Üniversite Kitabevi’nde düzenlenen ‘Mevlana’yı nasıl anlamalı?’ konulu söyleşiye katılan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Çiftçi, “Mevlana’yı doğru anlamak gerekir” dedi.
//MEVLANA ÖĞRETİSİNDE BULUŞMA
Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr İsa Çelik’in yönettiği söyleşide konuşan Prof. Dr. Hasan Çiftçi, Mevlana’nın hayatından kesitler aktardı.
Çiftçi, “Mevlana Muhammed Celaleddin-i Rûmî veya Belhî (1207-1273), hem İlâhî aşkla dolup taşan coşkulu ve ıstıraplı yüksek şiiri, hem engin dini ve tarihi bilgisi ve sıra dışı aşırı duygusal fikirleri açısından İslâm dünyasının en büyük arif, düşünür, şair ve yazarlarından biridir. Mevlâna yedi asır önce yaşamış olmasına rağmen onun fikirleri ve çok sayıda dile çevrilen eserleri hâlâ evrensel boyutlarda güncelliğini korumaktadır. Yaşadığı çağdan günümüze kadar fikirleri ve eserleriyle çok sayıda yazar ve düşünürü derinden etkiledi. Ama kendisi Mesnevî’nin başındaki bir beyitle işaret ettiği gibi genel anlamda hakkıyla bilinip tanıtıldığı söylenemez: Her bir kimse kendi zannınca bana dost oldu; ama kimse benim içimden benim sırrımı aramadı. Mevlâna, bütün İslâm âleminin hatta insanlığın ortak mirasıdır. Hiçbir etnik yapıya ve ülkeye sığmayacak kadar büyüktür” diye konuştu.
//MEVLANA’NIN HAYATI
Mevlâna’nın eserleri, onun Kur’ân, tefsir, hadis, fıkıh, siyer, mantık, tasavvuf ve aklî ilimler yanında ana dili Farsça’yı ve edebiyatını, Arap dili ve edebiyatını çok iyi bildiği, az da olsa Yunan dili ve Türk dilinden haberdar olduğunu gösterdiğini anlatan Prof. Dr. Hasan Çiftçi, daha sonra şunları söylerdi; “Mevlâna ünlü bir dizesinde der ki: ham idim, piştim, yandım. Bu dizesinden hareketle Mevlâna’nın 68 yıllık hayatını, kendi ifadesiyle kişiliğinin şekillenmesi paralelinde üç devreye ayırmak uygun düşer. Hayatının ilk devresi doğumundan başlayarak yirmi beş yaşına kadar sürer. Bu devrede Mevlâna, dönemin akli, dini ve sosyal ilimlerini okuyup kavradıktan sonra artık o, ilmiyle amel eden, dini konularda hassas ve toplumsal geleneklere bağlı bir fıkıhçı; medresede müderris, cami ve cemaatte vaiz ve fetva makamında da bir müftüdür. Muhammed Celâleddin'in, babasının eski bir müridi olan Seyyid Burhâneddîn Muhakkık’la görüşüp ona mürit olmakla hayatının ikince devresi başlar. Mevlâna bu sıralarda 24 veya 25 yaş civarındadır. Hayatının bu devresi yaklaşık on dört yıl sürer. Bu devrede Mevlâna babasının bir müridi olan Seyyid Burhâneddin Muhakkık'a mürit olur. onun rehberliği ve irşadı ışığında tasavvuf terbiyesi görerek bu mesleğin sırlarını öğrenmeye çalışır. Yanı sıra onun isteği üzerine Şam ve Halep’te dört yıl veya daha fazla zaman zarfında ilim tahsil ettikten sonra dönüşte önce onun gözetiminde peş peşe üç “erbâin” (çile) çıkarttıktan sonra Mevlâna'ya irşat izni verilir.
