Doç.Dr. Safi Arpaguş
Değer, soyut bir kavram olarak dar mânâda “sadece ‘iyi’, ‘arzu edilir’ veya ‘değerli’ gibi terimlerin tam olarak ifade ettiği şeyi içine alacak şekilde, geniş mânâda ise, her türlü ‘doğruluk’, ‘yükümlülük’,‘fazilet’, ‘güzellik’, ‘hakikat’ gibi terimleri kapsayacak şekilde” kullanılmaktadır.
Ahlâk ise, Arapça “hulk” kelimesinin çoğuludur.
“Hulk; din, tabiat, huy ve karakter” mânâlarına gelir. (İbn Manzûr, Lisânü'lArab, X, Beyrut1956, s. 86) Terim olarak ahlâk ise, “insanı kemâle sevk eden ilke ve esaslar, insanî fiil ve alışkanlıkların hayır ve şer, fazilet ve rezilet ile olan münasebetleri, insan hayatının intizamını temin eden halleri celbeden ve beşerî saadeti temin eden amel ve fiiller bütünü” (Ahmed Hamdi Akseki, Ahlâk İlmi ve İslâm Ahlâkı, Ankara 1979. s. 34) şeklinde ifade edilmektedir.
İslâm tasavvufu anlayışının “nefis tezkiyesi” ve “kalp tasfiyesi” tarzındaki eğitim boyutu, İslâm ahlâkını öğrenip benimsemek anlamına gelen “tahalluk” kavramı ile doğrudan alâkalıdır. Bu terim aynı zamanda güzel ahlâkı kazanmak ve kötü huylardan arınmak anlamında bu anlayışın gayesidir.
Tasavvufu “güzel ahlâk” olarak tarif eden mutasavvıfların hemen tamamının dinî ve ahlâkî hükümleri tam bir bağlılıkla benimsedikleri ve ahlâkî erdemleri tamamen geleneksel İslâm ahlâkı ölçüleri içinde ele almaya gayret gösterdikleri görülmektedir. Bu bağlamda özellikle din, ahlâk ve değer anlayışı olarak günümüz dünyasında oldukça dikkat çeken Hz. Mevlânâ’nın başta Mesnevî’si olmak üzere eserleri baştan sona ahlâkî değerler ve bunların eğitim öğretimi ile ilgilidir.
O Mesnevî’de aynı zamanda bir ahlâkçı sıfatıyla, “Ben bu talep ve taharrî âleminde hüsni ahlâktan daha iyi bir ehliyet görmedim!” (Mesnevî, II, 62, b. 810) demektedir.
Mevlânâ insanlara sevgiyi, ilâhî ve hakikî aşkı anlatırken, örnek insan olmayı da öğretir. Bütün eserlerinde hemen her zaman güzel ahlâk sahibi ve gönül âlemi zengin fertlerden oluşan toplumların huzurlu, mutlu ve müreffeh olacağını dile getirmektedir.
O dinî ve tasavvufî bir eğitimle kötü huylardan arınmanın, yüksek ahlâkî değerler kazanmanın mümkün olduğu düşüncesindedir. Bu anlamda Mesnevî’de farklı konulara örnek olarak anlattığı hemen her hikâyeden ahlâkî değerlendirmeler çıkarmak, bir değerler dünyası oluşturmak mümkündür.
Bu nedenle onun ahlâkî faziletler ve insanı yücelten değerlere bakışından önce onun bir varlık olarak insana bakışı üzerinde durmak gerekmektedir. Onun insana bakışı tamamen din eksenlidir. İslâm’a göre insan, “akıl ve idrak sahibi”, “Allah’ın yeryüzünde halîfe olarak yarattığı” (Bakara, 3034) “mükerrem” bir varlık (İsrâ, 70) ve “yaratılmışların en şereflisi”dir. (Mecâlisi Seb'a, s. 16) “Ahseni takvîm” (Tîn, 4) üzere, “en güzel kıvam”da yaratılmış, maddî ve manevî birçok meziyetlerle donatılmış, “Allah’ın kendi ruhundan bir nefha üflediği”, (Hicr, 29; Sâd, 72)yüce bir varlıktır.
