Türk siyasi, sosyal, kültür ve fikir tarihimizin bazı şahsiyetleri üzerinde tartışmaların, karşılıklı atışmaların, birbirinden zıt yargıların yoğun olarak yaşandığını günümüzde görmekteyiz. Ülkemizin aydınları dahi bu şahsiyetler hakkında benzer bir portre çiziminde maalesef buluşamıyor. Yaklaşık bir asırdır bu isimlerin üst sıralarında Osmanlı Devletinin 34. Padişahı Sultan II. Abdülhamid’in geldiğine herkes hemfikirdir. Aydınlarımızın Sultan Abdülhamid’e bakış açısı hakkında fikir sahibi olmak isteyenler için bir esere atıfta bulunacağım.
Başlıkta ismi vurgulanan eser,[1] Mehmet Tosun tarafından hazırlanmıştır. Söz konusu olan eser geçen yıl yayın dünyasına merhaba demişti. Mehmet Tosun, II. Abdülhamid’e olan hayranlığının ve merakının neticesinde birbirinden farklı fikirde bulunan yazar, gazeteci, siyasetçi ve akademisyene bu devlet adamı ve dönemi hakkında merak ettiği soruları yöneltir. Yapılan söyleşilerin çoğunluğunu Türk aydınları, geriye kalanını da Osmanoğulları hanedanı üyelerinden birkaçı ile bir kısım yabancı aydınlar oluşturmaktadır.
Sadece Sultan II. Abdülhamid için değil bütün tarihi kişilere, olaylara ve olgulara yaklaşırken objektifliğin de basamakları sayılan dikkat edilmesi gereken hususları Durmuş Hocaoğlu çok güzel anlatır:
“1. Tarihi “yargılamaya” değil, “anlamaya” çalışmak
2. Kendi tarihi şartları içerisinde incelemek
3. Tarih etiğine dikkat etmek
4. Tarihi kişi kültürüne bağlamamak ve Heroizm’e saplanmamak
5. Tarih karşısında kompleks duymamak
6. Tarihi bir bütünlük içerisinde algılamak (s.86)
Ayrıca tarihle ilgilenenlere Hocaoğlu şu nasihati yapar: “..Bugün artık hayatta olmayan ve kendilerini herhangi bir surette müdafaa etme imkân ve iktidarından mahrum olan ölülerdir. Bu hususta dikkat etmek ve bugün ölüleri insafsızca yargılayan bizlerin de yarın birer ölü olarak yarının insafsız hâkimlerinin karşısına çıkabileceğini unutmamak gerekir.” (s.89)
Mülakata katılanların ezici çoğunluğu Abdülhamid’in sıradan bir devlet adamı olmadığını, aynı zamanda diplomasiyi iyi yöneten bir beyin olduğunu belirtir. Aydınların birçoğu Abdülhamid’in kardeşi V. Murat ve amcası Sultan Abdülaziz’in ölümüyle tahttan indirilmesi gibi özel sebepler yüzünden ve evhamlı bir kişiliğe sahip olmasından dolayı baskıcı bir politika izlediğini beyan eder. “Şüphe basiretin başıdır” vecizesini sık sık yakın çevresine söylediği bilinir. Basına uygulanan sansürün oldukça abartılı olduğunu, hatta kendisinin burnunun uzun olduğu için bunu ima eden kelimeleri yasakladığını, bunun gibi sansür listesi çıkarıldığını ve sıkı bir ihbarcılık furyası uyguladığını Mustafa Erdoğan bahseder.