Doç.Dr. Kadir Özköse
Cumhuriyet Üniv. İlâhiyat Fak.
Müslüman olarak sahip olmamız gereken hasletlerden biri de zaman bilincidir. Zamanın kıymetini anlamak ve gereğince değerlendirebilmektir. Zaman sermayesinin hakkıyla kullanılmasıdır.
Zaman, üzerimizdeki Allah'ın büyük nimetlerinden biridir. Zaman bizde emanettir. Tüm emanetler gibi zaman emanetini de yerli yerince kullanmakla yükümlüyüz. Zamanın asıl sahibi Allah Teâlâ’dır. Kur'an, gece ve gündüzün sürelerini düzenleyenin Allah olduğunu
bildirerek, (Müzzemmil, 20) zamanın asıl sahibine dikkat çeker. Zamanlar, Allah'ın ölçüleri doğrultusunda geçirilmezse sahibine karşı nankörlük ve ihanet edilmiş olur. (Ali Akpınar, Kur'an Coğrafyası, Fecr Yayınları, Ankara 2002, 37)
Zamanı hakkı ile kullanamayan gaflet ehli kimseler suçu kendi yanlışlıklarında arayacaklarına zamanın bozulduğundan, içinde yaşadıkları dönemin fesadından ve ortamın kötülüğünden bahsederek zamana sövmeye kalkışırlar.
Ayıplar bizde olduğu halde zamanı kınamamızın gereği yoktur. Zamanın sahibi Allah’tır diyen Peygamberimiz de zamana sövmememizi öğütlemektedir.
Zamanın kısalığından dem vuranların, çalışıp düşünmeye vakit bulamamaktan şikâyet edenlerin ve zamandan dert yananların ortak özelliği gaflet ve dalâlet içerisinde bocalamalarıdır. Zamanın her parçasına kalbî duyarlılıklarını yansıtan büyük ruhlar, onu olduğundan daha fazla ve daha geniş bulmuş ve bu ilâhî armağanı değerlendirerek eşya ve hâdiselerin her yanını didik didik etmişlerdir.
Gazâliler bu dikkat ve teyakkuzla varlığın arkasındaki gerçeği sezerek, onda ikinci bir varlığa ermiş; Mevlânalar, zamanın coşturucu soluklarıyla kendilerinden geçmiş ve bir velvele olarak cihanın her yanını sarmış; Newton’lar, bir elmanın yere düşmesi gibi en küçük hâdiseleri dahi değerlendirerek, kâinat kitabının sînesindeki “çekim kanunu”nu keşfetmiş ve zamanın her şeye yetebileceğini ispatlayıp ortaya koymuşlardır. Zamanla bütünleşmiş bu üstün âbideler, geçmişin mirasını, en iyi şekilde değerlendirmiş, yaşadıkları devri tekrar tekrar hallaç etmiş, görünüp bilinecek noktaya çıktıkları andan itibaren de dünyanın dört bir yanında saygıyla selâmlanmış ve en sert kayalar üzerinde yeşeren tohumlar gibi, en iptidâî
toplumların vicdanlarında dahi kök salmışlardır.
İbn Kayyım Cevziyye’nin de ifade ettiği gibi Allah, bir kul hakkında hayır murad ettiği zaman ona “vakt” ile yardım eder. Vakti ona müsait kılar. Bir kul hakkında da şer murad ettiği zaman vaktini onun aleyhine elverişsiz yapar ve vaktini daraltır. Her ne zaman yürüyüşe hazırlık yapmak istese vakit ona el- vermez. (İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricu’s-sâlikîn –Kur’ânî Tasavvufun Esasları-, terc. A. Ataç-Adil Bebek- Ali Durusoy-Muhammed Deniz-Muharrem Tan-Mehmet Özşenel, İnsan Yayınları, İstanbul 1994, III/115)
Bütün bunlara rağmen zamanın kıymetini bilmeyen ve onu gereksiz şekilde harcayıp
heder eden insan, kendisine verilen ömrü hep azımsar ve kendisine bin yıl yahut daha fazla
ömür verilmesini ister. (Bakara, 96) Oysa, önemli olan kendisine verilen ömrü, en güzel şekilde değerlendirmektir. Zamanı değerlendiremeyenlere, uzun sürelerin verilmesi bir anlam ifade etmez.
