yaklaşım biçimleridir. Onlar, muhatap kılındıkları bilginin hep mutlak doğru olduğuna şartlandırıldıkları için güvendikleri birisinden okudukları ve dinledikleri bilgi karşısında genelde kendilerini “pasif alıcı” olarak konuşlandırırlar. Kendilerini, o bilginin kalıbına girmekle yükümlü nesne olarak görürler. O bilginin doğruluğunu sorgulama, anlamlandırmaya çalışma, mantıksal bir iç tutarlılığa sahip olup olmadığını yoklama, diğer bilgilerle ilişkisini kurma gibi işlemlere tabi tutma ihtiyacı duymazlar. Hele bir de bu bilgi dinî nitelikli ise, onun karşısında hiçbir varlık eseri göster(e)mez, kendilerini ona büsbütün teslim etmeyi gerekli görürler.
Dinde teslim olma vardır; ancak bunun mahiyetini ve sınırlarını çok iyi bilmek gerekir. (bk. Aydın, Aralık, 2009.) İslam’a göre kayıtsız şartsız teslimiyet, sadece Allah’a ve Rasulüne’dir ve bu teslimiyet de körü körüne bir teslimiyet değildir; bu teslimiyet kararının arkasında bilgi ve düşünceden beslenen bir anlamlandırma süreci yer almaktadır. Allah ve Rasulü (s.a.s.), bir şey buyuruyorsa, mümin ona teslim olmakta tereddüt etmez/etmemelidir. “Ey iman edenler! … Bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde, onu Allah ve Rasulü’ne götürünüz.” (Nisa, 59.) “Hayır! Rabbin’e andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin karar nedeniyle içlerinde hiçbir zorlanma/sıkıntı hissetmeksizin tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65.)
Her mümin, Allah ve Elçisi’nin ne buyurduğunu anlam(landırm)aya çalışmakla yükümlüdür. Anlamadan tabi olmak/uymak nasıl mümkün olabilir? Nitekim Kur’an ayetleri üzerinde müminlerin derin derin düşünmeleri, onları anlam(landırm)aya çabalamaları bizzat Allah tarafından istenmektedir. (bk. Nisa, 82; Muhammed, 24; Mu’minun, 68; Sâd, 29.)
Bu anlam(landırm)a/kavrama görevini yerine getirmeye çabalayan Müslüman, Allah’ın maksadını yakalamaya çalışırken, Hz. Peygamber (s.a.s.) dışında, karşılaştığı hiçbir beşerî yoruma kayıtsız şartsız teslim olma, onu kabullenme tavrını takınmak durumunda değildir/olmamalıdır. Allah ve Rasulü (s.a.s.) dışında hiçbir otorite, kayıtsız şartsız bağlanmaya değer ve sorgulanamaz görül(e)mez. Hristiyanlıkta olduğu gibi bir din adamı sınıfının bulunmadığı İslam’da, dinin temel kaynağının anlaşılması ve yorumlanması konusunda tekel söz konusu değildir. Bu konuda Müslümanın körü körüne bir bağlanma içinde olmasını İslam asla hoş görmemektedir.
Bu yüzden Müslümanın, karşılaştığı dinî nitelikli her bilgiyi Kur’an ve Sünnet ölçütüyle test etmek suretiyle doğru olup olmadığını belirlemeye çalışma yükümlülüğü bulunmaktadır. İslam’ı genel hatlarıyla ve bir bütün olarak kavramış bir Müslüman, bunu şu veya bu ölçüde yapabilir. Özellikle de dinin sabiteleri dediğimiz dinin olmazsa olmazları açısından bunu rahatlıkla yapabilmelidir.
Sahip olduğu bu imkan, Müslümanın kolay kolay kül yutmamasına katkı sağlamaktadır. Ancak ne yazık ki, bu imkânın iyi değerlendirilmemesi nedeniyle tarihte zaman zaman bir çok hurafe İslam’a mal edilebilmiş; bir çok Müslüman bunları İslam sayabilmiştir. Osmanlının son asrında özellikle hoca kılığına girmiş gayrimüslimlerin katkılarıyla hurafelerin oldukça rahat yayıldığı söylenebilir. Bunun önünü almak, karşılaştığı dinî nitelikli bilgileri İslam’ın temel değerleri ışığında sorgulayıp anlamlandırabilecek müminleri yetiştirmekle mümkün olacaktır.
