abdurrahman tarikdaroğlu
‘Mal ile malik olam sanma dila dildara
Zer ile yusufu tartınca neler çekti aziz’
Aşkın hükümranlığından uzak kalanlara sesleniştir bu: Aşk, hareketsiz sükûn, sükûnetsiz hareket... Aşk, kelimelere sığmayan bereket… Aşk, Yusuf’un güzelliğine vurulan Züleyha; kimi zaman Ferhat, kimi zaman Şirin, kimi zaman Mecnun ile Leyla…
Aşkın aşkınlığı karşısında bizim bu yaptığımız o perdenin varlığından haberdar etmektir; perdeyi aralamak değil.
Aşk bir cevherdir. Cevherin sözünü etmek bile söze cevher değeri katmakta. Altın senelerce saklansa bozulur mu hiç. Kelama ermiş bu sözler yıllandıkça kıymetlenen şarap gibi değerleniyor.
Antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verirler; fakat antikacının yanında paha biçilmez bir değeri vardır onun. İşte kiminin gözünde bir papirüs müsveddelerinden öteye geçmeyen bu aşkın hikâyesi, en mahir sanatçının elinden çıkmış bir eser, en dakik nakkaşın işlediği bir minyatür gibidir kelam gönüllülerin gözünde. Dedik ya cevherden söz etmek söze cevher değeri katmakta diye. İşte bu yüzden bir de biz kırık kalemimizle sayfaya nakışlayalım dedik.
…
Yusuf…
Kenan’ın mâhı
Tarifi yapılırken onun suretini koysalar güzelliğin karşısına kelimelere gerek kalmazdı.
Dünyadaki tüm güzeller ve güzellikler bir yana Yusuf bir yana…
Züleyha…
Mısr’ın sultanı
Yalnızca Mısır mı, tüm gönüllere sultan
Dilenciler sevindir bizi Züleyha diyordu,
Altın gümüş değil sadece o güneşin bir tebessümü yetiyordu aşkından perişan yiğitlere
Perî-şan güzele meftun perişan yiğitler…
…
Her şey bir aynayla başladı. Sebepler zincirinden bir sebep. Yusuf o kadar güzeldi ki onu anlatacak dudaklara sükut yakışırdı ancak. Dünyanın tüm güzelleri bir yana Yusuf bir yanaydı. Kenan ilinin dolunayıydı. Onun geçtiği karanlık sokaklarda ayın şavkımaları gibi ışık huzmeleri akıyordu. Ama bu defa gökten yere değil, yerden göğe doğru. Dillere destandı güzelliği Yusuf’un.
Bir gün Yusuf’un görmediği ay yüzüne vurulur, onu görmenin iştiyakıyla düşer yollara. Aylarca denizler taşar, haftalarca çöllerden geçer. Nihayet Kenan iline varır, o mâhın huzuruna çıkar. Bir tebessümünden binlerce gül saçan Yusuf’u görünce yorgunluğunu unutur. O latif sesiyle kendisine seslendiğini duyunca da neyi unuttuğunu unutur:
-Ey bedevi! Beni görmek için bunca çöller denizler aştın. Peki karşılığında bana ne hediye getirdin, heybene neyi yük ettin?
-Ey Kenan’ın mâhı, senin gibi bir güzele sende olmayan ne verebilirim ki. Sadece bir ayna lâyık olabilir sana. Sendeki güzellikleri yine sana aksettirsin diye.
Böyle deyip gerisin geri dönerken bedevi, Yusuf aynasına bakıyordu. İşte ne olduysa o zaman oldu. Yusuf aynada kendisini izlerken ağzından ateş gibi şu kelime tomarı döküldü: “Bu güzellik pazara çıksa ne çok para verirlerdi. Eğer ki Yakup’un oğlu değil de bir köle olsaydım ne çok para verirlerdi benim için”
Kim bilebilir, felek işini öyle güzel yürütecekti ki Yusuf’a bu sözlerini anımsatacaktı belki, kim bilebilir Rabb’ül-âleminden başka.
Kuyulara atıldı Yusuf. Gelip geçen kervanlardan biri onu alıp götürdü. Acı haberi alan Yakup (a.s.) bayı¬lıp düştü. Üzerine su döktüler, kımıldamadı; seslendiler cevap vermedi: Vehb İbn Münebbih'in dediğine göre oğullarından Yehüza, eliyle yokladı ve babasının hiç bir damarının atmadığını, nefes almadığını hayretle gördü ve kardeşlerine: "Yazıklar olsun bize! Kıyamet gününün sahibi Allah'tan çekeceğimiz var; kardeşimizi za¬yi ettik; babamızı katlettik" dedi. Yâkup (a.s.) ancak, seher vaktinin soğuğu ile gö¬zünü açıp ayıldı...
