Dr. Hüseyin Saraç
ü İhsan anlayışı ibadette olduğu gibi, iktisadî faaliyetlerde de geçerlidir. Mümin ibadet yaparken, üretim yaparken Allah’ın kullarına hizmet ederken, “Allah’ın kendisini görüyormuş gibi hareket edecektir.” bu anlayış kurumsallaşmış, ”Hisbe” teşkilâtı piyasayı kontrolde, bu görevi İslâm tarihi boyunca yerine getirmiştir.
Bütün toplumların amacı ekonomik yönden güçlü olmak ve huzurlu bir ortama kavuşmaktır. Bu seviyeye ulaşmak ise, ancak toplumu oluşturan fertlerin ortak amaç ve çalışmalarıyla mümkündür.
Çünkü hayatın devamı için, Allah’ın koymuş olduğu kanunlardan biri de çalışmaktır. Bu yüzdendir ki kâinatta var olan milyonlarca canlının her biri, kendi dairesinde çalışmaktadır.
Canlıların en küçüğü olan virüsler, maddenin en küçük parçası olan atomlar ve onların parçacıkları kendi yörüngelerinde büyük bir azimle hareket halindedirler. Söz konusu atomun parçacıkları olan elektronlar ve protonlar görevlerini yapmadıklarında, atomun dengesi bozulur.
Aynı şekilde gezegenler, kendi yörünge ve güneşin etrafında dön-
mediklerinde samanyolundaki muhteşem sistem bozulur. İnsanın biyolojik yapısında, temel fonksiyonları icra eden kalp, atışlarına ara verdiğinde hayat durur. Aynı şekilde ekonomik piyasada -bisiklet, pedallerinin çevrilişiyle sürekli ayakta kaldığı gibi- devri daim olmadığında, ekonomi durur ve hayat çekilmez hâle gelir.
“İnsan hareketli bir varlıktır. Sürekli canlılığını koruyup çalıştıkça huzur bulur. ”Çalışmayan ve ataletle yaşayan insanlar, zamanla ruhî bozukluklara ve hastalıklara müptelâ olurlar.
Diğer yandan insan kısacık ömründe hem dünyasını hem de ahiretini kazanmak zorundadır. Özlemleri ve hayalleri sonsuz, enerjisi sınırlıdır.
İnsanın birçok ihtiyacı vardır. İhtiyaç gideren araçların mal olabilmeleri için faydalı olmaları gerekir. Tabiatta bulunan maddelerin faydalı olabilmeleri ise, ancak giderecekleri ihtiyacın cinsine göre bir şekil veya özellik göstermeleriyle mümkündür. Bu nedenle, maddelerden yararlanabilmek amacıyla yapılan bütün faaliyetler, ayrıntısız olarak üretim kavramına konu olmaktadır.
O halde üretimi; ”Tabiattaki maddeleri mal yani faydalı hâle getirebilmek için yapılan bir faaliyet” şeklinde tanımlamak mümkündür.
Bu tanımlamada dikkat edilmesi gereken husus, mal kelimesiyle yalnız maddî şeylerin
ifade edilmediği ve bu kavram içerisinde hizmetlerinde bulunduğudur. Zira insanlar, ihtiyaçlarını sadece maddî mallarla değil, aynı zamanda hizmet adını alan gayri maddî mallarla da gidermektedirler.
Bundan dolayı hizmet sağlayabilmek için yapılan her faaliyet üretim olup, yukarıdaki tanım, hem maddî malları hem de hizmetleri beraberce kapsamaktadır.
Meselâ, tohumu toprağa atarak başak hâline getirmek veya başaklardaki buğdayı un haline getirmek bir üretim faaliyeti olduğu gibi, bir doktorun, bir hoca efendinin, bir öğretmenin gördüğü hizmetler de birer üretimdir. (Zeytinoğlu, Erol; Genel Ekonomi, İst. 1976, s.38)
Daha geniş bir tanımlamayla, bir maddenin mamul hâle gelmesine sanayi, sahip değiştirmesine ticaret, yer değiştirmesine ulaşım denilmekte olup, bütün birbirlerinden bağımsız gibi görünen bu faaliyetlerin her birinin toplamları üretimdir.