//MEVLANA VE İRŞAD
Mevlâna hem bir şeyh olarak tarikat adabına uygun şekilde züht, halvet, ibadet ve riyazet işini devam ettirerek müritler yetiştirdi, hem de bir hoca olarak medresede ders verip öğrenciler yetiştiriyordu. Kısaca o sıralarda Mevlâna Konya’da yönetici zümre, ulema ve halk arasında itibarlı ve şöhretli bir fıkıhçı, müderris ve vaiz sayılırdı; dört medresede ders veriyordu. Hem pratikte hem inançta Gazâlî gibi dini kurallara riayet eden züht ve takvaya dayalı bir hayat ya da tasavvuf anlayışına sahipti. Mevlâna üçüncü mürşidi ve fikirlerinin asıl kaynağı Şemseddin Muhammed Tebrîzî, 642 (1244) ile tanıştıktan sonra, kendisinden yepyeni bir bir Mevlâna doğdu.
//İKİ UMMAN’IN KARŞILAŞMASI
Sonradan tasavvuf âleminde, bu iki zatın görüşüp tanışması "iki ummanın karşılaşması" veya birleşmesi şeklinde tasvir edilmiştir. İfadelerinden öyle anlaşılıyor ki Mevlâna ile şems birbirlerini tanımadıkları halde her ikisi de birbirini arıyordu.
Ardından Mevlâna, tasavvufî manada Şems’e âşık olur; ondan sonra kırk gün veya üç ay boyunca hiçbir kimsenin girmesine izin verilmediği bir odada Şems’le yalnız kalır; halkla ve çevresiyle ilişkisini tamamen keser; yapmakta olduğu bütün hizmetleri bırakıp bütün zamanını Şems’le geçirir. Çünkü: Şems, manalı ve etkileyici duruşu, davranışları ve konuşmalarıyla, muhatabını aşırı şekilde etki altında bıraktı ve yeniden şekillendirmek üzere, onu geçmişinden tamamen kopararak pençeleri arsına alır. Mevlâna, Şems’i imdadına kavuşan Hızır gibi veya İnsân-ı kâmil olarak görür.
MEVLANA VE ŞEMS-İ TEBRİZİ
Mevlâna da eserlerinde dizede de Şems’i, kendisine “hayat suyu” sunan Hızır olarak görmüştü: Berât geldi, berât geldi, kandil mumunu yak; Hızır geldi, Hızır geldi, hayat suyunu getir. Şems kendi tasavvuf anlayışını ve o zamana kadar hiçbir sûfînin dile getirmediği yeni sayılacak bazı yorumları köklü bir biçimde Mevlâna’ya kavratarak aşılar. Mevlâna Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonraki hayatı ve ruh hâli de üç devreye ayrılır ve her bir devresi, “insan-ı kâmil”in tasavvufî hayatı ile paralellik arz eder: Bu tecrübeler Mevlâna’nın tasavvufunun özüdür; direkt ve en direkt onun bütün şiirlerinin ilham kaynağı da bu telâkkidir. Bütün bu gelişmeler neticesinde, sürekli semâ eden ve coşkulu bir aşkı, dayanılmaz bir hicranı ve yanmış bir âşığın halini anlatan şiirlerin, Mesnevî ve Divan-ı Şems/Kebir’in yazarı olarak yeni bir Mevlâna bu dönemde doğarak kemâle erer. Dini konularda güzel şiirler yazan bir şairi nasıl ki tam bir alim olarak görmek ne kadar yanlış ise Mevlana’yı da her konuda otorite biri olarak kabul etmek o kadar yanlıştır. Elbette Mevlana birçok konuda önemli görüşleri olan bir kişiliktir. Duygusal bir kişiliğe sahip olan Mevlana’yı da bir insan olarak görmeliyiz. Mevlana’yı doru anlamak gerekir. Onu doğru anlamak için Farsça’yı iyi bilmek gerekir. Ne yazık ki Farsça’yı bilmeyen birçok kişinin Mevlana uzmanı olarak konuştuğunu görmekteyiz. Mevlana’nın ‘hamdım, yandım piştim’ görüşü hepimiz için söz konusudur. Mevlana derki: ‘Ben bu canı taşıdıkça Kur’nın kölesi ve Hz. Peygamber’in dostuyum. Kimse benden bunun dışında bir şey beklerse ondan uzağım.”