Mevlânâ’ya göre, “Âlemden maksat insandır.” İnsandan maksat ise; insan cinsinin yegâne temsilcisi ve “âlemlere rahmet olan” Hz. Peygamber’dir. (Mecâlisi Seb'a, s. 49)
Bu sebepledir ki Mevlânâ’ya göre, “insanın bir soluğu bin cana, ondan düşen bir kıl da bir madene değer... Fakat öyle bir insan da vardır ki, onunla konuşmak şöyle dursun, onu görmemek dünya mülküne değer!” (Rubâîler, s. 76) “Kimi olur, temizliğini melekler bile kıskanırlar. Kimi de olur ki, şeytan bile korkusuzluğunu görür de kaçar ondan!” (Rubâîler, s. 19)
Kur’anı Kerim’de ifade edilmekte olan, “Biz emaneti göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da, onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan onu yüklenmiştir” (Ahzâb, 72) ayetinin Mevlânâ anlayışında da insanın sorumluluğunun ve Allah katındaki yerinin ortaya konulmasında önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. (Mecâlisi Seb'a, s. 1516.)
İnsanın kendi değerini ve varlık içindeki yerini doğru olarak idrak ettiği, bunun gereklerini yerine getirdiği ve benliğinden sıyrıldığı zaman sırf değer olma ya da insan olma vasfını haiz olabileceği Mevlânâ’nın bu konudaki düşüncesinin bir başka boyutudur. “CANINDA BİR CAN VAR O CANI ARA!
Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin mâdenini ara! A yürüyüp giden insan! Gücün yeterse ara! Ama dışarıda değil, ne ararsan kendinde ara” (Rubâîler, s. 22)
Mevlânâ’ya göre, insan sadece bedenden ibaret değildir.
Ona hayat veren, değer katan şey “Hak nuruna dost olan ruh”tur.
Bu gerçeği bilen ve ruhunu dosta yöneltenler gerçek insandır ve bunlar melekten üstündür. Mevlânâ insanın meylinin Allah’a yakınlık, yani “kurbiyet” olması gerektiği üzerinde durmaktadır. Çünkü insan kısa bir süre için dünyaya gelmiş, vücut elbisesini giymiştir. Asıl vatanı bu âlem değildir. Bu yüzden Mevlânâ “ruh”tan, “kara kargalar arasına sürülmüş bir doğan”,veya “çevresi kuzgunlarla dolu bir bülbül”, ya da “eşek ahırındaki ceylan” diye söz etmektedir. (Mesnevî, V, 7071, b. 833838)
Malûm olduğu üzere Mesnevî’nin ilk beyitlerinde ifade edilen kamışlıktan kesilmiş “ayrılıklardan şikâyet eden ney” de pekâlâ bu şekilde mütâlâa edilebilir.
Fakat insan nerede olursa olsun, görünüş itibariyle neye benzerse benzesin Allah aşkına sahipse onun değeri göklerden yücedir.
Bütün bu ifadelerde ortaya konulmaya çalışılan insanın değeri ancak onun kendisine bahşedilen bu meziyetleri geliştirmesine, kemale ulaşmasına ve kendisini bulmasına bağlıdır.
Mevlânâ bunun için de insanın kendisinde bulunabilecek şud ört vasıftan kurtulması gerektiğini ifade etmektedir. “Aklın çarmıhı” olarak vasıflandırdığı, insanı kendisinden ve taşıdığı değerden uzaklaştıran bu dört vasıf dört ayrı kuşa aittir. Bunlar ise; Tavus kuşunun gurur, kibir ve azameti, Kazın hırsı, Horozun şehveti, Karganın tûli emel ve uzun ömre olan meylidir.
Mevlânâ insanın kurtuluşunu kendisine yakışmayan bu hayvanî vasıflardan uzaklaşmakta görmektedir. İnsanın kendi özüne dönmesi, yaratılış gayesini idrak ile insanca davranışlar içerisinde kısa olan bu dünyadaki hayatını ebedî hayata bağlama gayreti içinde olması onun başlıca hedefidir.
Bunun için de insanın bir değerler dünyası çerçevesi içerisinde olumlu yönlerini ahlâkî güzelliklerle geliştirmesini, olumsuz taraflarını da belirli bir eğitim ve disiplin altında müspete tahvile çalışmasını istemektedir. Bu sebepledir ki o,güzel huyların insana kazandıracağı değeri ve kötü huyların insandan alıp götürdüklerini hemen her fırsatta dile getirmektedir. Ancak ahlâkî güzelliğin,ya da edebin gösterişte kalmaması, gönülde yerleşmesi şarttır.