Geçenlerde bir mektup aldım. Yıllardır Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenliği yapan ve din eğitimi dalında yüksek lisans diploması bulunan çok çalışkan bir bayan öğrencim göndermiş. Onun yazdıkları bu konuda tipik bir örnek teşkil ettiği için onları sizinle paylaşmak istiyorum:
“Sayın Hocam, bu hafta arkadaşlar tarafından bir cuma oturmasına davet edilmiştik. Gittiğimizde iki hoca hanımın da Kur’an okumak ve sohbet etmek için geldiklerini gördük. Okunan Kur’an’dan sonra hoca hanımlardan biri sohbet etmeye başladı. Bir saat boyunca hiç susmadan peş peşe ayet ve hadisleri sıraladı, büyüklerin hâllerinden örnekler verdi. Sözü namaza getirdi ve ikindi namazıyla ilgili şöyle bir olay anlattı: Bir gün ashab-ı kiram mescidde bir kadının ağlamasına şahit olurlar ve niçin ağladığını sorarlar, söylemez. Hemen onu alıp Peygamber Efendimiz’in huzuruna götürürler. Kadın hâlâ ağlamaktadır. Peygamberimiz niçin ağladığını sorar. O da çok büyük günahlar işlediğini ve bunlardan dolayı ağladığını söyler. Peygamberimiz de bunları kendisine anlatmasını ister. Kadın başlar anlatmaya. ”Ya Rasulallah! Ben zina ettim, bu zinadan bir çocuk doğdu ve ben bu çocuğu öldürdüm ve bir sirke küpüne attım. Bu sirkeyi de insanlara sattım. Ben ağlamayayım da kimler ağlasın!” demiş. Peygamberimiz de: “Sus kadın sus. Ben de ikindi namazını kaçırdın zannettim.” demiş.
Hoca hanım bunları anlatırken çok şaşırdım ve her kesimden insanların geldiği misafirlerin tepkileri nasıl olacak diye yüzlerine baktım. Hepsi güzel güzel dinliyordu. Kimse şaşırmamıştı. Bu beni daha da şaşırttı. …”
Dikkat edin, dinleyenler arasında okumuş/eğitimli bayanlar var. Bu fotoğraf, İslam adına ne kadar ürkütücü ve endişe verici! Din diye anlatılanların hiçbir doğru tarafı yok. Üstelik İslam’ın temel prensipleriyle açıkça çelişen işler (büyük günahlar), rahatlıkla hafife alınıyor. Zina, cana kıyma, hem de öz çocuğunu öldürme, insanların sağlığını tehlikeye sokma, sahtekârlık, haram kazanç elde etme gibi büyük haramlar, bir ikindi namazıyla karşılaştırılarak onun önemini vurgulamak adına alabildiğine hafife alınıyor. “Kul hakkıyla Allah’ın huzuruna gitmemeye özellikle özen gösterme” anlayışı âdeta sıfırlanıyor.
Bütün bunların İslam’la asla bağdaşmayan asılsız şeyler olduğunu anlamak için öyle ileri düzeyde bir İslam bilgisine sahip olmak gerekmez; İslam’ı ana hatlarıyla tanımış olmak, bu gerçeği fark etmek için yeter de artar bile. Ama bizim eğitimli insanlarımızın bile bunu başaramadığını görmek gerçekten düşündürücüdür.
Bu insanlar, genelde dinî bilgi karşısında özne olarak kalmaya yönelik hiç bir çaba göster(e)miyorlar. Hoca diye tanıdıkları bir hanımın din adına söylediklerini pasif kabullenici yaklaşımla dinlemekle yetiniyorlar. Sunulan dinî bilgiler üzerinde düşünmek, onları sorgulayıp anlamlandırmaya, onları bütünleştirip tutarlılığın olup olmadığını, bildikleri temel dinî prensiplerle bağdaşıp bağdaşmadığını yoklamaya yönelik hiçbir çaba göstermiyorlar. Hoca diye tanınan kişi, Hz. Peygamber’den naklettiğini belirtince akar sular duruyor; onu dinleyip söylediklerini olduğu gibi kabullenmek, onların kalıbına dökülmekten başka bir alternatif olduğunu düşünemiyorlar. Çarkından geçtikleri ezberci/kalıplayıcı eğitim ortamı/çevresi, eleştirel düşünme/anlamlandırma/sorgulama yeteneklerini böylesine dumura uğratmış. Aktarılan bilginin güdümüne girmekten başka bir alternatifleri kalmamış.
