Doç. Dr. Fikret Karaman/Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı/İnsan, hemcinsleriyle birlikte uyum içinde yaşama kabiliyeti olan kâmil bir varlıktır. Çünkü o; hem iyiliği ve kötülüğü kavrama özelliğine hem de bunlardan dilediğini seçme yeteneğine sahiptir. Ayrıca kendisine akıl, göz, kulak, düşünme ve konuşma melekesi verilerek değerlerin bilincine ve sorumluluk duygusuna sahip kılınmıştır.
Ne var ki Allah, insanı melekler gibi sadece iyilik ve rahmet sınırları içinde bırakmamış, onu arzularını disipline edip edemeyeceğini denemek amacıyla imtihana tabi tutmuştur. Böylece özü itibarıyla varlıkların en güzeli ve hayırlısı olan insanın; geçici hazlara düşkünlük, unutkanlık, cimrilik, bencillik, acelecilik, kibirlenme ve inkârcılık gibi zaafları nedeniyle aşağıların aşağısına düşmesi de mümkündür. Biz bu yazımızda insanların genel karakterlerini tahlil etmek yerine daha çok onların birbirlerine karşı göstermeleri gereken itibar, vefa, saygı ve sevginin temelini oluşturan iman, ilim, kardeşlik, merhamet ve saygı anlayışı üzerinde durmaya çalışacağız.
İman; fert ve toplum hayatında başarılı olmanın temel şartıdır. Diğer bir ifade ile iman; her türlü hayrın başlangıcı, görev ve sorumluluğu üstlenmenin ilk basamağıdır. Çünkü bu değer; ilim, ibadet, iyilik ve faziletin ön şartı olarak kabul edilmiştir. Yoksa davasına inanmayan ve kendisine güveni olmayan insan hayata tutunamaz. İşinde ve çalışmasında başarılı olamaz. Vatan, millet, bayrak ve kutsal değerleri koruyamaz. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır: “Kim Allah’a ve Rasulüne itaat eder, Allah’tan korkar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, işte onlar başarıyı elde edenlerin ta kendileridir.” (Nur, 52)
Diğer taraftan Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.s.)’e hitaben; kendisine tabi olan müminlere, kefil olduğunu, düşmana karşı onları koruduğunu bildirmektedir. Buna göre; yirmi sabırlı müminin iki yüz kişiye; yüz sabırlı müminin bin kişiye, bin müminin ise iki bin kişiye galip geleceği müjdelenmiştir. (Enfal, 64–66) Görüldüğü gibi günlük hayatımızda insanların; inançlı, bilinçli, anlayışlı, eğitimli, sabırlı ve morallerinin yüksek olması önem arz etmektedir. Zira Allah’a iman, ruhsal hayata bağlılığı ve öz güveni arttırır. İşte bu yüzden müminlerin, kendilerinden birkaç kat daha fazla olan topluluklara galip geldiği ifade edilmiştir. Çoğu kez birey, yalnız başına yapamadığını toplumla birlikte yapar ve başarır. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Toplu halde yaşamak için birbirinden destek almaya muhtaçtır.
İlim ve toplum: İslam, sosyal hayata ilim ve okuma ile başlamıştır. Bu amaçla Kur’an-ı Kerim’de, ilme işaret eden 750 ayet vardır. Bunlar insanları araştırmaya, akıl yürütmeye, düşünmeye ve ibret almaya davet etmektedir. Özellikle Allah’ın varlığını ve birliğini hatırlatarak bütün tabiat varlıklarını ve olaylarını incelemeyi öğütlemektedir. Çünkü ilim sahibi olanların Allah’a iman edip O’na derin saygı duyacakları ifade edilmiştir. (Fatır, 28) Zira “İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır’derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i İmran, 7) İlimde derinleşmiş olanlardan maksat üstün zekâlı, ileri ve derin görüşlü olan kimselerdir.
