Öteden beri hatıra geleneğinin ülkemizde cılız olduğu, kökleşmediği hep söylenegelmiştir. Son dönemlerde bu kategorideki kitaplarda gözle görülür bir nicelik ve renklilik yaşanmaktadır. Birçok aydın, yazar, komutan, politikacı, devlet adamı, akademisyen, gazeteci, sanat ve kültür ehli insanlar yaşamlarıyla ilgili anılarını yazmak için kaleme sarılıyor. Yazacak dolgunluğa sahip ama muhtelif sebepler yüzünden yaz(a)mayanlara bazı editör ve gazeteciler yardımcı olmaya çalışıyor. Eli kalem tutan bu insanlarımız, aynı zamanda toplumsal hafızanın hazırlanmasında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş oluyor. Sonuçta yayınevleri arkası arkasına hatıra dizisi çıkarmaya başladı. Daha önceden hatıra kategorisinde çeşitli kitaplar çıkaran yayınevleri bu tarz kitaplara daha çok ağırlık vermek zorunda kaldı. Okurlarda da anı eksenli kitaplara rağbetin yoğunluğunu bazı yayınevi yetkilileri belirtmektedir. Hatıra üzerine yazanları dikkatlice incelediğimizde ciddi bir toplumsal sınıf olan sanayici ve işadamlarımızın istisnalar dışında yazdıkları devede kulak hükmündedir. Oysaki hepimizin bildiği üzere bu insanların özellikle gençlere anlatacağı çok şeyler vardır.
Bu anlamda sorumluluğunu yerine getiren bir işadamımızı bu hafta sütunumda konuk olarak ağırlamak istedim. Yazmış olduğu kitap ile yaşamını bizlere altın tepside sundu. Sözü fazla uzatmayayım, bu sanayicimiz Bekir Okan’dır. Bekir Okan’ın şubat ayında piyasaya çıkan “Barak’tan Avrasya’ya: Yaşadıklarım, Gördüklerim ve Öğrendiklerim” kitabıyla ilgili bir şeyler yazmak istedim. [1]
Kitabın hazırlanmasını Mine Artur üstlenmiş. Eserde zaman zaman Bekir beyin eşi, arkadaşı ve çocuklarının da görüşüne müracaat edilmiştir. Başarılı işadamının 59 yıllık yaşamı anlatılıyor. “Okan” markasının doğumu, gelişimi ve dünyaya açılmasının ipuçları kitapta masaya yatırılmıştır. Böylesi kitaplarda herkesin ilgisini çekecek noktalar kişiden kişiye göre değişebilir. Okurun altını çizdiği yerler farklılık arz edebilir. Yazarı başarıya götüren olgu ve olayların bazılarının üzerinde özellikle durmak istiyorum.
Gaziantep’in Nizip ilçesinde doğan Okan, 3 yaşındayken babasını kaybeder. İlkokul birinci sınıfta sınıf tekrarı yapar. Çok erken yaşlarda yetim kalan Okan ailesine hem amcaları hem dayıları yardım elini uzatır. Yazar, babalarının yokluğunu aratmayacak şekilde ilgilendiklerini vurgular. 10 yaşında buz satmaya başlar. Avukat dayısının yanında 11-12 yaşındayken bankaya yüklü miktarda para götürüp teslim edecek kadar kendisinden emin birisidir. Ortaokuldaki Matematik derslerindeki başarılarından dolayı Kooperatifçilik Kolu üyesi seçilir. Okul kantinin işletmesini kendisi yapar.
Liseyi ve üniversiteyi bitirdikten sonra matematik öğretmeni olarak atanır. Girişimci ruhu öğretmenlik mesleğini yapmasına sadece 6 ay izin verir. Öğretmenlik sonrası ticari hayata adımını atar. Memleketi Gaziantep’te ilk özel dershaneyi kurar. Daha sonra Beslen Makarna ve Okan İnşaat şirketini kurmasıyla sanayicilik ile tanışmış olur. Holding biraz büyüdükten sonra şirketini Gaziantep’ten İstanbul’a taşır. İnşaat işlerinden gıdaya birçok alanda Okan markası yaygınlaşır.