Üretim faaliyetinde bulunabilmek için üretim faktörlerinin olumlu bir tarzda birleşmeleri zorunludur. Bunlar ise; iktisatçıların çoğunluğuna göre tabiat, emek, sermaye ve teşebbüstür.
Yukarıdaki üç faktör temel faktör, son teşebbüs ise 19. yüzyıl ekonomistleri tarafından kabul edilen yardımcı faktördür. Bir malı veya hizmeti elde edebilmek için tabiattaki maddelerden yararlanmak gerekmektedir. Aynı şekilde bu esnada sarf edilen fikrî ve bedenî emek de mutlaka gereklidir.
Bu iki faktörü harekete geçirmek için harcanan bilgi, aynî veya nakdî nesnelere ise sermaye denilmektedir. Genelde elde edilen ürünler bu üçlü faktörün bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Yani bir makineyi elde etmek için öncelikle ham maddeye, onu elde etmek için sermayeye, yapabilmek için de paraya ihtiyaç vardır.
İslâm dini, insanları harekete geçiren, onları yükselme ufkuyla motive eden bir dindir. Bu dinin mensupları ataletle yaşayan kabuğunu yırtamayan, kendi fasit dairelerinde kaderlerine razı olan zavallılar değildirler. Yüce Allah, Müslümanların üretken olmalarını teşvik etmektedir. ”Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yerin sırtlarında dolaşın. Allah’ın verdiği rızıktan yiyin. ” (Mülk, 15)
Şüphesiz ki yeryüzünde yürümekten maksat, gayesiz bir dolaşma değildir. Müminin her fiilinin bir amacı olduğuna göre o, “kendine boyun eğdirilen” her nesneyi tanımayı, ondan yararlanmayı, onu şekillendirmeyi, onu başkalarının hizmetine sunmayı kendine ilke edinecektir. Mümin bütün bu faaliyetlerde bulunurken, yaptığı her işin bir ibadet olduğunun şuuruyla çalışacaktır.
İnsanlar iktisadî faaliyetlerde bulunurlarken önlerine sayısız engeller çıkabilir. Geçmişlerinde mücadele olanlar, arka plânları zorluklarla geçenler, sabır maratonunu başarıyla tamamlayanlar, çalışmalarını başarıyla taçlandıranlardır.
Aceleci, karamsar, kısa sürede başarıya ulaşmaya çalışanlar, ar-ge (araştırma-geliştirme) faaliyetlerinde bulunmayanlar, çoğunlukla başarısızlığa mahkumdurlar. Günümüz “Asya ülkelerinin” başarısında, muazzam üretimlerinde, ana unsurlardan biri de onların sakin ve sabırlı olmaları ve kararlılık içerisinde yaşamalarıdır. (Kozlu, Cem; Vizyon Arayışı ve Asya Modelleri, Ankara, 1995, s. 69)
Müslümanları bu konuda canlı tutan birçok nass vardır. Yüce Allah, “İnanan ve
yararlı iş işleyenlere gelince -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir görev yüklemeyiz- İşte onlar cennet ehlidir.” (Araf, 42) buyurur.
Müslüman üretim faaliyetinde bulunurken “acaba yapabilir miyim” düşüncesinden, bu ayetten alacağı ilhamla kurtulmakta ve kendine güven gelmektedir.”Müslümanların hayatını kolaylaştırmak ve onlara faydalı olmanın da cennete girmeye vesile olacağı” inancıyla yaşamaktadır.
Böylece dünyaya küsen değil, gün ve gün daha çok çalışan, üreten, pazarlayan, paylaşan, sürekli tahayyül ve tasavvurla yaşayan varlık hâline gelmektedir. O, sadece bir homoeconomicus (ekonomik adam) değil, aynı zamanda davranışları dengeli olan “varlıkların en üstünüdür.”(Tin, 4)
İslâm dini, çalışıp kazanmayı “hayırda ve iyilikte yarışmayı” helâl ve temiz kazancından bağışlamayı emreden bir dindir. Her zaman “veren el, alan elden üstündür.” Yüce Allah, bu ilkeye insanların uymaları için şöyle buyurmaktadır: ”Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın.” (Cuma, 10)
“Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez. (Kasas, 77)
Görüldüğü gibi Allah, insanlara uzak yakın demeden yeryüzüne dağılıp çalışmayı ve nasiplerini aramalarını emretmektedir. Bu emrin kapsamında coğrafi sınır söz konusu değildir.
