Cengiz Dağcı'nın romanının başlangıcında böyle bir sahne tasvir edilir. Kapital'den aktarılmış parçalarla, sözlerle dolu nutukların atıldığı bir dönemde, bütün Türk dünyası açıkça Sovyetler Birliği adı altında organize edilmiş, yeni Rus emperyal gücünün 'yeni sömürgesi' haline getiriliyordu. O gün Türk dünyasının aydınlarının önünde fazla seçenek yoktu.
Kimisi Sultan Galiyev, Neriman Nerimanov gibi erken dönemde katledildiler, kimisi Stalin döneminde sürgünlerde ya da işkencelerde öldürüldüler. Bazıları da yurtlarından uzak, başka diyarlarda yaşamak zorunda kaldılar. Tıpkı Cengiz Dağcı gibi...
Korkunç yıllar
Daha lise sıralarında, dünyayı kitaplardan keşfetmeye çalışmak nasıl bir duygudur, anlatılamaz. Tarihi romanlardan başlayan serüvenimin, lisede klasiklere ve oradan yeni arayışlara yöneldiği bir dönemdeyken 'Dönüş'le tanıştım. Adını ilk defa duyduğum yazarın romanının daha ilk sayfasından itibaren, farklı bir sesin ve haykırışın yazarı olduğunu fark etmeye başlayınca, bir daha hiç unutamadım.
Varlık Yayınları'nın, küçük boy kitaplar serisi içerisinde, ilk romanları yayınlandı. Okuduğum ilk romanı da diğerleri de bu seri içinden çıkanlardandı. Yazar, Varlık Yayınları'nın sahibi ve Varlık Dergisi'nin yayıncısı Yaşar Nabi Nayır'a nasıl ulaşmış bilmiyorum. Bildiğim, yayınlandığı ilk yıllarda, dergisinin logosunun altında 'Milliyetçi Fikir Dergisi' yazan Yaşar Nabi Bey'in kendisinden sonra derginin, her neden ve her nasılsa kendisini sol bir dergi olarak nitelemeye başlaması ve yayınevinin de Cengiz Dağcı'nın romanlarını yayınlamaktan vazgeçtiğidir. Burada konu o değil ama sanırım bahsetmezsem eksik olacağından, solun tarihiyle, toplumsal aktörleriyle, dolayısıyla ideolojisi olmayan ideolojisiyle, organik ilişkisi bulunmayan bizim cumhuriyet kadrosundan bazılarının kestirmeden kendilerine bir kimlik bulma arayışının, onları Kemalizm'den 'Sol Kemalizm'e savurmuş olmasıdır. Buradaki solun da, evrensel anlamda, ne solla ne sosyalizmle ilişkisi olmadığı başka bir meseledir.
Kırım, bizim dünyamızın insanlarının çalınan vatanı... Yurtlarının nasıl kaybedildiğinin öyküsünü anlatan Cengiz Dağcı, eğer Kırım'ı anlatmayıp da başka hikâyeler anlatmış olsaydı, Türk olmayıp da başka bir halka mensup olsaydı, herhalde dünyaca tanınan, çeşitli büyük edebiyat ödülleri verilen, adından söz edilen bir yazar olurdu.
O topraklar kimin?
Adaşı Cengiz Aytmatov, bu konuda ondan şanslıdır. Bir romancı olarak tanınana kadar, Sovyet Rejimi'ne 'rüşvet-i kelam' vermiş, fakat söyleyeceklerini bütünüyle söylemekten de geri durmamıştır. Baskı ve zulüm rejimi altında, bütün özgürlüklerin yok edildiği bir despotik toplumsal düzende, kendi halklarının destanlarını anlatan bu yazarların esas yaptığı, kültürel varlıklarının sürdürülmesidir. Onlar, kendi kimlik ve kültürlerini üreterek, kendi halklarının geleceğini teminat altına aldılar. Edebiyatçıların yaratıcılığının, politik rejimlerden ve ideolojilerden daha uzun ömürlü olduğunu bir anlamda ispat ettiler.
Cengiz Dağcı, Kırım faciasını, Stalin'in bir halkı bütünüyle yok etme projesinin acısını ve çığlığını, her satırında bir öyküye dönüştürmüştür. Romancılığının, anlattığı olayların etkisi ve sarsıntısı karşısında ikinci planda kalmış olması, tarihin kendisine yaptığı bir haksızlıktır.
Perşembe günü, yurdunu kaybeden adamı, çok uzak bir ülkede kaybettik. Türkiye'nin Kültür Bakanlıkları'nın, Türk kültürünü yeniden üreten bu yazarları, düşünürleri, şairleri hiç olmazsa Türkiye topraklarıyla buluşturma görevi olduğunu söylemek, çok mu fazla şey istemek olur?