(s.310) Abdülhamid’e olan hayranlığına rağmen Mim Kemal Öke, bu dönemde yaşasaydı Mehmet Akif, Said Nursi gibi ona muhalif olabileceğini; Padişahın Osmanlı’yı ayakta tutmak için yaptığı politikaları “durağanlık” ve “çöküş” olarak yorumlayabileceğini ifade eder. İsmet Bozdağ, Padişahın -o kadar sıkı ve baskıcı bir politika yürütmediğini yalanlarcasına- aydın kafalı olduğuna örnek bir anekdot anlatır: “Bir gün kendisine bir ihbar yapılmıştı. Ona demişler ki: ‘Mülkiye talebeleri Fransız İhtilali üzerine tartışma yapıyorlarmış. O da: ‘Bunu bana niye söylüyorsunuz? Fransız İhtilali üzerinde Mülkiye talebeleri tartışmayacak da sokaktaki adam mı tartışacak, elbette Mülkiye öğrencileri ihtilalin ne olduğunu ve nasıl yapılacağını bilecekler’ demiş.”(s.212) Taha Akyol, Hungtington gibi II. Abdülhamid’i otoriter ve modernleşmeci bir hükümdar olarak görür. Bundan dolayı da edebiyat ve bilim alanında gelişme olmasına rağmen siyasi düşünce, fikir hayatı alanında gelişmenin çok cılız kaldığını beyan eder. (s.450)
Abdülhamid’e atfen anlatılan, Filistin’de devlet kurmak isteyen Siyonistlerin lideri Teodor Herzl’in Abdülhamid’in karşısına geçip küstahça toprak talebinde bulunması ve Padişahın buna verdiği cevabın İsrail kaynaklarında geçmediğini Ilgaz Zorlu, böyle bir durumun olmadığını da İlber Ortaylı belirtir.(s.155, 451) Arapların bir kısmının ihanetiyle ilgili olarak görüşleri alınan Filistin’in Ankara Eski Büyükelçisi Fuad Yasin, dedesi ve amcasının Osmanlı ordusunda savaşan bir asker olduğunu, amcası kızının ismini “Türkiye” oğlununkini de “Türkî” koyduğunu, niçin bu isimleri koyduğunu soranlara şu cevabı verdiğini söyler: “Kıza Türkiye adını verdim. Çünkü güzelliği ifade ediyor, oğluma Türkî adını verdim. Çünkü o da kahramanlığı ve cesurluğu ifade ediyor.”(s.107) Yine bu konuyla ilgili Sefa Saygılı görüşleri kapsamında Ürdün’e yaptığı gezideki izlenimlerini anlatırken Ürdün turizm rehberinde ünlü casus ve subay Lawrence’in karanlıkta doğan bir güneş gibi resmedildiğini ve bu isimli birçok dükkânın olduğunu üzülerek hatta ağlayarak gördüğünü söyler.(s.399) Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya ihanetinin akıbetiyle ilgili ilginç bir anekdotu Nevzat Yalçıntaş anlatır. Kendisi bunu Rauf Denktaş’tan dinlediğini söyler. Rauf Denktaş’ın çocukluk yıllarında Şerif Hüseyin Kıbrıs’ta yaşar, Denktaş’ın babasıyla Şerif Hüseyin’in arkadaş olduklarını, bir araya geldiklerinde, Rauf Denktaş’ın babası Raif beye sık sık: “Ahhh, ben ne yaptım, ah ben ne yaptım. Yaptığımın cezasını çekiyorum” diyerek ağladığını ve ihanetinden dolayı pişman olduğunu belirtir.(s. 350)
