Şehir ve Kültür Araştırmaları Derneği’nin(ŞEHİRDER) Ramazan Söyleşileri devam ediyor. Şehrin belediye başkanları ve milletvekillerinin konuk alındığı programın bu seferki konuğu AK Parti Erzurum Milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu oldu.
ŞEHİRDER Başkanı Murat Ertaş, şehri temsil eden vekil ve yöneticilerimizin dünyasındaki Erzurum’u ortaya çıkarmak amacıyla yaptıkları söyleşilerde siyaset dışı konuları ele aldıklarını ifade etti. Daha sonra milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu, program koordinatörü Zeynep Polat’ın hayat ve hatırat ışığında Ramazan, Erzurum, şehir ve kültür konulu sorularını cevapladı. Milletvekili Taşkesenlioğlu’nun, hayatından çok önemli anekdotları paylaştığı söyleşi sahura kadar devam etti. Programın sonunda günün anısına ŞEHİRDER Yönetim Kurulu Üyesi Zeynep Polat, milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu’na plaket verdi.Zehra Taşkesenlioğlu’nun sorulara verdiği cevaplar üzerinden derlediğimiz hatıra ve düşünceleri şöyle:
ERZURUM’DA RAMAZAN VE ÇOCUK
Erzurumlu, Ramazan ayını aziz bir misafiri bekleme heyecanı ile bekler. Üç ayların başlangıcından itibaren gönüller ve evler Ramazan hazırlığına başlar. Ramazan gözyaşlarıyla uğurlanır. Bir dahaki Ramazan’a kavuşma dualarıyla bayram edilir, şükredilir, hamdedilir. Tabii evvela gönüllerin oruç tutması gerekir. Ramazan ve orucun beslediği manevi iklim dünden bugüne Erzurum’da değişmeyen bir yaşama biçimidir. Erzurum iftardan evveli ve sonrası cadde ve sokağıyla Ramazan’da med-cezir yaşar adeta…
Bizim ailede ilk orucunu tutan çocuğa özel iftar hazırlanırdı. Çocuk böylelikle kendisini özel hisseder, oruca muhabbeti artardı. Çocuklar aileye ve büyüklere karışmak için çok küçük yaşta oruç tutar, teravihlere gider. Oruçla ruhen büyüdüğünü hissederdi çocuklar. Çocukların ilk ibadetlerinde inanç bilincinden ziyade anne ve babayla aynileşme duygusu vardır.
Evlerde su ve buzdolabı olmasına rağmen Ramazanlarda iftar sofralarına çeşmelerden su taşımak ciddi bir gelenekti. Dağların ve toprağın koynundan gelip çeşmelerden berrak akan buz gibi su, halkın nazarında daha azizdi, adeta zemzem gibi bir şeydi.
Şimdi düşünüyordum da, galiba Ramazan sevincini ve büyüme, yücelme psikolojisini Ramazan’ın ilk günlerinde rastladığımız arkadaşlara “Oruç musun, horoz musun?” sorusuyla pekiştirmeye çalışırdık. Oruç tutmayanlar bunu saklardı. Aşikâr yemenin saygısızlık olduğunu bilirlerdi.
İftara davet edilenlerden bir mazeretle gelemeyen kişiye bir tabak yemek gönderilirdi. Sofranın ve evin bereketinin arttığı düşünülürdü. Evimize iftar davetine icap edenlere babam kendi elleriyle Arapça metinler hazırlar, hediye ederdi.
11 yaşına kadar Erzurum’un kadim mahallerinde yaşadım, ardından İstanbul… 13-14 yaşlarına kadar sokakta doyasıya oyunlar oynama şansı buldum. Oyunlarla hazırlandık hayata biz. Yaşayarak öğrendik; paylaşmayı, kaybetmeyi, ötekini kabul etmeyi… Büyükleri ve örnek modelleri taklit eden oyunlarımız vardı, en çok bunları oynardık: Öğretmencilik, evcilik… Çok hareketli ve afacan bir çocuktum. Tabii çocukken camilerde teravihlerde muzipliklerimiz eksik olmazdı. Hele Ramazanlarda gece yarılarına kadar sokaklardaydık… Sosyalleşme sıkıntımız yoktu. Bu oyunların bize yaşattığı acı tatlı duygular bizi hayata hazırlıyordu, güçlü kişilikler kazanmamızı sağlıyordu.