“Belirli bölgede kalın, burada ömrünüzü geçirin.” düşüncesi de söz konusu değildir.
Diğer yandan Müslüman, dünyanın nimetlerini elde etmek için üretecektir. Bu çalışmasının ne kadar önemli olduğunu Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle anlatmaktadır: “Allah, kişinin çalışmasını, üretimde bulunmasını, ailesini geçindirmesini, Allah yolunda cihat, gündüzleri oruç, geceleri namazla geçirme ile bir tutmuştur.” (Buhari, Nafaka, 1)
Müslüman insan sürekli fikrî ve bedenî çalışmasıyla mal ve hizmet üretirken, daima insanlara yararlı ve güzel olanları seçecektir. Onun çalışma sahasında insanlara ve hiçbir varlığa ezave cefa yoktur. O, bozguncu değil, güzel insandır. Çünkü, “Allah’ın zalimleri ve bozguncuları sevmediğinin ”idrakıyla yaşayan insandır. “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.”(Araf, 85)
İlâhî buyruğu gereğince, insanlara zarar verecek, onları sıkıntıya düşürecek her üretimden uzak durmaya itina gösterendir. Onun makinesinin çarklarından ve kalıplarından, hep güzel mamuller ve insanların ihtiyacını gideren mallar üretilir.
Erdemli insanın tezgâhında bozgunculuk ve zararlı ürünler ne üretilir ne de pazarlanır. Tafsilatı Allah’ın kitabı Kur’an ve Hz. Peygamber’in hadislerinde anlatıldığı gibi, kumar, hırsızlık, dolandırıcılık, zimmet ve tefecilik, spekülasyon, rüşvetçilik ve kaçakçılık gibi toplum zararına olan ve insanlık şerefiyle bağdaşmayan yollardan üretim yapmak, kazanç sağlamak reddolunmaktadır. Bu tür faaliyetlerde bulunmanın Müslümanın yüksek şahsiyeti, erdemli davranışlarıyla bağdaşmadığı görülmektedir.
İslâm olumlu davranışı, insanlığın hayrına olacak güzel işler yapmayı tavsiye etmektedir.
Yüce Allah, “Güzel davrananlara, daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerinene bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidir.” (Yunus, 26) buyurur.
Allah’ın koymuş olduğu bu kanuna, hem ahirete ait mükâfat, hem de bu dünyaya ait karşılık ve kazanç açısından bakarsak yanılmış olmayız. Kaliteli mal üreten insanın alnı açık ve kendinden emin olduğu görülür. Pazarlamada sıkıntı çekmediği gibi rakiplerine göre avantajlı durumdadır. Bugün uluslar arası ticarette ülkelerin malları mühürleriyle (Türk malı, Alman malı. v.s.) tanınmakta, milletler kaliteleriyle ön plana çıkmaktadırlar.
Dolayısıyla yalancılığın ve sahteciliğin hayatında yeri olmayan Müslümanın üretim anlayışında, kalite ve doğruluk anlayışı temel ilke olmalıdır. Böyle yaptığı takdirde, hem uluslar arası siyasette inancın doğruluğu ve güzelliği ortaya çıkacak, hem de Müslümanın güvenirliliği ve doğruluğu ispatlanacaktır.
Bunların yan getirisi olarak da zenginlik gelecektir. İhsan anlayışı ibadette olduğu gibi, iktisadî faaliyetlerde de geçerlidir. Mümin ibadet yaparken, üretim yaparken Allah’ın kullarına hizmet ederken, “Allah’ın kendisini görüyormuş gibi hareket edecektir.” bu anlayış kurumsallaşmış, ”Hisbe” teşkilâtı piyasayı kontrolde, bu görevi İslâm tarihi boyunca yerine getirmiştir.
İslâmî üretim modelinde, bir mal elde edilirken, sırf kâr yapmak için üretilmez. Kapitalistbir müteşebbis, meşru-gayrimeşruya bakmadan sadece kazanmak için çalışır.