Murat Yüksel Sultan’ın İslamcılık anlayışı üzerine farklı bir bakış açısı getirir. Yüksel, Padişahın Milliyetçilik nedeniyle çözülmekte olan İmparatorluğu ayakta tutabilmek için İslamî motiflilerle donatılmış yeni bir Osmanlıcılık çıkardığını belirtir. Kendisinin zannedildiğinin aksine muhafazakâr bir kişiliğe sahip olmadığını, yaşamının tiyatroyla, operayla iç içe modern bir boyutta olduğunu vurgular. İslamcılık anlayışının da tamamen reel bir politika üzerine kurulduğunu söyler. Mizancı Murad ve Cemaleddin Afganî gibi Panislamistleri tehlikeli bularak enterne ettiğini, bu kapsamda İstanbul’a çağırdığını ve İstanbul dışına bir daha çıkarmadığını, onları köşklerde adeta bir modern hapishane hayatı yaşattığını, Avrupa ve İngilizleri gereğinden daha fazla ürkütmemek için bu tedbirlere başvurduğunu anlatır. (s.301, 306)
Avni Özgürel ise Sultan’ın politikalarının önemli bir kısmının “milliyetçilik”-günümüzdeki anlamında olmasa da- ekseninde olduğunu belirtir. Bu mealde Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’yi Türk boyları hakkında araştırma yapması için elçi sıfatıyla Orta Asya’ya ve Macaristan’da toplanan I. Birinci Turan Kongresi’ne temsilci olarak gönderir. Sultan’ın can ve mal güvenliğini koruması amacıyla oluşturulan muhafız bölüğünün Karakeçili aşiretine mensup kişilerden meydana geldiğini hatırlatır. İlber Ortaylı’nın da başka bir kitabında Abdülhamid’in Türkçü bir imparator olarak bahsettiğini hatırlıyorum. Avni Özgürel, devrindeki eli kalem tutan herkesin Padişaha muhalif olmasının en önemli sebebi olarak; Sultanın çok uzun bir süre devlet yönetiminden dolayı duyulan bıkkınlığın ve iktidarda yıpranması olarak görür. Birçok yazar, Abdülaziz’in savurgan kişiliğine rağmen Abdülhamid’i cimri, eli sıkı olarak görür. Özgürel, anne ve babasının veremden ölmesi sebebiyle Sultanın küçük rahatsızlıklarda dahi hemen kötü bir hastalığın başlangıcı gibi tedbirler almaya çalıştığını belirtir. Aynı yazar, Sultanın günlük; düzenli ve programlı bir yaşantısının olduğunu, her gün ölene kadar yaz-kış soğuk su ile duş aldığını belirtir.
Mülakata katılanların hemfikir olduğu konulardan biri de Sultan Hamid’in modernleşmenin altyapısı olarak görülen eğitim, maliye, ulaşım, haberleşme, sağlık, sanayi, ticaret ve ziraat alanında yapılan atılımların ve müesseselerin kuruluşunun bu döneme tekabül ettiğini söylemesidir. Taha Akyol ve birçok aydın, başta Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’i kuran kadroların kahir ekseriyetinin Sultan döneminde açılan okullardan mezun olduğunu belirtir. Ahmet Akgündüz, Sultanın bayındırlık alanındaki karnesi hakkında muhalifi Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın “İmar ile siyasî iktidar mümkün olsaydı Abdülhamid, hayatının sonuna kadar tahtta kalırdı.” sözünü söyler. Taha Akyol, günümüzde dünyada aklı başında hiçbir akademisyenin Sultana “Kızıl Sultan” demediğini belirtir. Tosun’un söylediğine göre ülkemizde Abdülhamid isminde hiçbir okul ya da kurum yoktur. Bunu da birçok mülakata katılan kişi eleştirir.