VİCTORYA ABLA, BABAMA “ŞEYHİM” DERDİ
Ramazan’da en çok karşımıza çıkan kavram “hoşgörü”… Ramazan’da maalesef oruç tutmayanlara hoşgörü gösterilmesi işlenir oldu. Tersinden bir hoşgörü pek konuşulmuyor. Eskiden camilerde mahyalarda “Oruçluya Saygı” ifadeleri vardı. Oruç bir dini vecibedir, ibadettir, keyfi değildir, Müslümanlar için Allah’ın emridir. O halde inanca saygı duymak gerekir. Eskiden “hoşgörü” problemi yoktu. Gayr-ı Müslim komşular Müslüman komşularına saygıdan uluorta bir şeyler yemez, çocuklarına bile yedirmezdi. Aslında dine ve inançlara saygıyı kaybediyoruz, farkında değiliz. Bizim İstanbul’da Ermeni komşumuz vardı: Victorya Abla. Babama “şeyhim” derdi, babamın yanına geldiğinde uzun etek giyer, başını örterdi. Bu ne güzel bir incelikti, hoşgörüydü. Babamda ona “Hacıabla” derdi. Paskalyalarında bize çörek ve boyalı yumurta getirirdi Victorya Abla. Kabul etmezlik yapmazdık asla… Gönlü hoş olurdu.
Karşılıklı hoşgörülü olacağız. İnançlarımıza saygı beklerken karşımızdakinin inancına da saygı göstereceğiz. Ancak öyle idrak ederiz “Kâfirun” suresinin anlamını…
ABD’DE İSLAMOFOBİYİ BİZZAT YAŞADIM
28 Şubat sürecinden hemen sonra yüksek öğrenimim için ABD’ye gittim. İngilizcemin gelişmesi için hem gönüllü çalışıyor hem okuyordum. 11 Eylül Saldırıları olduktan sonra başörtülü olmam nedeniyle bana bakışlar değişti. Bir gün Teksas eyaletinin Houston şehrinde ışıklarda karşıdan karşıya geçeceğim. Kırmızı ışıkta aracıyla duran bir hanımefendi beni görünce aracının kapılarını içerden kilitledi. Oldukça üzüldüm. Yanımdaki ABD’li arkadaşım beni teselli etti.
11 Eylül olaylarından sonra 3 dinin temsilcilerinin de katıldığı bir yemek verdik. Yaklaşık 100 davetli vardı. Yemekte “Meryem” suresini okuttuk. Onlar için Hz. Meryem çok önemli. “Rum” suresini beraber anlamaya çalışırdık.
New Orleans’ta doktora yaptım. O dönemde Somalilerin yaptığı bir camiye bağış yapmıştım. Sırf bu nedenle güvenlik soruşturmasına takıldım ve bir müddet öğrenim bursum kesildi. Her şeye rağmen Müslüman Öğrenciler Birliği olarak birçok etkinlik yaptık. ABD’lilerin yaptığı “Hac” filmini gösterirdik toplantılarımızda, bilhassa zenciler çok etkilenirdi.
Daha sonraki yıllarda Tanzanya’da yetimhanelerdeki çocuklara yardımlar yaptık. Milletvekili olmasaydım hem ticaretle uğraşır hem Afrika’da mağdur ve mazlum milletlere destek olmaya devam etek isterdim.
ERDOĞAN’A DESTEK OLDUK DİYE HAPSE GİRDİK, DARP EDİLDİK
İlk gençlik yıllarımdan itibaren siyasetin içerisindeydim. İstanbul’da Refah Partisi, Fazilet Partisi gençlik kolları, kadın kollarının her kademesinde çalıştım. İstanbul kadın kolları il başkanlığını yaptım. 5 dönem bu görevlerde bulundum. Bir noktadan sonra şartlar sizi zaten milletvekilliğine sürüklüyor.
28 Şubat sürecinin en ağır olduğu yıllarda (1999) okuduğu şiir yüzünden Pınarhisar’da cezaevine girdi. Biz de liderimize destek olmak üzere 5 bin kadınla birlikte Saraçhane Meydanı’nda aynı şiiri okuduk. Elebaşı olarak gözaltına alındım. İşkence edildi, darp edildim. Saçımın topuzundan tutup kafamı önümdeki masaya birkaç defa vurdular ve ön dişlerim kırıldı, joplandık. Onlarca organizasyon yaptık şimdi Cumhurbaşkanımız olan Sayın Erdoğan hapse atılmasın diye…