Bunun gibi “hırs”, “kıskançlık”, “kibir”, “yalan”, “iki yüzlülük”, “gıybet” gibi kötü huylardan da uzaklaşılmalı, bu gibi kötü ahlâka ait huylar terk edilmelidir. Çünkü; “Kimde güzel ahlâk varsa kurtulmuştur. Kim de şişe yürekli (bozuk ahlâklı) ise, kırılıp gitmiştir.” (Mesnevî, II, 62, b. 816)
“Kötü huylu güzel bir yüz beş para etmez. Eğer yüz hakîr ve çirkin olur da ahlâkı iyi olursa onun ayağı dibinde bulun, bendesi ve hâdimi ol!” (Mesnevî, II, 78,b. 10181019)
“Faziletin izhârı, küstahlık ve bilgiçlikten vazgeç! İş görecek olan, hizmet ve güzel ahlâktır”(Mesnevî, VI, 198, b. 2500)
Mevlânâ, “tevazu”, “edeb”,“îsâr”, “cömertlik”, “sabırlı olmak”, “şükür”, “doğruluk”,“sözünde durmak”, “hayâ”, “sırsaklamak” gibi değer ifade eden ve ahlâkı hamîde olarak vasıflandırılan huyları methetmekte ve sürekli olarak insanları bu yola teşvik etmektedir. “Alçak gönüllülük, tevazu insanı yücelten bir değerdir. İnsan topraktan yaratılmıştır.
Bu sebeple alçak gönüllü ve tevazu sahibi olmalıdır. Suyun yukarıdan aşağıya akıp, sonra aşağıdan yükselmesi, buğdayın, yukarıdan aşağıya toprağa, yerlere karışıp, sonra oradan baş çıkarıp yükselişi, tüm meyvelerin tohumunun yerden bitmesi gibi bütün nimetlerin felekten yere inerek alçalmakla temiz canlara gıda olması insanın tevazu sahibi olması için (Mesnevî, III, 3637, b.454460) misal olarak verilmektedir.
Meyveli ağacın dalları yere eğilir, meyvesi yoksa dalları havaya uzanır. Ağaçtaki meyveler arttıkça dalların yere değmemesi için direklerle desteklerler. Bu hususta, yani tevazu konusunda, her zaman olduğu gibi yine kendisinde her iki âlemin meyvelerinin toplandığı Hz. Peygamber eşsiz bir örnek (Fîhi MâFîh, s. 164) olarak değerlendirilmektedir. Mevlânâ insanın hâline şükredip mağrur olmamasını, ululanma ile eline bir şey geçmeyeceğini, bu sebeple Allah’ın bu husustaki emirlerine uyarak alçak gönüllü ve mütevazı olmanın daha büyük bir fazilet olduğunu ifade etmektedir.
Mevlânâ’nın övdüğü ve insanları sürekli olarak bu ahlâkî davranışa yönelttiği bir başka meziyet ve fazilet de cömertliktir.
Onun düşüncesinde cömert ve eli açık kimseler, özellikle fakir ve muhtaçlara yardımda bulunanlar cennet servi’sinin dalını tutarlar, verdikleri çoğalarak kendilerine döner. Sözünde durmak, insanın vefası için bir ölçüdür.
Ancak sözüne vefâlı insanlar övgüye lâyıktır. Bir rubâîsinde bu hususu ifade için, “İnsanın bilgisine,hünerine bakma. Ahdinde duruyor mu, vefası var mı? Ona bak. Ahdini yerine getiriyorsa istediğin kadar öv, ondan da artıktır o kişi” (Rubâîler, s. 69) demekte olduğunu görmekteyiz.
İnsanın öfkesini dizginleyebilmesi, önemli bir ahlâkî değer ve erdemdir. Mevlânâ bu fazilete de işaret etmektedir. Ona göre, kızdığı zaman öfkesine hakim olan, Cenabı Hakk’ın hışmından ve gazabından korunur. (Mesnevî, IV, 10, b. 11517)Mevlânâ, sonunda pişman olmamak için her zaman ihtiyatlı olmak, özellikle de ahrette perişan olmamak için dünya hayatında ihtiyatlı davranarak ahirete hazırlanmak konusunun önemle üzerinde durmaktadır.Bu hususta “ihtiyat nedir?” sorusunu soran Mevlânâ cevabı da yine kendisi, “İki tedbir arasında tereddüte düşmeyip hangisi seni sürçtürmeyecekse onu yapmaktır” şeklinde vermektedir.
