Gece yeni bir doğuşa gebeydi. Yıldızlar daha nice âşığa sığınak ve nice dönüşe şahit olmuştu. Ay ve yıldızlar sanki ağız birliği etmişçesine, ne kadar da parlaktı o karanlığın en koyu olduğu gecede. Sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ki sadece ehlinin bildiği dilden. Hani o dilden konuşan ve sadece aşk ateşinde yanan, o daralan daralan; ama kapısına bende olunan sultanın bunaltmayacağına müthiş bir teslimiyetle inananların anlayacağı zaviyeden. O öyle bir sultandır ki, sultanları kul eyler, kulları da sultan.
Bir tohum atılmıştı ezelden gönlüne. Tıpkı içindeki inci tanesi büyüdükçe acı çeken sedef gibiydi. Biliyordu, kolay olmayacaktı imanın yeşermesi. Varlığının mayasının farkına varmak ve en önemlisi bir gönül taşıdığının farkında olmak elbet kolay olmayacaktı. Her şeyin bir bedeli vardı, işte bu yaşananlar da aşkının bedeliydi, yeşeren imanının bedeliydi.
Zihni gecenin karanlığına karışan bir mazi muhasebesine girişmişti. Annesi o doğduğu gün onunla beraber bir de fidan dikmişti. O büyüdükçe fidanı da serpiliyordu. Bir gün annesi çağırdı onu. Ağacın hikâyesini anlattı.
‘Fıtratını da bu ağaç gibi yemyeşil kurutma sakın.
Kurutma sakın.
Sakın kurutma
Kulağında annesinin bu sözleri hâlâ yankılanıyordu yakamozları izlerken. O zamanlar annesinin ne demek istediğini anlamasa da bir ağacı olduğu için mutluydu. Her sabah koşuyordu ağacına. Suluyor, yabancı otlardan temizliyor, bin bir ihtimamla bakıyordu. Bazen rüyalarını anlatırken gölgesinin altında hayallere dalıyordu.
Annesini yitirdiği gün içini yakan bu acısını yine onunla paylaşmıştı. Sanki yüreğindeki bu alevi, akan gözyaşları söndürecekmişçesine günlerce ağlamıştı.
Hâlâ idrak edemiyordu; ama sanki bu ağaç onun kurtuluşuydu. Öyle ki sanki bir dalı kırılsa kendisi de kırılacakmış gibi hissediyordu. Annesi: ‘Bu ağaç kurtuluş mânân senin, tefekkür et onu. Bir gün sana haykırdığı hakikati dinle dememiş miydi?’
O zamanlar pek aldırmadığı bu sözler, şimdi nasıl işliyordu içine. Daha adını bilmediği sol tarafındaki acı bunları düşününce nasıl da depreşiyordu.
Annesi bir Katolik’ti. Gerçi çok fazla ibadetlerine bağlı olduğu söylenemezdi. Ama her pazar kiliseye gitmeyi klâsik bir ritüel hâline getirmişti. Babası hakkında çok konuşulmuyordu; tek bildiği yıllar önce gittiğiydi. Bir de yürüyüş yaparlarken, annesinin içinden hiç alışılmadık kıyafetler giymiş adamlar çıkan bir evin kapısına bakarken gözlerinden anlıyordu babasıyla ilgisi olduğunu. Ancak okumayı söktüğünde okuyacağı bir tabela asılıydı kapıda: ‘ÜSKÜDAR MEVLEVİHANESİ’
Sahile bakan evinin bahçesinde ağacının altında otururken, çoğu zaman sanki sonsuz gibi görünen denizin genişliğine bırakıyordu kendisini. Sonsuza olan iştiyakı depreşirken buzdan yapılmış gönül sarayında bir kıvılcım yanıyordu sanki. İçinde anlayamadığı bu kıpırtı her pazar kiliseye giderken yine anlayamadığı bir acıya dönüşüyordu. Bir mahkûmun rutubetli zindanına giderken duyduğu neyse, onu hissediyordu. Sanki içinde bir kandil, her an yanmaya hazır, sanki fitilini tutuşturacak bir el bekliyor. Bir ruh mimarı vardı sanki bir yerlerde.
Derken okula başladı. Bir bir söktü harfleri, yazmayı öğrendi, teker teker atladı sınıf basamaklarını.
Okul günleri geçti gözlerinin önünden, sayfa sayfa çevirdi hatıra yapraklarını. Ağacıyla beraber büyürken kalbindeki boşluk da günbegün büyüyordu.
Sol tarafında kıpraşan şeyin kalp olduğunu öğrendiği gün, âlemlere açılacak kapının anahtarını araması gerektiğini fısıldamıştı ağacı kulağına. Aslında kalbinin gönlüne inkılâp edeceği günler çalınmıştı kulağına.
İşte o zaman anlamıştı neyi anlaması gerektiğini. Ondan sonra neyi araması gerektiğini aramaya başlamıştı.
Gülümsüyordu şimdi, o zamanlar fark edemediği gerçeğe şimdi bir isim koyduğu için. Bilmiyordu aslında ezelden atılmış bir tohumun sancılarla toprağı çatlatıp çıkmaya çalıştığını. Ne hazanlar, ne baharlar beklemişti arayacağının ne olduğunu anlamak için. Şuna emindi ki aradığı hakikat aramakla bulunmayacaktı, ama şundan da emindi ki bulanlar da ancak arayanlardı. Kurtuluş kolay olmayacaktı.
Gönül toprağında yeşerecek fidanlar, iman suyunu istiyordu, İslâm güneşini istiyordu.