Bekir Okan’ın siyasilerle kurduğu iletişim dilini önemsiyorum. Türkiye’de ilk kez Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde yurtdışına gazetecilerin dışında işadamlarının gittiğini, bu tarz ziyaretlerle işadamlarının ufkunun açıldığını, kendisinin de birçok ülkeyle muhtelif temaslar kurduğunu beyan eder. 80 sonrası başbakan ve cumhurbaşkanları ile kurduğu yakın temaslardan kitapta bahseder Okan. Özellikle 90’lı yıllardan sonra da yurtdışına açılır. Özellikle de Kazakistan’ın son başkenti Astana’nın inşasında gerek özel sektöre ait birçok iş merkezi gerek birçok kamu kurum ve kuruluşunun yapımında bulunur. Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev ile Bekir Okan’ın samimi dostluğu bir işadamı-cumhurbaşkanı ilişkisinden çok ötedir. Bekir Okan’ın Orta Asya ülkeleriyle sıcak ilişkilerini sadece ekonomik sebeplere bağlamamamız gerekiyor. O insanlara gösterdiği sempati de dikkatlerden kaçmamaktadır.
Türk ve İslam diyarının geri kalmasıyla ilgili yerli aydınlarca birçok tespitler yapılmıştır. Nedendir bilinmez Türklerin bir zaafı üzerinde çok durulmamıştır. ”Türklerin işlerini ciddiye almaması, önemsememeleri. Bu mikrobun toplumsal bünyemize gireli belki de 3–5 asır olmuştur. Genelde doğu toplumları özelde Türkler hakkında yabancı misyoner, gazeteci, seyyah ve diplomatların gözleme dayalı yazdığı eserlerde Türklerin işini önemsememesi ısrarla belirtilir.[2] Bu kötü alışkanlık ülkemizdeki birçok toplumsal sınıfta maalesef hâlâ devam etmektedir. Şüphesiz bu durumdan rahatsız olan birçok insanımız olmakla birlikte Bekir Okan gibi başarılı işadamlarınca bu mikrobun bünyeden kovulalı çok uzun yıllar olmuştur. Örneğin Bekir beyin eşi Meral Hanım eşinin eşine ve işine olan tutkusunu anlattığı satırlarda bizler için çok önemli bir ayrıntıyı şöyle ifade eder: “Bekir, deyim yerindeyse, evde uyurken bile iş düşünür. Evde bizimle bile konuşurken biliriz ki aklında mutlaka bir iş vardır… Bekir’in özellikle iş konusunda zor yanları olduğunu itiraf etmeliyim. ‘iş’ kelimesi belki de Bekir’in hayatındaki en önemli kelimelerden bir tanesidir.”(s.198) Gerçekten de işini sevmenin, hatta ailesi, çocukları ve eşi kadar sevmesinin profesyonelliğin bir gereği olduğunu bilen bir kitlemiz nihayet oluşmaya başladı.[2]
Özellikle sosyo-ekonomik durumunda değişiklik yaşayan ailelerimizde çocuklarını hak ettiği konum ve değerden daha fazla imkân sunulmaya çalışılıyor. Bu tarz yaklaşımın çocukları daha fazla doyumsuz yaptığına ve çocukların mutlu olamadıklarına şahidiz. 3-5 kuşaktır zengin olan aileler ile ve kurumsallaşmış birçok şirketin yönetici ve sahiplerinin bazıları çocuklarını yetiştirirken kendi zenginliklerine güvenmemelerine yönelik muhtelif telkinlerde bulunduklarını görüyoruz. Yazarın oğlu Can Özkan Okan, babalarının sık sık bu anlamda nasihatlerde bulunduğunu, normal öğrenciler gibi servisle okula gidip geldiğini, üniversite yıllarında imkânları olmasına rağmen yurtta kaldıklarını belirtir. Baba Okan’ın çocuklarına ergenlik çağında araba alınması tekliflerine ret cevabı şöyledir: “18 yaşında bir arabaya binersen, biraz daha büyüyünce neye bineceksin”
Okan Holding bünyesinde ülke ekonomisine katkılarıyla birlikte kurduğu vakıf ile birçok okul yaptırır. 2000’li yıllarda Okan Üniversitesi’ni kurar. Türkiye’de ilk kez Çince ve Rusça tercümanlık ve mütercimlik bölümünün Okan Üniversitesi’nde kurulduğunu yazar belirtir.