Başkalarının hâlinden ibret almak da Mevlânâ’nın dikkatle üzerinde durduğu önemli bir husustur. O bu konu da da;“Akıllı o kimsedir ki dostların ölümünden ibret alır. Eğer ibret almaz ise onun azgınlığı neticesinde başına gelenlerden başkaları ibret alır.” (Mesnevî, I, 250251,b. 3114, 3123) demektedir. Aceleci olmamak, teennî ile hareket etmek de onun tavsiye ve teşvik ettiği önemli ahlâkî hususların başında gelmektedir.Hilâlin, hakikatte tedricî olarak kemale erip dolunay olması, yavaş yavaş kemale ermeye misaldir. Görünüşündeki eksiklik, yavaş yavaş, dolunay hâline gelmek kemal bulmak içindir.
Geceleyin geceye yavaşlık (teennî)dersi vermektedir. Sıkıntının yavaş yavaş açılacağını gösterir.Baharın başlangıçta azar azar sıcaklık gösterip, sonraları sıcaklığını artırması, ağaçların sıcaklık yavaş yavaş geldiği zaman önce gülümsemeleri sonra azar azar yaprak ve meyvelerden elbiseler giymeleri hep aceleden uzak teennî iledir. Sonra da dervişler gibi hepsini birden ortaya kor ve varlarını yoklarını feda ederler. İşte bunun için dünya ve ahiret işlerinde de her kim acele eder ve mübâlâğa ederse, bu iş ona müyesser olmaz (Fîhi Mâ Fîh,s. 147148) düşüncesi de aceleciliğin insana vereceği zararları, teennî ve ihtiyatlı davranmanın faziletini ortaya koymaktadır.
Çünkü sabır, ferahlığın anahtarıdır. Sabırla her güçlük ortadan kalkar. (Mesnevî, II, 6, b. 7071); 241,b. 314549); VI, 171, 2148); III, 18, b.21114); III, 150, b. 1841); VI, 391, b.4913)
Teennî ile hareket her zaman övülen ve tavsiye edilen bir ahlâkî değer olarak ortaya çıkmaktadır. Mevlânâ’nın sabır konusundaki düşüncelerinin temelinde çoğu zaman “Sabır kurtuluşun anahtarıdır” (Hadis hakkında Kuzâî’den yapılan rivâyetlere Suyûtî’nin “zayıf” kaydı koyduğu ifade edilmektedir, bk. Ali Yardım, Mesnevî Hadisleri, s.154) hadisini bulmaktayız. “Asr” sûresinin sonunu (Asr,3) dikkatlice oku da bir bak. Allah o sûrede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakla eş etti. Allah yüz binlerce kimya yarattı ama insan sabır gibi bir kimya görmedi.” (Mesnevî, III, 151, b. 185354)
Onun düşüncesinde bu ahlâkî değerler hiçbir zaman sözde kalmamalı, yaşanmalıdır.Zira ameli olmayanın hikmetli sözü iğreti bir elbise gibidir.(Mesnevî, II, 51, b. 670) Ahlâk ve edep Allah’tan talep edilecek güzelliklerdendir. Çünkü ahlâksız ve edepsiz hem kendine, hem topluma, hem de bütün bir âleme zararı dokunacak kimsedir. Günümüzde “tüketim toplumu”nun maddî manevî her konuda her gün biraz daha seviye kaybettiği bilinen bir gerçektir.
Bu dejenerasyondan zaman içerisinde “değerler”in de etkilenmesi kaçınılmazdır.
Bu konuda fert ve toplum hayatına “değer” katacak kişi ve anlayışlar bu alanda daha fazla dikkate alınır ve kendisine o düzlemde yer bulabilirse gerek fert ve gerek toplum hayatı olumsuz etkilerden biraz olsun uzaklaşabilir. Buda ancak millî ve manevî değerlerin “değerler piramidi”ndeki yerinin olumlu mânâda etkin bir hale getirilmesiyle olacaktır.