Zamanın uzunluğu yahut kısalığı, izafî ve değişkendir. Bakış açısına göre, dolu dolu yaşanışına yahut boş şeyler uğruna heder edilişine göre değişir. Nitekim Kur'an, Yüce Allah katında elli bin yıllık bir günden (Meâric, 4) ve bin yıllık bir günden (Hac, 47; Secde, 5) bahseder. Üç yüz küsür yıl mağarada uyutulduktan sonra uyandırılan Mağara ehli, bir gün yahut yarım gün uyuduklarını söylerler. (Kehf, 19)
Yine bir mucize eseri yüz yıl uyutulup uyandırılan adam, bir gün kadar uyuduğunu söyler.
(Bakara, 259) Diriliş gününde de insanlar, dünyada bir gün kadar kaldıklarını söyleyeceklerdir. (Tâhâ, 104; Mü’minûn, 113)
Kur’an zamanı rölativ bir oluş halinde sunduğu için gerçek olan zaman, zamanı değerlendiren süjenin durumudur. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim, bazı mekânlara, bazı insanlara, bazı
peygamberlere, bazı değerlere dikkat çektiği gibi bazı zaman dilimlerine de dikkat çekmektedir. Kur'an; dehr, (Casiye, 24; İn san, 1) asr, (Asr, 1) belirlenmiş vakit anlamında kıyamet, (Araf, 187; Hicr, 38; Saad, 81) kıyamet ve ân anlamında sâat, yıl anlamında sene ve, ay anlamında şehr, (Tevbe, 36) gün karşılığı olarak yevm, günün dilimleri olarak gündüz (nehâr) fecr, sabah, kuşluk (duhâ) öğle (zuhr), ikindi (asr), akşam (mağrib), yatsı (ışâ) ve gece (leyl) ve ân, kavramlarıyla zamandan bahsetmektedir.
Kur'an'da değişik zaman dilimlerine yemin edilerek zamanın önemine dikkat çekilmiştir.
“Ve’l-asr, ve’l-leyl, ve’s-subh, ve’d-duha” (Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun) gibi.
Bu yeminler, zamanın izzetinin ilâhî dille tescilidir. Zaman azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden bir şey kaybetmez.
Aynen su misali. Zaman hayattır, zamanı israf hayatı israf, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi harcayanlara Allah’tan umut kesmemelerini tavsiye eden ayet “Esrafu alâ enfusihim
(nefislerini israf edenler)” (Zümer, 53) tasvirini yapar. (Mustafa İslamoğlu, Yürek Devleti, Denge Yayınları, V.Baskı İstanbul 1991, 73)
Peygamberimiz de sağlık ve zaman konusunda insanlığın aldandığına dikkat çekmektedir.
Gerçekten de hayat denen ömür sermayesi güneş altındaki buzun erimesi gibi hızla eriyip geçiyor. Ömür sermayesi, her geçen gün azalıp tükeniyor. Her geçen gün, bizi biraz daha ölüme yaklaştırıyor. Geçen günler, üzerimizde izler bırakarak akıp gidiyor. Saçlarımıza karlar yağıyor, yüzümüz kırışıyor, organlarımız eskiyor. Zamanın adresi belli, mukadder ana doğru akıyor. Bu seyre ters davranmak akıl kârı değil. Mutlaka herkesin varacağı yer aynı. Ama varılan yerde hâller farklı.
Müslümanların ibadetlerinde yer önemli değildir. Dünyanın her yerinde ibadet edilebilir.
Ama zaman çok önemlidir. Çünkü her ibadetin kendine ait bir vakti vardır. Hatta bu vakit,
ibadetin şartıdır. Yani vakitsiz ibadet ifa edilmiş sayılmaz. İbadetlerini yapan bir Müslüman
her gün değişen dakikalara ayak uydurmaya ve dakikaları değerlendirerek yaşamaya mecburdur.
