Oğuzhan Saygılı[*]
İrlandalı şair, ressam ve aynı zamanda bir yazar olan Christy Brown’un, kendi hayat hikâyesini anlattığı “Sol Ayağım” adlı otobiyografik romanı 22 yaşındayken yayınlanır. Kendisi öldükten sonra da hayat hikâyesinin filme uyarlanmasıyla Brown’ı canlandıran Daniel Day-Lewis’e en iyi aktör, annesini canlandıran Brenda Fricker’e ise en iyi yardımcı Oscar kadın ödülü kazandırır. Film sayesinde de dünyada adını çok duyuran bu eser, ülkemizde Milli Eğitim Bakanlığı ilköğretim çağındaki öğrencilere okutulmasını uygun gördüğü 100 temel eser arasındadır. Müellifini ve yaşadıklarını merak duygusuyla okumaya başladığımızda insanın isterse neler yapabileceğini, başarıda sınır tanımayacağını anlatan bu eseri[1] sizlere anlatmaya çalışacağım.
Yazar, İrlanda’nın başkenti Dublinli bir yapı ustasının yirmi iki, hayatta kalan 13 çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. Dünyaya gelir gelmesine ama kendisindeki anormallikleri, 4 aylıkken, ilk olarak annesi fark eder. Parmakları bükülü, kolları arkaya sarkık, sürekli iki yana sallanarak sık sık kasılır, başı sağa-sola, geriye-öne doğru kayıp gider. Sırtına ve kafasına destek olunmadığı takdirde düşer. Konuşmaya başlaması gereken dönemde konuşamaz, sadece mırıldanır, homurdanır. Sol ayağının dışında hareket ve konuşma yetileri aktif olarak çalışmayan ortopedik özürlü, kendisini muayene eden doktorlara göre de aynı zamanda zihinsel özürlüdür. Brown’un annesi çocuğu hakkındaki doktorların bu tespitine kesinlikle katılmaz. Bunu ispatlamak, doktorlara meydan okumak için çocuğundaki cevheri ortaya çıkarmaya çalışır. Nihayetinde -Allah’ın kullarına uyguladığı şaşmaz hayat formüllerinden biri olan- emeklerinin karşılığını alır.
Brown, yaşamı boyunca tekerlekli iskemleye muhtaç olması, kendisini küküm olarak görmesi, kendisine acıma duygusuyla bakılması, kendisinin zaman zaman eziklik ve ezilmişlik psikolojisini yaşamasına neden olur. Aklı ermeye başladıktan sonra kardeş, akran ve arkadaşlarıyla her ne kadar birlikte vakit geçirmeye çalışsa da kuşaktaşlarının aldığı heyecan ve tadı alamaması kendisini çok üzer. Can sıkıntısı ve böyle bir yaşam kendisinin umudunu yıkar. Büyüdükçe tanrının bile kendisinden uzaklaştığını belirtir. Hatta bir ara intihar etmeyi bile düşünür. Agresiflik kendisinde ilk göze çarpan kişilik özelliklerindendir. Gergin enerjisini, içinden fışkıran gerginlik ve asabiyetini harcamasına olanak verecek bir şeyler arar. Kendisini bazen yamuk olarak addeder bazen sinirleri kırık bir cam parçası kadar keskin ve telgraf telleri kadar gerilmiş, sinirli, sessiz, koca bir yaratık olarak görür. Aynalardan nefret etmeye başlar, bir keresinde sinirlenip aynayı kırar. Sol ayağı sayesinde hayata tutunmaya başlar. Günlerden bir gün canı sıkıldığı zaman da tesadüfen tebeşiri keşfeder. İşte bundan sonra bir el kendisini başarı merdivenlerinde tutarak zirveye çıkması için ikna eder. Tebeşirle yerleri karalamaya çalışır. Derken kalem ile harfleri yazmaya başlar. Arkası çorap söküğü gibi gelmeye başlar, cümleleri yazarak öğrenmeye çalışır. Akabinde okumasını geliştirir. Bununla da yetinmez, resim yapmaya tutulur, bunu tutku haline getirir. Ergenlikten, gençliğe adım attığı dönemlerde okuduğu kitaplardan da esinlenerek hikâyeler yazmaya başlar. Kendisinin tedavi edilerek bu özürlerinin en azından bir kısmının ortadan kaldırılarak daha rahat yaşayabilmesi için ebeveynleri, özellikle de annesi, - denizde yüzme bilmeyip ama boğulmayacağına inanan kişi gibi- çırpınır.