Şimdi lise yıllarına kayıyordu zihni. Galatasaray Lisesi… Hayatımın en verimli yılları diyordu o günler için. O günlerin lezzeti bambaşkaydı ona göre. Hele de edebiyatla ilk tanıştığı zaman bir milat olmuştu. Öğretmeni Farisi olan bu derste, saatlerin nasıl geçtiğini anlamazken kendisini ilk fark eden yine Şemsettin hoca olmuştu. Bir gün kendisine bir beyit veriyor ve tamamlamasını tembihliyor.
Çölde vaha bulmuşçasına sevinirken, ağacının altında inciler saçmaya başlamıştı bile kâğıda. Sonuç mükemmeldi tabii ki…
Şiirlerinde öyle bir kıvama geliyordu ki annesinin ölümünden sonra içinde başlayan ateşten bir parça da kalemine ve kâğıdına sürülmüştü sanki.
Şemsettin hoca şiirleri yorumlarken şark kültürünün en nefis bahçelerinden nadide rayihalar estiriyordu sanki. Beyitlerin mânâ denizinde dalgalarla coşarken, kelimelerin efsunlu katmanlarını kaldırıp gönlünün özüne doğru açıldığını hissediyordu. Üst üste açılan bu pencerelere doğru koşuyor, koşuyordu, Akan suyu, kaynağından içmek, onun tek düşüncesiydi artık. Girme zorunluluğu olmadığı halde Dinler Tarihi derslerine katılıyor, olmadı kütüphanelere koşup nefes nefese okuyordu.
Hakikat yoluna adım adım yaklaştığı o günleri hatırlarken bile, içindeki coşkuya yenik düşüyor, kalbi titriyordu. Ama kanının delice aktığı o zamanlardan sonra, 62’sine merdiven dayamış gönlü pek fazla dayanamıyordu. Hani hasretlik çekersiniz ömrünüz boyunca, hani onu görmeniz lâzımdır artık, bıçak kemiğe dayanmıştır, feriniz kesilir adını duyunca ya. İşte öyle bir haldeydi.
Bir seher vakti güllere çiğ düşerken bir kararsızlığın uçurumundaydı. O yıl lise bitmiş, imtihanlarda muvaffakiyet göstererek eski edebiyat üzerine ihtisas yapmaya başlamıştı.
Pazar ayinlerini papaz efendiyle yaptığı son konuşmadan beri terk etmişti. İsa’nın hem tanrı hem de tanrı’nın oğlu olduğu gerçeği hep bir soru olarak kalmıştı beyninde. Papaz efendi ise bu soruya cevap olarak önce ağlamaya başlamış ve : ‘Yeni keşfettiğin bu teslis inancını ben yıllardır düşünüyorum, eskittim artık. Sen doğru yoldasın’ demişti…
Evet, her şey deveran ediyordu. Dönüyordu her şey.
O sabah… Kumrular, Mevlevîhâne’nin bahçesinde zikrederken en güzeli en güzel isimleriyle, anne kuşlar yavruları için kendilerine biçilen miktarda rızkı aramaya koşarken, bahçe çiçek fırtınasına uğramışçasına rengârenk açılırken; açılırken güller, lâleler, limon çiçekleri; yeni bir gönül de açıyordu onlarla beraber. Güller bir şebnem tanesi gibi terini silerken, bülbül kıskanırken terin düşeceği toprağı bir yandan ‘Ya leyteni küntu turaba’ diyordu. (Keşke toprak olsaydım.) Dergâhın kapısından yuvadaki böceğe kadar her şey onu zikrediyordu.
Defalarca Üsküdar yokuşunu tırmanıp seherin ferah havasında buram buram terlerken o da tıpkı bülbül gibi: ‘Keşke toprak olsaydım.’ diyordu. Evet… Gerçek hakikatin İslâm olduğunu artık biliyordu. Mutmaindi gönlü; ancak gönlünün anladığı şeyi nasıl anlatacaktı çevresindeki insanlara. Hele de kilisenin gözü üzerindeyken... Atacağı adımı iki değil, en az iki yüz kere düşünecekti. Bahçenin kapısına kadar getirmişti ayakları onu, düşündü. Yorulacaktı, ayıplanacaktı, etrafı iyice kendi kıskacına alacak baskı yapacaktı. Ama pişman olmayacaktı. Dedik ya aşkın bir bedeli var diye. Bir bedel vardı ve ödeyecekti. Hem kutsal kitapta öyle yazmıyor muydu?
‘Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.’
Ne güzel bir müjdeydi bu. Yaratan nasıl da vurgulayarak anlatıyordu bu hakikati.
Önce göz olup seyrederken kapıyı, sonra gönlünü eldiven yapmışçasına kapıya uzandı eli. Yıllar gibi gelen bir iki saniyenin sonunda nihayet çalmıştı dergâhın kapısını.
Bir anda her şey sustu… Kumrular bıraktı ‘Huu!’ çekmeyi; anne kuşun taşıdığı rızık parçası ağzından düştü; güller bıraktı açmayı; bülbülün sitayişleri nihayet buldu.
Şimdi yepyeni bir solukla o en güzel hakikati bağırıyordu çığlık çığlığa.
“Eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasulühü”
Yaman adını verdi dede ona. Gözlerinden dökülen bir billur tanesiyle temizleniyordu sanki.
Günlerce dedenin dizi dibinde akaid, fıkıh ve Kuran dersleri aldı. Dede ona gizle demişti. Sonra da Ebu Zer-i Gıffari hikâyesini anlatmıştı. Şu yalnız yaşayan, yalnız yürüyen ve yalnız ölen büyük sahabenin hikâyesini.
İnşaallah bir başka sohbetimizde gönüllerimize bu hikâyeyi serpme niyetiyle…
Âlemlerin şahına emanet olunuz efendim.