DEĞERLENDİRME
Kitabın bir belgesel kıvamında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Eserin hazırlanmasında çok yönlü bir insan olan Mine Artu’na müracaat edilmesi de doğru bir tercih olsa gerekir. Bekir Okan gibi işadamlarının varlığı, ülke ekonomisine katkısı, 100 sene önceki mütefekkirlerimizden bazılarının rüyasının gerçekleşmesidir.[4] Bu rüyanın mimarlarının açtığı yolları genç kuşakların bilmesinin elzem olduğuna kanaat getiriyorum. Kazakistan’ın yöneticilerinin Türkiye’ye olan sempatisinde Bekir Okan faktörünü göz önünde bulundurmamız gerekir. Şu da bir gerçektir ki sadece para kazanmak düşüncesiyle Kazakistan’a gidilseydi bu kadar sıcak ilişkiler kurulmayacaktı. Dolayısıyla ülkemizin yurtdışında itibarını yükseltmeye çalışan üniformalı-üniformasız, resmi-sivil herkesi takdir etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Beri yandan ticaret ve özel sektörde istihdam edilmek üzere hayata hazırlanan(!), diplomalı ve tecrübesiz gençlerin ağzına kadar dolu olduğu bir ülkede Bekir Okan gibi işadamlarının tavsiyelerinin dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum.
[1] Bekir Okan,”Barak’tan Avrasya’ya: Yaşadıklarım, Gördüklerim, Öğrendiklerim”, yayına hazırlayan: Mine Artu,220 sayfa, Şubat 2010,İstanbul, Doğan Kitap
2] Ünlü İngiliz subayı ve ajanı H. C. Armstrong’un Mustafa Kemal Paşa’yı anlattığı “Bozkurt” isimli eserin daha ilk sayfalarında Mustafa Kemal’in babası Ali Rıza Efendi’nin memurluk hayatından bahsederken şöyle bir ifadede bulunur: “Görevine- çoğu Türk memurlarında olduğu gibi- çok ciddi bir özen gösterdiği söylenemezdi.”(H. C. Armstrong, Bozkurt, Çev: Ahmet Çuhadır, 2001, Kumsaati Yayınları, sayfa 13) acizâne bunu şu şekilde yorumlayabiliriz. Oryantalistlerin doğu toplumlarına karşı kemikleşmiş yanlışlarından biri de sık sık genelleme yoluna gitmeleridir. Bu söz konusu bakış bir yana belki de Ali Rıza bey gerçekten işini önemseyen bir kişidir ama Türkler hakkında söylenen bu tespitin doğru olduğunu düşünüyorum.
[3] Acaba çocuklarının ismini Ahmet, Zeynep, Mehmet koyanların işyerlerine isim koymaya gelince Mary, Helen, John koymalarındaki saiklerin arasında ailesini önemseyen işini önemsemeyen bir zihniyet olabilir mi?
[4] Filibeli Ahmet Hilmi Bey Türkiye’nin yüz yıl önceki acı tablosunu şöyle resmetmişti: “ Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var; fakat zırhlı yapacak mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yoktur.”