Yazarın ailesi dindar bir Hıristiyan’dır. Kitabın birçok yerinde bunun izleri vardır. Brown, kardeş ve arkadaşlarıyla gittiği bir piknikte ağaçlardan yemiş çalmak isteyen kardeşlerinden birine, abisinin hırsızlık yapmanın yedinci emre göre yasak olduğunu söyleyerek, bundan vazgeçmesini belirtir. Yazarın fiziki şartlarından dolayı ayine gidemediği için radyodan Noel arifesinde radyodan Kimmage Manor’daki Holy Ghost Fathers’dan ayinler dinlediğini, erken yaşta tanrıya dua etmesini öğrenir. Anne çocuklarının durumunun düzelmesi için tanrıya çok yalvarır. Brown’u bir umut ışığı görmek pahasına da olsa İrlanda’dan uçakla Fransa’daki Tarbes şehrindeki Lordes Manastırına bile gönderir. Burada şifa hamamına girer, kendisinden daha kötü durumda olan yüzlerce özürlüyü görünce haline şöyle şükreder: “hepsini görüyordum; bacaksız, kolsuz, kör…Yeni yükselen güneş altında yaşayan ölü gibi yatanlar..Victor Hugo’nun romanındaki mucizeler meydanı gibiydi. Onların yanında kendimi çok küçük ve önemsiz hissettim.”(s.83) Buradan daha sonra Grotta yeraltı mağarasına gider. Burada yapılması gereken ayinden sonra da Rosary Meydanı ve Bazalika da Avrupa’nın birçok yerinden gelen Hristiyanlarla birlikte toplanılıp, çeşitli dualar yapılır, ilahiler söylenir.
Yazar, bebekken hayır için çekilen bir filmde oynar. Yıllar sonra Doktor Collis filmde kardeşinin sırtında gördüğü küçük Brown’u araştırır ve bulur. Beyin felci hastalığı geçirenler de çeşitli tedavilerin geliştiğini, isterlerse kendisinin yardımcı olacağını belirtir. Brown ailesi kabul eder. Bundan sonra Yazarın yaşamının ikinci dönüm noktasıdır. Daha sonra Doktor Collis’in arkadaşı Louis Warnants, Brown’u muayene etmeye evlerine evine gelir. Kendisine çeşitli alıştırmalar yaptırır, kendisini izler, kendisinin yapmakta zorlandığı şeyleri not alır. Bu tedavilerden sonra Dr. Collis, Brown’u annesiyle birlikte Londra’da beyin felci konusunda uzman olan yengesine götürür. Buradaki uzman doktor kendisini muayene ettikten sonra sol ayağını kullanmamasını özellikle ister. Tabi söylemeye gerek yoktur. Brown’un her şeyi olan bu organını bundan sonra kullanmaması kabul edilecek gibi değildir. Doktor ikna etmek için şunları söyler: “Evet, zor olduğunu biliyorum. Bu çok büyük bir fedakârlık. Ama tek yolu bu, başka çıkış yolu yok. Sol ayağını kullanmaya devam edersen eğer bir gün büyük bir sanatçı veya yazar olsan bile, iyileşmemiş biri olarak kalırsın. Asla