Ne var ki şairin dediği gibi,
“Her vakte bir bahane bulur bî- namaz olan.” (Vehbi Vakkasoğlu, Öğretmenin Not Defteri 5, Cihan Yayınları, İstanbul 1992, 67-68)
Allah yükümlülük ve sorumlulukları daima zamana bağlamıştır. İbadet ve yükümlülüklerin yerine getirilmesi belli yaşta farz olur. Müslüman ömrüne muayyen vakitlerle giren ibadetler, Müslüman’ın Müslümanlık şuurunu diri tutan, âdeta zamanı uyaran, Müslüman’ın vakit disiplinini yenileyen birer muhtıra gibidir. Belli vakitlere bağlı olarak farz kılınan namazın (Nisa, 103) vaktinden evvel kılınması geçerli değildir. Sayıları az da olsa vaktinden sonra kaza edilen namazların geçerli olmadığı görüşünde olan fakihler de vardır. Günlük namazlar günde beş vakit, cuma namazı haftada bir ve Bayram namazları yılda iki kez Müslümanları uyarır.
Oruç her yıl bir ay boyunca Müslümanların bünyesini İslâmî bir diriliş sürecinden geçirir.
Ömürde bir kez gerçekleştirilen hac ibadeti Müslümanları tepeden tırnağa arındırır. Yılda bir kez farz olan zekât ibadeti, Müslümanların mal tutkusunu sınavdan geçirir ve Müslüman’ın malını Allah rızası çağlayanında yıkayıp tezkiye eder. Kurban ibadeti ise her yıl nefsini kurban edercesine bir duygu ile Allah rızası önünde yok farzettirir. (Ahmed Taşgetiren, Sonsuz Biat, Erkam Yayınları, İstanbul 1990, 168)
Vakti İslâm’la donatma şuuru, insanı, zamanı İslâm’a göre
ayarlama kaygısına götürür. Namazdan hayata, hayattan namaza sürekli bir iletişim vardır. Namazla hayat bütünleşir adeta… Bu nedenle zaman kaygısı, ömür kaygısının ta kendisidir. (Taşgetiren, a.g.e., 171-172)
Fîhi Mâ Fîh’in üçüncü faslında Peygamberin Allah’la özel vaktinin olduğuna vurgu yapan
Mevlânâ, ideal namazın vakt şuuruyla kılınan namaz olduğunu,
namazda elde edilen böylesi bir zamansızlığın bizleri Zamansız Varlık’la iletişime geçirebileceğini, aksi halde namazın şekilden ibaret olacağını beyan etmektedir. (Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, ter.Ahmed Avni Konuk, haz.Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İs-
tanbul 1994, 14-15)
Nebevî sünnette bir saatlik tefekkür, altmış yıllık ibadetten daha hayırlıdır. Bugün dünün
yarınıdır. Bugün bir şey yapmayan yarın ne yapabilir ki? Artık benim için çok geç diyenler bilmelidirler ki, hiçbir şey için geç kalınmamıştır, yeter ki adım atılabilsin.
Bir icat peşinde, yirmi saat çalıştığı günlerden birinde uykuya mağlup olan Edison, yardımcısının yarım saat sonra uyandırmasını tembihleyerek sedire uzanır. Fakat yarım saat
sonra yardımcısı öyle derin ve tatlı bir uyku içinde bulur ki Edison’u… Uyandırmaya kıyamaz. Bir yarım saat daha bekler ve uyandırır. Edison, uyanır uyanmaz ilk işi saati sormak olur.
Öğrenince de çok sevdiği asistanını şiddetle azarlar: “Ne hakla benim yarım saatimi yersin!”
diye. (Vakkasoğlu, Öğretmenin Not Defteri 5, 69-72)
Yunus Emre “Her gün yeni doğarız. Bizden kim usanası” ifadesi ile, her sabah gözümüzü
yeni bir güne açtığımızdan bahseder. Yenilenen zamanla birlikte yenilenen insanın, değişen ve başkalaşan benliğini devamlı is tikamet üzere tutabilmek için daima Yaratıcısıyla irtibat halinde olması gerektiğini söyler. Yönünü ve yöntemini şaşırmamak için, bir Kutup Yıldızı gibi, insan da imanı içinde parıldayıp durmalıdır. Bu bakımdan iman sürekli tazelenmeli ve hatırlanmalıdır. (Vakkasoğlu, a.g.e., 72-73)
Zamanı hayatla aynı mânâda düşünen Arif Nihat Asya, bu kavramı “insanı -olumlu veya
olumsuz yönde- değiştiren sürekli bir akış” olarak idrak etmektedir.