Bilgiye böyle yaklaşma, kişiyi kullanılmaya hazır nesneye dönüştürür; dolayısıyla her türlü kullanıma ve istismara müsait hâle getirir. Bu “her tür kullanım ve istismara”, İslam’la taban tabana zıt durumlar da dahildir. İslam adı altında onunla asla bağdaşmayan fikirler bile bunlara rahatlıkla kabul ettirilebilir, savundurulabilir, haram işler bunlara yaptırılabilir. Hem de büyük bir içtenlikle ve özveriyle yaparlar. İslam dünyasında bugün bunun örnekleri bolca sergilenmektedir.
Söylediklerinin hesabını Allah’a vereceği bilincinden yoksun veya bu düşüncesi çok zayıf olan birilerinin, böyle kişilere hocalık yapması son derece kolaydır. Aklına eseni, ağzına geleni din diye anlatabilir. Bu kişi, bir de kötü niyetli ise, her türlü asılsız şeyleri, hurafeleri İslam diye rahatlıkla telkin edebilir. Böyle birinin söyledikleri ne kadar asılsız olursa olsun, onları meşhur İslam büyüklerinden birine dayandırıyorsa, sorgusuz sualsiz kabul edilmesini garanti eder. Söze, “Hz. Peygamber buyuruyor ki,…” diye başladı mı, karşısındakiler o sözün gerçekten Sevgili Peygamberimiz’e ait olup olmadığını merak etmedikleri gibi, gerçekte ona ait olduğu bilinen hadis-i şerifleri doğru anlayıp anlamadığını sorgulama ihtiyacı da duymazlar. Söze “Allah buyuruyor ki,…” diye başlarsa, bu takdirde onun doğru anlayıp anlamadığını araştırmaya hiç yeltenmezler. Yanlış anlatımlara herhangi bir olumsuz tepkinin verilmemesi, böyle hocaları iyice rahatlatmaktadır. Böyle bir ortamda, yanlışların düzeltilmesi imkânı da ortadan kalkmaktadır. İslam’ı içten çökertmenin en kestirme ve ekonomik yolu da bu olsa gerek.
Sevdiklerinin aktardıkları bilgilerle kalıplanan bu kimseler, aynı zamanda başkalarından gelen farklı bilgileri anlamaya çalışmaya ihtiyaç duymadan hemen reddetme refleksiyle de hareket ederler; aforizmacıdırlar, tahammülsüzdürler.
Diyanet İşleri Başkanlığı olarak altı yıl önce Kur’an Kursları ve Eğitim Merkezlerinde uygulamaya koyduğumuz yeni din eğitimiyle, her insanımızın sözü edilen olumsuzluklardan arın(dırıl)ması hedeflenmektedir. Bu yeni eğitim anlayışına göre yürütülecek olan din eğitimi faaliyetleri, insanımızın düşünme, anlamlandırma, sorgulama yeteneklerini besleyerek geliştirecektir. Bu eğitimden geçen birey, dinin esaslarını ezberlemekle yetinen değil, onları anlam(landırm)aya çabalayan konumda olacak ve sonuçta din alanında kolay kolay kül yutmama yetkinliğine erişecektir. Bu anlamlı öğrenmeyi gerçekleştiren din eğitiminden yararlanan insanımız, kolay kolay hataların üzerine yatmayacak, tepkilerini gösterecektir. Böylece din öğretenler/anlatanlar hata yapmamak için alabildiğine titiz davranmak zorunda kalacakları gibi, yapılabilecek hatalar da gelişen eleştirel düşünce sayesinde hemen fark edilerek düzeltilebilecektir.”
KAYNAK
AYDIN M. fievki, “Ezberci Din Eğitimi”, Diyanet Aylık Dergi, Kasım, 2009.
AYDIN M. fievki, “ Din Eğitimi Sorgulayıcı Düşünmeyi Beslemelidir”, Diyanet Aylık Dergi, Aralık, 2009.
Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Aralık 2010 sayısında yayınlanmıştır