Gencecik bir yiğit, ay yüzlü bir genç. Üstelik güçlü, kuvvetli dediler. Kaça mı satıldı?
Kimine göre ağırlığınca dirheme, kimine göre de gümüşe satıldı; altın diyenler oldu, ipek kumaşlara satıldı dedi kimi. Ancak en güzel kıssanın en güzeli Yusuf’un en güzel talibi ihtiyar bir kadındı:
Yusuf… Hasreti ve sevgisi sebebiyle ardından gözyaşları döke döke uğrunda gözlerini göz kırpmadan feda ettiği Yakup’un gözünün bebeği. Yusuf… Hani Züleyha’yı kınayan kadınların ellerindeki acısız bıçak yarası. Yusuf… Hani evladına düşkünlüğünden dolayı Yakup’u kınayan Seriyy’üs Sakati’nin gözlerine bir an için görünen ve onu onüç gün boyunca kendinden habersiz bir şekilde öylece baygın bir vaziyette yatmasına sebep olan Yusuf…
Kervan şehre vardığında Yusuf da esir pazarında yerini almıştır. Ve hemen açık arttırmaya sunulur bu kıymetli esir: ‘Evet! İşte size aslan gibi kuvvetli bir genç! Evet! Ey akıl sahipleri! Elinizi çabuk tutun ve cömert olun! Zira bu delikanlı böylesi bir muameleyi ziyadesiyle hak ediyor!’
Herkesin dikkatini çeker bu zarif genç, sanki bütün şehir oraya toplanmıştır. Açık arttırma başlar başlamaz kalabalıktan biri bağırır:” 1 altın!” Sonra diğeri: ‘3 altın!’ Sonra başkası: ‘5 altın!’ Derken ardı ardına sesler yükselir şehir meydanında: ‘10, 25, 30 altın!’
Halk böylesine eşsiz bir esir için kıyasıya mücadeleye girişmişken, telaşlı adımlarla ihtiyar bir kadın adeta koştururcasına esir pazarına doğru ilerlemektedir. Yolda bu ihtiyarı gören bir şehirli “Hayrola! Ne diye bu kadar telaşla yürüyorsun?” deyince ihtiyar kadın cevap verir: ‘İşitmedin mi? Yusuf esir pazarında satılmaktadır! Oraya gidiyorum.’ İhtiyarı tanıyan ve hâlinden haberdar olan adam ‘Ne o der, biraz da alay kokan bir edayla, ne o, yoksa sen de mi onu satın almayı arzu edenlerdensin?’ Bu soru üzerine ihtiyar kadın: ‘Elbette!’ der. Adam güler ve ‘İyi ama pazarda fiyatlar çok yüksek, altınlar havada uçuşuyor, senin neyin var?’ der. Bunun üzerine ihtiyar kadın cebinden çıkardığı el işi yumağını gösterir: ‘İşte bu! Bütün servetim bundan ibaret!’ Adam gülerek “İyi ama Yusuf’u bununla satın alamazsın ki!” deyince ihtiyar kadın adama son söyleyeceğini söyler ve hızla esir meydanına doğru koşturmaya başlar: ‘Ben de biliyorum Yusuf’u bununla satın alamayacağımı! Çok iyi biliyorum! Ama isterim ki Yusuf bilsin! Ben de onun müşterisiyim! Bilsin bunu, yeter!’
Başkaları elli sandıktan kırkını getirip Yusuf’u satın almak isterken, ihtiyar bir kadın her şeyi, rızkını kazandığı tek servetini veriyor. Gerçek âşık kim?
En güzel Mevlana’dan akıyordu bu mânâ:
Züleyha o hale gelmişti ki çörekotundan ödağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu onun için, Yusuf’un adını başka adlara gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti yalnız. “Mum ateşten yumuşadı” dese, “Sevgili bize alıştı yüz verdi” demiş olurdu. “Bakın ay doğdu” dese; “Söğüt ağacı yeşerdi” dese, (…) “Başım ağrıyor” dese, “Başımın ağrısı geçti, iyiyim” dese hep ayrı mânâları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden şikâyet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüz binlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf’tu onun, dileği de.