“Günler yürüdükçe gül gelir, lâle gelir…
Zambakların etrafına bir hâle gelir…
Ârif, iki üç daha beklerse eğer,
Salkım, avucundan taşacak hâle gelir.”
Rubaisinde, zamanın her şeyi olgunlaştırıcı tesiri üzerinde durmaktadır. (Saadettin Yıldız, Arif Nihat Asya’nın şiir Dünyası, Milli Eğitim Bak. Yay., İstanbul 1997, 462)
Akıp giden zaman sürecinde yenilenmesi gereken insanın özellikle ân bilincine sahip olması gerekir. Geçmişin tasası ve geleceğin hayali ile avunmak yerine yaşadığı ânı anlamlı kıl-
malıdır. Zamanın akıllara durgunluk veren incelikteki bir “anlık” parçasının önemini en güzel
şekilde ifade eden söz, “Demir tavında dövülür.” deyimidir.
Demiri dövmek vakti gelmişse eğer beklememeli artık. Vakti gelen ok fırlamalı yaydan, zaman akıyor, bekleyişler, özleyişler, yakarışlar çare değil. Vakti geçen eylemin sızısıyla oyalanmanın anlamı yok. Her nefes yalnızca bir kez solunabiliyor.
Aynı nefesi ikinci kez solumak ne kadar mümkünse, yapılması gereken fakat yapılmamış olanı yapmak da o kadar mümkün.
Zamanın en küçük parçası ân. Yeryüzü, bir ânını bir daha yaşamadı hiç. Her nefesi, solunması
gereken anda solumak gerekiyor. Zaman akıyor çünkü. (Sedat Cereci, Önce Biz Kirlendik, şule Yayınları, II. Baskı, İstanbul 1996, 41-43)
Bu gerçeği Necip Fazıl Kısakürek şu şekilde ifade etmektedir:
“Nedir zaman nedir bir su mu bir kuş mu
Nedir zaman nedir iniş mi yokuş mu?”
Bugün biz Müslümanlar zaman konusunda hayli problemli bir hâl içindeyiz. Tatili tembel-
lik, eğlenceyi duyarsızlık, dinlenmeyi meskenet addediyoruz.
Zira modern hayat her şeye müdahale ettiği gibi yaşama, dinlenme ve eğlenme ölçülerimize de müdahale etmiş ve onları kendi anlayışına göre yeniden yorumlamıştır. İnsanları tü-
keten, “Tüketim Ekonomisi”nin şablonuna göre oluşan bu hayatta, insanlar tüketime göre dizayn edilmekte ve yönlendirilmektedir.
Mahir İz Hoca, “Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem… Bu demin kadrini bil,
Muhyî âgâh ol.” dermiş.
“Eğer, bir gün gençliğim bana dönüp gelseydi; ihtiyarlığın elinden ne-
ler çektiğimi ona şikâyet edecektim.” diyen Arap şairin de belirttiği üzere şikâyet edilecek bir gençlik değil, şükre sebep olacak bir gençlik yaşamalıyız.
Zaman ilerledikçe bütün nesneler, cisimler ve eşya değişir. Geçilen bir “an”, bir daha geri gelmez. Geçmişi değiştirmek artık elimizde değil, geçmiş olaylar artık geçmiş zamanda, yani mazide kaldı. Geleceği ise hiç mi hiç bilmiyoruz. O halde “dem bu demdir.”
Ânın kıymetini gelin Akif’ten dinleyelim:
“Büyük bir şâirin düstûr-i hik- mettir şu ihtârı;
Velev duymuş da olsan yolsuz olmaz şimdi tekrarı:
“Geçen geçmiştir artık; ân-ı müstakbelse mübhemdir;
Hayâtından nasibin: Bir şu geçmek isteyen demdir.”
Evet, maziye ric'at eylemek bir kerre imkânsız;
Ümidin sonra istikbâl için sağlam mı? Pek cansız!
