Mehmed Akif, büyük bir şair olduğu kadar - belki ondan da fazla - büyük bir fikir adamıdır aynı zamanda. Büyük bir coğrafyanın, büyük acıların, ümit ve ideallerin, büyük mücadelelerin, çöküş ve çalkantıların, dağılış ve yıkılışların...
Safahat'ın şairidir.
Safahat, bir şiir kitabı, bir edebi metin olmaktan daha çok fikri bir eserdir.
Onda milletimizin tarihi, yükseliş ve düşüşü,bunun sebepleri, fert ve cemiyet olarak tahlili; zekâsı, nüktesi, edebiyatı, şehri, sokağı, evi, ailesi, acıları ve sevinçleri vardır.
Yedi bölümden oluşan Safahat'ın altıncı bölümünün başlığı "Asım"dır.
Asım, Mehmed Âkif'in "gençlik ideali"nin adıdır. Türk gençliğini, "Asımın nesli" olarak nitelemiş ve o gençliğin resmini ayrıntılı biçimde çizmiştir.
Mehmed Âkif'in, Türk gençliğinde görmek istediği vasıfları şöyle sıralayabiliriz:
BEDEN YAPISI
Genç, sağlam ve gürbüz olmalıdır. Güreş, yüzme, atıcılık, binicilik gibi sporları yapabilmelidir.
Âkif'in, İstanbul boğazını yüzerek geçtiğini, güreş tuttuğunu, gülle attığını; şehir içinde vasıtaya binmediğini de hatırlarsak, gençliğe fiilen de örnek olduğunu anlarız.
RUH YAPISI
Genç, imanlı, gayretli, mütevekkil olacak; tembellik, hazıra konmak, hırs ve kıskançlıktan uzak duracaktır.
"Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol! "
TAHSİL VE TERBİYESİ ( EĞİTİM VE ÖĞRETİMİ )
Gençlerin, marifet (bilgi) ve fazilet (ahlak) sahibi olmaları ancak tahsil ve terbiye ile ( eğitim ve öğretimle ) mümkün olacaktır.
"Hadi tahsilini ikmâle tez elden, hadi sen !"
"Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım, Marifet bir de fazilet... İki kudret lâzım." diye seslenir.
Âkif'e göre, bilgisiz ahlak, miskinlik ve zayıflığa; ahlaksız bilgi ise, milletlerin ruhunun zehirlenmesine sebep olur.
İLİM
Âkif Bey, gençlerimizin ilim tahsil etmelerine, ilmi gelişmeleri takip etmelerine büyük önem verir. "Asım"ı Almanya'ya, "maddenin kudret-i zerriyyesi"ni - Atom kudretini - öğrenmeye gönderir.
"Yarının ilmi nedir, halbuki? Gâyet müdhiş: Maddenin kudret-i zerriyyesi, uğraştığı iş! " Tesbitinde bulunur.
ÇALIŞKANLIK
Gençlere şu tavsiyede bulunur:
"Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhude eyyâmın; Çalış, hâlin müsâitken... Bilinmez çünkü encâmın."
Çünkü:
"Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası, Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası !"
olacaktır.
ÜMİT VE AZİM
Ümitsizliğe düşmenin, azmi bırakmanın doğuracağı tehlikeleri şöyle haykırır:
"Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak, Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak!
Karşında ziya yoksa; sağından, ya solundan Tek bir ışık olsun buluver...
Kalma yolundan, Alemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk! Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!"
DİNDARLIK
Genç, dindar olmalıdır; ancak bu konuda ona iyi örnekler gerekmektedir. Cehaletimiz yüzünden dini tanınmayacak bir kılığa soktuğumuzu gören Mehmed Âkif, yüreği yanarak şöyle inleyecektir:
"Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile!"
Genç, Müslümanlığı "uhrevi" bir din, Kur'anı da ölülere okunan bir kitap zannedenlere aldanmamalıdır.
"Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din, Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin!"
AHLÂK
Ferdin güzel ahlak sahibi olabilmesi için,imanlı olması gerekir. İman temeline oturmayan: bilgi veya vicdan gibi değişken kavramlara istinat eden bir ahlak anlayışı, bütün insanlığı kuşatamaz. Bir milletin ahlakı ise onun ruhudur; ahlakını kaybeden milletler yaşayamazlar.
"Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. "
dizeleriyle, bu gerçeği dile getirmektedir.
Mertlik ve hakkaniyet duygusu Genç insan, mert olmalıdır. Hak ve adalet konularında duyarlı, şahsi menfaat peşinde koşmayan, doğru bildiğini - ne pahasına olursa olsun - söyleyen, haksızlık karşısında susmayan bir ruh yapısına sahip olmalıdır.
"Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem" Diyebilecek bir hassasiyettir; Âkif'in gençlikten beklediği.
VATAN SEVGİSİ
Âkif'e göre vatan, dünyalar karşılığında bile verilmeyecek bir "cennettir". Milleti vatanından ayırmak isteyenler, "cehennemle" de gelseler, gençlik onu göğsünde söndürmelidir. Şiirlerinde, bu duyguyu nasıl dile getirdiğine bir bakalım:
"Verme , dünyaları da alsan, bu cennet vatanı!"
"Sahipsiz olan memleketin batması haktır, Sen sahip olursan, bu vatan batmayacaktır!"
"Nasıl tahammül eder hür olan, esâretine, Kör olsun ağlamayan, ey vatan felâketine!"
"Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz; Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!"
Vatanın ve Milletin birliğini korumak ( Milliyetçilik ) Müslümanlık, fertler arasında ırk, dil, renk... farkı gözetmediğinden; Âkif'in "gençliği", her türlü tefrikadan arınmış olacaktır. Bir milletin, farklı ırklardan meydana gelmesi, ideal birliği sağlanması halinde, tehlike teşkil etmez.
"Sen! Ben! Desin efrad, aradan vahdeti kaldır, Milletler için işte kıyâmet o zamandır."
"Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!"
"Öyle maymun gibi taklide özenmek bilmez, Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun, eksilmez."
Şairin Vasiyeti
Mehmed Âkif, son nefesine kadar davasına sadık kaldı. Mısır'da bir dostuna sığınarak, vatanından "cüda" on yıl geçirdi ve cennet vatanına ancak "ölmeye" gelebildi. Aşağıdaki mısralar, Türk gençliği için "vasiyet" değerindedir:
"Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan,
Hep inkisâr-ı emel taştı, rûh-i zârımdan.
Vatan-cüda olayım sînesinde İslâm'ın?
Bu âkıbet, ne elîm intikamı eyyâmın!
Benim - ki yaşlıyım artık - düşük kolum, kanadım;
Bu intikamı çalışsın da alsın evlâdım!"
Mekteplerde sadece İstiklal Marşı ile tanıdığımız vatan şairini, 2001’lerde, her daim Safahat’ı nasıl Kur’an’ı ezbere yuttuysa öyle yuttu dediğim Bayram Hocamızdan, Mantık, İslam Hukuku, Usul-u Hadis gibi ilimler okurken, dersleri yumuşatma seanslarında tanıyoruz. Böylece başlıyor bir Mehmet Akif serüveni.
Mukaddes Uçurum
Mehmet KAPLAN
Yunus bir uçurumda yatar. Onun yattığı yere yüksek tepelerden inip, Gece yarısı yaylı araba, korkulu yollardan sarsıla sarsıla düşerken, uzakta, tâ derinlerde bir ışık gösterdiler: "İstasyon" dediler, "Yunus'un türbesi onun. yanındadır."
Çocuk gözlerimle ona baktım ve ürperdim. Kulaklarımda bir efsanenin uğultusu vardı. Dağlar, taşlar, ağaçlar manasını bilmediğim bir ilâhi söylüyorlardı.
Köye yerleştikten sonra, uçurum, Yunus, istasyon ve ben, birbirimize kaynaştık. Zamanla orkestramıza daha başka sesler de karıştı: Yakıcı yaz güneşinde sıtmadan toprağa uzanmış köylüler gördüm: Toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi elâ gözleri daima bir velîyi hatırlatan köylüler. Çatlak dudakları ile güldükleri zaman, taşlar canlanıyormuş hissiyle insanı korkutan köylüler ve akşam güneşi bataklıkta yanarken milyonlarca zehirli sineğini göklere salıveren Porsuk.