Sosyalist düşüncede de kamunun yararı varsa yapılan iş doğrudur. Müslüman ise zaruri ihtiyaçları temin edip refaha ermek, iç ve dış saldırılardan kurtulup bütün tehlikelerden emin olmak için üretir. Yüce Allah, bu iki hedefe yönelik olarak şöyle buyurmaktadır: “Öyleyse, kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kâbe’nin Rabb’ine kulluk etsinler.”(Kureyş, 3-4
Üretim yapılırken “aşılamayacak engel yoktur” anlayışı yanında, “acaba bunun bir sınırıvar mış” düşüncesi de İslâm iktisatçıları arasında tartışılmıştır. Diğer bir ifadeyle, kapitalist ekonomilerde kütlevi üretim söz konusu olduğundan, önce üretim sonra tüketim anlayışı hâkimdir.
Üretilen mallar, reklamlar ve gelişmiş pazarlama yöntemleriyle satılacak, sürekli ihtiyaç oluşturulup ekonominin hacmi genişleyecektir. Bu anlayış, birçok israfı ortaya çıkarmış, çevre kirliliği ve zaman zaman ekonomideki durgunluklarla, işçi sınıfıyla işvereni karşı karşıya getirmiştir.
İslâmî üretim tarzında ihtiyaç ana faktördür. İhtiyaç varsa üretim yapılacak yoksa sanal âlemde insanların tüketim duygusu kamçılanmayacaktır. Böylece kaynaklar israf olmayacak, gelecek nesiller de var olan kaynaklardan yararlanmış olacaktır.
İslâmî üretimi; tüketim-üretim-tüketim formülüyle özetlemek mümkündür. (Tabakoğlu, Ahmet; İslâm ve Ekonomik Hayat, İst. 1987, s. 46)
İslâm’da tembellik ve üretimden uzak durma kötülenmiştir. Çalışmama, Allah’ın verdiğienerjiyi harcamama, yaratılışın tersi bir durumdur.
Yüce Allah, üreteni, bu konuda emek harcayanı şu şekilde övmüştür: “Yararlı iş işleyenlerin ecri ne güzelmiş!” (Zümer, 75)
Hz.Peygamber (s.a.s) de, “Dağdan odun toplamayla elde edilen kazanç, başkalarına el açmaktan daha iyidir.” (Buhari, Zekat, 50) buyurmuştur.
Allah’ın verdiği sağlık ve sıhhat nimetini meşru işlerde harcamamanın vebalinin olduğu da yine Hz. Peygamber’in şu ikazıyla irdelenmiştir: “ahrette insan ne gibi işler yaptığından, bedenini nasıl yıprattığından ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe, Allah’ın divanından ayrılmaz.” (Tirmizi, Kıyame, 1)
Hayatın sadece dünyadan ibaret olduğunu düşünenler, soyut kavramlara, varlıklara, karşılıksız hizmeti külfet kabul ederler. İslâm’a gönül verenler ise maddi refahın artması için çalışmayı angarya olarak görmeyip, böyle çalışmayı yukarıdaki ayet ve hadislerde de görüldüğü gibi Allah’ın bir buyruğu olarak kabul ederler.
Bir yanda insanın yeryüzüne devamlı bir çalışma ve kazanma görevi ile gönderildiğini, o sebeple durup dinlenmeden çalışması gerektiğini belirten aksiyoner düşünce, diğer taraftan dünyanın sadece maddî zevklerine değer veren tat tarafını alıp, gerisini lüzumsuz bir zahmet ve külfet diye bir kenara bırakan tüketici hayat felsefesi.
Tarihten günümüze insanlık bu iki kutup arasında gidip gelmektedir. Birinci düşüncenin mensupları, 17. yy’a kadar dünyayı şekillendiren, üretimleriyle, medeniyetleriyle insanlığa huzur verenler olmuşlardır.
Günümüzde ise İslâm dünyası, dünyanın toplam gayri safi millî hasılasında ancak %5 paya sahip konuma gelmiştir. İKT’na üye ülkelerin nüfusu, Japonya nüfusunun 15 katı, üretimleri ise yine Japonya’nın maalesef 1/3’ü kadardır. Bu hazin tablo yeniden hayatın sonsuzluğuna inananların, ötekini ve ötesini görebilecek kadar aksiyoner ve kararlı olmalarıyla mümkündür