yürüyemez, konuşamaz veya ellerini kullanamazsın ve bütün bunları yapamadan herhangi bir yerde normal bir yaşam süremezsin. Yani her şey kendine hâkim olmanla ilgili, sol ayağını tekrar asla kullanmayacağına söz verir misin?” Bunu kabulde zorlanan yazarı ikna etmek yine doktora düşer. Brown’u nasıl ikna ettiğini kitabında şöyle açıklar: “Bana ayağımı kullanmamın hapsedilmiş zihnimin kendini ifade etmesine olanak sağlayıp, manevi olarak iyi gelse bile, fiziksel olarak iyi olmadığını çünkü sol ayağımı kullanırken vücudumun diğer kısımlarında büyük bir baskı oluşturduğu ve manevi gerginliği azaltsa da sakat olan kaslarımın durumunu kötüleştirdiğini söyledi. Sol ayağımı kullandığım sürece ellerimi kullanmak, aklımın ucuna gelmeyecekti. Ayağımı kullanmayı bıraktığım anda, vücudumun geri kalan kısmına yoğunlaşabilecektim.” Londra ve Dublin’de yapılan fizyoterapi etkinlikleri sonuç vermeye başlar. Bu arada doktoru aynı zamanda bir yazardır. Kendisine yazma konusunda rehberlik etmeye çalışır. Yazdığı hikâyelerde nelere dikkat etmesi gerektiğini, daha sonra da bu kitabı yazmasını önerecek kişidir. Konuşma terapisi uygulanmaya çalışılır. Brown, konuşmanın ne kadar önemli olduğunu, yazmanın onun yerini tutamayacağını ifade etmeye çalışır: “Konuşmak benim çabalarım arasında, insanlarla sıradan ilişkiler kurmamda her zaman en büyük engel olmuştur. Bana en acı veren engelim olmuştur; çünkü konuşma olmaksızın insan kaybolmuş gibidir, milyonlarca şey söylemek yerine bir kelime bile edemez. Yazmam gayet iyiydi, fakat sadece yazılı kelimelerle anlatılamayan, ‘hissettirilemeyen’ bazı duygular vardır. Yazmak ölümsüz olabilir ama sesin yaptığı gibi iki insan arasındaki boşluğu doldurmada bir köprü oluşturamaz ve keşke dünyadaki en iyi kitabı yazmak yerine bir arkadaşımla bir sıkı bir tartışma veya bir kızla birkaç dakikalık sohbet yapılabilsem.”(s.138) Konuşma terapisi düzenli bir şekilde uygulanır. Bunun için uygulanması gereken egzersizleri yapmaya çalışır. Sonuçlar iç açıcıdır. Kendisindeki özgüven duygusu yükselmeye başlayınca hem hayattan daha çok tat almaya hem de daha başarılı olmaya çalışır. Klinikteki doktorların çalışmalarından sonra kendisine özel öğretmen tutulmaya başlanır. Bu öğretmenler Bertrand Russel’in felsefesinden, Thompson ve Yeats’ın şiirlerine, Latince öğretmekten, geometri ve matematiğe kadar çok geniş bir yelpazede kültür sahibi olmasına vesile olacak konuları aktarır.