Gece, ellerimizde ayran bakraçları, trene çıkardık. Issız bozkır karanlığında, seyyar, ışıklı saraylar gibi birden karşımızda duruveren vagonlar bizi büyülerdi. Pencereden, uyku içinde donmuş veya bir rüyadan bakar gibi çehreler uzanır, ölü gözler ile soğuk boşluğu yoklar, tekrar, kayıtsız içeri çekilirlerdi. Bir şey göremezlerdi. Orada, uçurumun içinde, Yunus'un ve bizim bulunduğumuzu fark etmezlerdi. Nereden fark edeceklerdi? Etseler ne yapacaklardı sanki?
Bu aydınlık, masal kâşaneleri uzaklarda eriyince, biz yine mağaramıza dönerdik: Kerpiç damlarımıza, uykularımıza, hastalığımıza ve sefaletimize. Yıllar var, buz uçurumdan nasıl çıktığımı bilmiyorum.
İstasyonlar, şehirler, mektepler, kitaplar ve insanlar beni uzun bir vadiden geçirdiler. Bu vadide asırlarca yürümüş gibiyim. Bir daha dönmedim.
Bir daha oraya dönmedim. Fakat uçurum benimle her yeri dolaştı. Ne zaman içime baksam karşıma onun karanlık boşluğu, titreyen istasyon ışığı, Yunus, köylüler ve Porsuk çıkar. Milyonlarca sivrisineğin yüzüme hücum ettiğini hissederim.
Yaylı, tıpkı ilk gecede olduğu gibi, yüksek tepeden iner; dağlar, taşlar, ağaçlar kuşlar, o zaman mânâsını bilmediğim, fakat şimdi çok iyi anladığım ilâhîler söylerler:
Ben Yunusu biçareyim,
Baştan ayağa yareyim.
Dost elinden âvâreyim.
Gel gör beni aşk neyledi.
Bu uçurum şarkısı beni her zaman ürpertti. Ben onu Yunus'u kendi ağzın dan dinledim. Ben "Bîçare, başdan ayağa yare ve dost elinden âvâre" Yunus'u gördüm. Ben bu uçurum türküsü¬nü toprak yüzlerinde, ruh yarığı gibi elâ gözleri Yunus'unkinin tıpkısı olan insanlardan duydum.
Bunaltıcı bozkır öğlesi Porsuk sularını kaynattığı zaman, onlar, toprağa uzanırlar, sıtmalı, çatlak ve yorgun sesleri ile bu türküyü mırıldanırlardı.
Harap türbesinde yatan Yunus da onlara karışırdı.
Yıllar geçti.
Türlü şarkılar dinledim.
Mesut evlerin pencerelerinden sızan şarkılar, meyhane şarkıları, ıssız sokaklarda söylenen külhanbeyi şarkıları, güzel kadınların, çirkin kadınların, çocukların, yaşlıların, artistlerin ve vatmanların şarkılarını dinledim. Ağlayan, gülen, söğen ve okşayan şarkılar. Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı.
Ruhuma girmedi. Ama Yunus'un, Yunusların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus çoğalmış, köyler Yunusla dolmuş hissi ile uyandım.
Uyandım, fakat etrafımda şehir vardı; şehirli vardı. Asfalt yolları pırıl pırıl, apartmanları göklere tırmanan meydanları, otomobil, kamyon, otobüs, tramvay, dilenci, fahişe, bey, işsiz, hamal ve talebe ile tıklım tıklım dolu şehir. Her biri kendi içine kapanmış körler gibi dolaşan insanlar. Kendimi onlar arasında buldum.
Yıllar var, büyük, sonsuz karışık bir labirentin içinde, çıkacak bir yer bulmak için uğraşıyorum. Zaman zaman içimdeki uçurum beni çağırır ve "çıkış . yeri benim, der. Haydi, atlayıver, korkma!" Ve kalbim kendi kendine şöyle söylenir: Bir yaylıya binsem, kırbacı elime alsam, atlara "deh!" desem, yollar¬dan geri dönsem, o mukaddes uçuruma insem.
(Nesillerin Ruhu (259261)