Ey bu toprakların evladı! Senin iki yüzün var; biri sokağa çıkardığın, diğeri evinde sakladığın... İki dilin var; biri meydanlarda haykırdığın, diğeri içinde fısıldadığın... İki kalbin var; biri göstermek istediğin, diğeri gerçekten taşıdığın...
Ne hazindir ki, bu memleketin derdi artık samimiyetsizlik illetine tutulmuş olmasıdır. Öyle bir hastalık ki bu, en ücra köşelerden yüksek makamlara kadar sirayet etmiş durumda. Herkesin dilinde başka, yüreğinde başka bir hakikat...
Düşünün bir kere! Kaç kişi vardır aramızda, doğruyu söyleme cesaretini gösterebilen? Kaç yürek vardır, hakikati haykırma cüretini gösteren? Sayıları bir elin parmaklarını geçmez belki de... Geriye kalanlar ise rüzgârın estiği yöne savrulan yapraklar misali, kime yaranacaklarını şaşırmış vaziyette...
Bu nasıl bir içtimai hastalıktır ki, insanımız artık iki ayrı kimlikle yaşamayı normal kabul eder olmuş! Birisi resmi görüşün kalıplarına uygun, diğeri ise vicdanının sesine... Lakin vicdanın sesi öylesine kısık, öylesine derinden geliyor ki, artık onu duymaz olmuşuz.
Riyakârlık, bu toplumun kanına öyle bir işlemiş ki, adeta karakterimizin bir parçası haline gelmiş. Her köşe başında bir başka oyun, her mahfilde bir başka söylem... Doğruyu söylemek, cesaret ister derlerdi eskiler. Şimdilerde ise doğruyu söylemek, adeta bir kahramanlık olmuş.
Ey okur! Bu satırları yazarken içim kan ağlıyor. Zira biliyorum ki, bu toplumun kurtuluşu ancak ve ancak samimiyetle, doğrulukla, hakikatle mümkün olacak. Ta ki insanımız, içindeki hakikatle dışa vurdukları arasındaki uçurumu kapatana kadar, bu memleketin yaralarını sarmak mümkün olmayacak.
Ne zaman ki hakikat, tüm çıplaklığıyla konuşulabilir olacak, işte o zaman bu toplum gerçek manada şifa bulacak. O güne kadar ise, riyakârlığın zehri damla damla ruhumuzu kemirmeye devam edecek...
Kelam-ı hitam: Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol! Bu kadim öğüdü unutanalı, kaybettik özümüzü, kaybettik kendimizi..