Bugünlük iş bugün lâzım yapılmak, yoksa ferdaya
Bırakmışsan... O ferdalar olur peyveste ukbâya!
Benim on beş yıl evvelden kalan işler durur hâlâ;
Yarın bir başlayıp yapsam demiştim, bak, demin hatta!
Müsevvifler için dünyâda mahvolmak tabî'îdir.
Bu bir kaanûn-i fıtrattır ki yok te'vîli: Kâfidir.
Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhude eyyamın;
Çalış hâlin müsâidken... Bilinmez çünkü encâmın.
Diyorlar: “Ömrü inşânın yetişmez kesb-i irfâna...”
Bu söz lâkin değildir her nazardan pek hakimâne. “(Mehmet Akif Ersoy, Safahat –Orijinal Metin, Sadeleştirilmiş Metin, Notlar-, haz. Ömer Faruk Huyugüzel, Rıza Bağcı ve Fazıl Gökçek, Zaman Gazetesinin Armağanı, İstanbul, ts., 284)
Erzurumlu İbrahim Hakkı bu durumu şu şekilde şiirleştirmiştir:
“Maziye göçüp kalma
Müstakbele hem dalma
Hâl ile dahî olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler. “(Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1992, 154)
Vakit nakittir. Her vakit belli bir iş için belli bir zamanda harcanır. Eğer o vakti o an için harcamazsan boşa gider. Bu da israftır. Zamanı israftır, ömrü is-
raftır. Yazıktır boşa geçen zamanlara. Önce vakit, sonra nakit. “Yarın yaparım, sonra yaparım, ileride yaparım” deyip bugün yapılması gereken işleri erteleyenlere ve savsaklayanlara
“musevvif” denir ve “Heleke’l-musevvifûn” (Erteleyenler mahvolmuştur) denilmiştir.
Zaman, güzel ve ferah günlerde, takılmaksızın akıp gide de zor günlerde hantallaşır; bir türlü geçmek bilmez! Önceleri her dilimi ayrı bir güzellikken, eni de boyu da uzar ve –artık- cep takvimine sığmaz olur. Bu durumu Arif Nihat Asya şöyle ifade eder:
“Yıllar oluyor ki uğrayan yok kimine…
Düşlerde de gelmez Aslı, Zeynep, Emine…
Mahkûmların zamanı geçmek bilmez;
Sığmaz, çocuğum, günleri, cep takvimine!”(Yıldız, Arif Nihat Asya’nın şiir Dünyası, 462)
Özetle diyebiliriz ki, zaman büyük bir nimet, bizdeki ilâhî bir emanet, bizim şahidimiz ve yegâne fırsatımızdır. Dolayısıyla tüm zaman dilimlerini iyi değerlendirmek ve dolu dolu geçirmekle yükümlüyüz. "Bir işten boşalınca hemen başka bir işe giriş. Yalnızca Rabbine yönel, O'nunla asla irtibatı kesme." (İn-Şirah, 7-8)
hayırlı bir işten diğerine koşmalıyız. Zaman hususunda aldanmamaya, ömrü heder etmemeye, yapmamız gerekenleri zamanında ve en güzeli ile icra etmeye çalışmalıyız. Yeni başlayan her günün yeni bir doğuş ve oluşun habercisi olduğunu unutmamalıyız. Müslüman’ın
sahip olması gereken vakit disiplinini kuşanmalı, zamanın keskin kılıcını kendimizi heder etmekte değil olumsuzluklarımızı törpülemekte kullanmalıyız. Her geçen gün kemale ermeli, nakıslıklarımızı gidermeli ve Asr-ı Saadet döneminin nezih hasletlerine bürünmeliyiz.
Zamanın seyrine kendimizi kaptırmak yerine zamana hakim olan, önde koşan, tarihin seyri-
ne yön veren insanlar olmalıyız.Zamanla eskiyen ve tarih sayfalarında kaybolan değil tarihe
nam bırakan yeni bir nesil vücuda getirmeliyiz.
NOT:Bu yazı Diyanet aylık Dergisinin Nisan 2006 tarihli sayısından alınmıştır. Yazının özellikle yol gösterici özelliğinden ötürü, çocuklara ve gençlere okutulmasını tavsiye ediyoruz.