Sultan dönemi hakkında yanlış olarak kamuoyunda bilinen “33 yıllık iktidarı döneminde bir karış toprak bile kaybedilmemiştir.” kanaati başta Vahdettin Engin, Toktamış Ateş, Sina Akşin ve Mim Kemal Öke gibi bazı akademisyenlerimiz tashih etmeye çalışır. Birçok aydınımız 93 Harbi’nin çıkışından birinci derecede Sultanı sorumlu tutmama çabasındadır. Sultana rağmen harbe girildiğini belirtir. Ahmet Akgündüz, Kadir Mısıroğlu ve Sefa Saygılı ise savaştan padişahın sorumlu olmadığını ifade eder. Padişahın savaşa girmeme gibi çabalarına rağmen savaşın sorumluluğunu başkalarına atılmasını doğru bulmadığımı söyleyebilirim. Vahdettin Engin, bu savaş sonucunda Balkanlardaki ve Doğu Anadolu’daki toprak kayıpları olduğunu vurgular. Ayrıca Tunus’un Fransızlarca, Mısır’ın İngilizlerce işgal edilmesi; Kıbrıs’ın İngiltere’ye, Doğu Rumeli vilayetlerinin Bulgaristan’a verilmesinin Sultan Abdülhamid döneminde olduğunu hatırlatır. Vahdettin Engin, Padişah Abdülhamid’in ülkenin parçalanmamasına yönelik politikalarını şöyle anlatır: “Politikasının temel unsurunu Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün muhafazası oluşturuyordu. Bunu yaparken de ülkenin bazı vilayetleri için çok hassas davrandığı halde, devletin gücünün uzanamayıp sınırlı kaldığı vilayetler için aynı hassasiyeti gösterememiştir… Büyük devletlere karşı dişe diş bir mücadele etme taraftarı olmakla beraber onun, bu mücadelenin devlete zarar vermesi söz konusu olduğu zamanlarda veya netice almanın güç göründüğü durumlarda zaman zaman geri adım attığı da gözlenmektedir. Ama önem verdiği konular için hiç geri adım atmamıştır. Nitekim Tunus’un Fransızlarca, Mısır’ın ise İngilizlerce işgaline çok sert tepki göstermeyen veya karşılığında daha büyük bir kazanç temin edildiği için Kıbrıs’ı İngiliz idaresine bırakan II. Abdülhamid’, Doğu Anadolu’nun Ermenilere verilmesine, Filistin’e Yahudilerin yerleşmesine sürekli karşı çıkmış; kutsal toprakların, petrol bölgelerinin elde tutulmasına azami gayret göstermiş, bu alanlarda en ufak bir tavize yanaşmamıştır.”(s.463)
İslamcı, muhafazakâr ve milliyetçi düşünceye sahip kişilerin hatırı sayılır bir kısmı Abdülhamid’in dindarlığı, bir tarikata bağlı oluşu, şeyhine saygıda kusur etmediğini hatta kendisinin evliya olduğunu belirterek kendisinin sorgulanamayacağını iddia edecek noktaya vardığını gözlemlemekteyiz. Bu konuyla ilgili soruya Mustafa Erdoğan: “onun bizi ilgilendiren kısmı siyasî tatbikatı. Ne idi ne yaptı?” cevabını verir. Sultanın birbirinden farklı tarikata mensup ve şeyhi olduğunu bazı tarihçilerimiz söylemektedir. Eğer bunu doğru olarak kabul edersek Abdülhamid’in bu tarikat ve şeyh ilişkisinde siyasi sebeplerin de göz önünde bulunduğunu söyleyebiliriz. Orhan Koloğlu, bazı kişilerin Sultan hakkında “şeyhinin elini öperdi” iddiasına şiddetle karşı çıkar. Bunu iddia edenlerin Sultanı çok iyi bilmediğini, Padişah olarak kimsenin elini öpmeyeceğini, kimseye karşı boyun eğmeyeceğini, Sultan Reşat’ın tekkeye gittiğini, böyle davranış beklenebileceğini ama Abdülhamid’in böyle bir şey yaptığına dair elde bir kaynak olmadığını vurgular. Koloğlu, Hamid’in İslamcılık anlayışının katı olmadığını ve ne kadar hoşgörülü olduğunu anlatmak amacıyla Amerikalı bir gazeteciye Yıldız Sarayı’ndaki davetinde önüne viski, konyak koyduğunu belirtir.(s.372)