Bu zamana kadar ki yaşantısının en mesut anlarını, kitabın da final sahnesi, “Onun İçin Kırmızı Güller” bölümü oluşturur. İrlanda-Amerika Beyin Felci Hastaları Derneği, hastalar yararına Burl Ives’in de katıldığı bir konser tertip eder. Ives, şarkılarını söyledikten Derneğin başkanı olan Dr. Collis, konuşma yapmak için kürsüye gelir, cebindeki kâğıdı çıkarır ve şunları söyler: “Konuşma yapmayacağım. Hiçbir şey rica etmeyeceğim. Sadece beyin felciyle sakatlanmış birinin duygularını sizlere gösterecek bir şey okuyacağım. Sol ayağıyla İşte Christy Brown’ın otobiyografisinin ilk bölümüdür.” diyerek bir yandan da eliyle yazarı gösterir. Bu kitabın ilk bölümünü konser salonunda Dr Collis okur. Yazar bunları dinlerken bir yandan o dönemlerdeki yaşadığı sıkıntıları hatırlayarak hüzünlenir diğer yandan da kat ettiği başarı kendisini oldukça mutlu eder. Annesi sevinç gözyaşları döker. Doktor, omzundan tutarak ayağa kalkmasına yardım eder. Salondaki insanlar bu başarının kahramanı merak ederek alkışlar. Seyircilerden biri çiçeği Brown’a vermeye çalışınca Dr. Collis, çiçeği seyircinin elinden alır ve annenin hak ettiğini düşünerek anneye verir. Bu etkinliği sayesinde Brown ve ailesi hayatlarının en bahtiyar ve unutamayacağı günü olarak addederler.
DEĞERLENDİRME
Eser, İrlanda edebiyatına ismini yazdırmış bulunan yazarın 22 yaşına kadar ki hayat hikâyesinden oluşur. Beyin felci geçiren, ortopedik özürlü birinin yaşadığı ruhsal sıkıntıları ve bunlardan nasıl kurtulup, başarılı biri haline gelmesini ustalıkla anlatır. Yazarın edebî dilinin çok kuvvetli olmadığını söylersem herhalde yazara haksızlık etmiş olmam diye düşünüyorum. Bu arada yazarın genç yaşta yazdığı ilk eser olması, bundan sonra sağlık şartlarının biraz düzelmesiyle, bilgi birikimini daha sonraki yıllarda daha da arttığını tahmin ederek daha sonra yazmış olduğu ”Günlerin İçinden”, “Yaz Üzerinde Gölge”, “Vahşi Zambaklar”, “Parlak Meslek” isimli kitaplarının daha edebi kıvamda olduğunu tahmin ediyorum.
C. Bronw’un şartlarına rağmen şiir antolojilerine girecek, İrlanda edebiyatçılarının arasında yerini tutacak kadar başarılı olmasında kendisinin çok zeki, çalışkan ve cesur olması(çocuk yaşlarda iken arkadaşlarıyla birlikte gittiği piknikte dereye yüzmek için atılması ve yüzmeye çalışmasını buna örnek gösterebiliriz), ailesinin özellikle de annesinin çalışkan, azimli ve dindar biri olarak çocuğunun bir gün sağlıklı hale geleceğine olan inancı, ablasının evin bütün yükünü omuzlayarak annesinin evdeki yapması gereken işlerinin çok büyük bir bölümünü yapması ve annesinin de zamanın büyük bölümünü Brown’a ayırması, mesleklerine âşık olan doktorların Brown’u tedavi etmesi gibi birçok faktör sıralayabiliriz.
Sosyo-ekonomik durumu alt seviyede olan, oldukça kalabalık bir ailede doğan, beyni ve sol ayağının dışında hiçbir organı tam olarak çalışmayan, beyin felci geçiren, ortopedik özürlü birinin hayata tutunmasının ve başarılı bir ressam, şair ve yazar haline gelmesinin öyküsünü merak edecek, öğretmen, öğrenci, özürlü yakınları ya da her an özürlü adayı olduğunun farkında olan - bütün herkese bu kitabı tavsiye ediyorum.
Diğer taraftan bu ülkenin sağlıklı gençlerine dahi, kendi aydınları tarafından bile olsa, kendine güven duygusunu zedeleyecek, parçalayacak zehirli iğnelerin yapıldığı bir dönemde, başarılı insanların hayat hikâyelerinin anlatıldığı –Sol Ayağım gibi- biyografileri okuyan öğrenci ve gençlerin özgüveni elde edeceğini düşünüyorum.
[1] Christy Brown, Sol Ayağım, Çeviren: Kaan Mutlu, III.Baskı, 160 s., 2006, İstanbul, Nokta Kitapları