Birçok aydın, Abdülhamid sayesinde Osmanlı’nın çöküşünün biraz daha geciktiğini ya da Sultanın iktidarı devam etmesi halinde imparatorluğun ömrünün daha da uzayacağını iddia eder. Abdülhamid hayranı birçokları işi o kadar ileri götürürler ki Sultan eğer iktidardan düşmeseydi “Basireti ve diplomatik dehası sayesinde Osmanlı Devleti Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’na katılmayacaktı. İttihatçıların beceriksizliği yüzünden yıkılan Osmanlı devleti yıkılmayacaktı.” fikrindedir. Mim Kemal Öke, Osmanlı’nın çöküşe doğru gittiğini Sultanın bu durumu biraz geciktirdiğini, Abdülhamid’e verilen tarihi rolün biraz abartıldığını şu cümlelerle anlatır: “Nitekim Enver Paşa’cı pek çok subay da bu coşku ile dağa çıktılar; fakat vatanperverlikleri imparatorluğu dağılmaktan kurtarmaya güçleri yetmemiş, bilakis meşum sonu engelleyememişti. Sultan Abdülhamid’de engelleyemezdi. Saati geriye çevirmek, tarihin baraj yıkan sularına engel olmak, süreçleri ters yüz etmek kişilerin harcı değildir. Abdülhamid, yıkılışa fren yaparak, bu süre içinde belki içerideki toparlanma ile devlete yeni bir direniş gücü kazandırabilirim, diye düşünüyordu.” (s.289) Türkiye’de fikir adamlarının nasıl seviyesizce eleştirildiğine; yanlış metodoloji sonucunda yargılanmasana kitaptan bir örnek vermek istiyorum. Kadir Mısıroğlu, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında bazı yerli aydınların büyük rolleri olduğunu belirtir. Bunlardan Ahmet Vefik Paşa, Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’ı sayar. Gökalp, hakkındaki değerlendirmesine paylaşmak istiyorum: “Durkheim’in sosyolojik telakkisini Türkiye’ye aktarmıştır. Yani o, sadece toplumda var olan gerçekleri göz önünde getirmeye çalışmış, bunların hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğu konusunda hüküm vermemiştir. Meselâ o; sosyolojinin , ‘toplumda fuhuş var mıdır, yoksa yok mudur’ gerçeğiyle uğraştığını; bunun doğru ya da yanlış olduğunun sosyolojinin konusuna girmediğini, bununla ancak ahlakın uğraşabileceğini söylemektedir.”(s.223)
DEĞERLENDİRME
Eserde bazı Türk aydınlarının mümkün olduğunca objektif bir Abdülhamid ve dönemi yansıtmaya çalıştıklarını bunun yanında da bir kısım aydınların da bazı konularda önyargılı davrandıklarını söyleyebilirim. Misal olarak bir kısım aydınların Abdülhamid ve dönemi hakkında temkinli yaklaştığını, bir kısmının kamuoyunda söylenen ezberlerin yanlış olduğunu vurgulayabilirim. Bunun yanında birçok değerli, rafine bilgileri de bu eser vasıtasıyla öğrendiğimi itiraf edeyim.
Söyleşileri hazırlayan Mehmet Tosun bey asıl işi ticaret olmasına rağmen Abdülhamid’e olan hayranlığı ve tecessüsü sayesinde birbirinden farklı çoğunluğu Türk yazar, siyasetçi, akademisyen, gazeteci ve aydın olan; Osmanoğulları hanedanına mensup birkaç kişiyle birkaç yabancı aydına Abdülhamid’in siyaset anlayışı, kişiliği, dönemi hakkında merak ettikleri soruları yöneltir. 46 farklı kişiden birbirine yakın ve benzemeyen değişik Abdülhamid portresini cevap olarak alır. Özellikle Abdülhamid üzerine çalışma yapan akademisyen ve yazarlarımızın anlattıklarını okurken zevk aldığımı, eserden oldukça istifade ettiğimi belirtebilirim. Daha önce de Abdülhamid üzerine bir bilgi şöleni hazırlayan Mehmet Tosun birçok kurum, kuruluş ve enstitünün yap(a)madığı etkinlikleri yapmıştır. Dolayısıyla böylesi kişilere iltifatkâr davranmamız gerektiğini düşünüyorum.
[1] Mehmet Tosun (Hazırlayan), “Osmanoğulları ve Aydınların Anlatımıyla İmparatorluğun Yüzük Taşı: II. Abdülhamid”, 474 sayfa, Ocak 2009, İstanbul, Yeditepe Yayınevi