İmam Maliki’nin dediği gibi ilim Allah’ın kalbe koyduğu bir nurdur. Buna marifet de denir. Zira gerçek marifet; Hakk’ı bilmek, tanımak ve basiret sahibi olmaktır. Bu itibarla Hz. Peygamber (s.a.s.) hikmeti, müminin yitiği saymış ve nerede bulursa alınmasını tavsiye etmiştir. Bu nedenle; “ilim ve hikmet öğrenmek her Müslüman’a farz kılınmıştır. Bunlara talip olanlara, her şey, hatta denizdeki balıklar bile istiğfar eder.” (Tirmizi, İim, 19) İşte Yüce kitabımızın amacı da; insanı bilgi sahibi kılarak tabiatı incelemesini, ondaki sanatı ve yasaları görmesini, böylece Yaratanına daha içten bağlanmasını sağlamaktır.
Hz. Ali’ye ait olduğu söylenen şu cümleden de anlaşıldığı gibi; “İlim aşağıdakileri yükseltir. Cahillik de yüksektekileri alçaltır.” Bu durumda doğal olarak bilgi; makam, mevki ve toplum içindeki sosyal statüyü etkileyen bir değerdir. Bu bağlamda bilgi ve delillerle bilinçli hareket eden toplumlar, daima saygın ve başarılı olmuşlardır. Böylece halk arasında; “bilgili olan, güçlü olur” düşüncesi kabul görmüştür. Dolayısıyla âlimler peygamberlerin varisleri sayılmaktadır. Çünkü peygamberler mal ve servet yerine ilmi miras bırakmışlardır. Böylece âlimin ibadet edenlere olan üstünlüğü, dolunayın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. (Tirmizi, İlim, 19)
Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.s.) toplumda ilim, irfan ve kemaliyle temayüz etmiş seçkin insanların ölümünü, ilmin göçü olarak ifade etmişlerdir: “Allah, ilmi kullardan çekip çıkarmak (yani silmek) suretiyle değil, âlimlerin ölümüyle alıp götürmektedir. Nihayet hiçbir âlim kalmayınca, halk birtakım cahil kimseleri kendilerine önder edinirler. Bunlara birtakım sualler sorulur, onlar da ilimleri olmadığı halde görüş bildirirler de hem kendileri dalalete düşerler, hem halkı dalalete düşürürler.” (Buhari, İlim, 35)
Birlik ve kardeşlik: Bugün insanlar arasında karşılıklı sevgi, saygı, birlikte çalışma, paylaşma ve güven problemi yaşanmaktadır. Ayrıca her geçen gün baskı, şiddet, dağılan aileler, ortada kalan çocuklar, açlık, hırsızlık ve diğer adi suçlar artmaktadır. Buna karşılık; özveri, insani ilişkiler, sosyal yardımlaşma, akraba, arkadaş ve komşuluk ilişkileri ile değerlere bağlılık zayıflamaktadır. Örf, âdet, kültürel ve tarihî değerlere karşı yabancılaşma ve çözülme doğal hale gelmiştir. Dünyevileşme, kıskançlık, bencillik ve günü kurtarma düşüncesi ön plana çıkmıştır. Bu olumsuz gelişmelerle birlikte insanın çalışma heyecanı ve yaşama arzusu kırılmaktadır. Oysaki Allah’ın iradesi; insanın topluluk ve cemaat halinde yaşamasından yanadır. Dolayısıyla kişinin tek başına, toplumdan uzak ve ayrı bir hayat yaşaması istenmemiştir. İslam; iman edenlerin birbirlerine kardeş olduklarını, diğer insanların da değişik millet ve boylara mensup olsalar bile birbirleriyle tanışıp geçinmeleri gerektiğini vurgulamıştır: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin...” (Hucurat, 10) “Ey insanlar! fiüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.” (Hucurat, 13)
Görüldüğü gibi Allah insanları eşit olarak bir erkek ve kadından yaratmıştır. Onların aralarında bir fark yoktur. Ancak birbirlerini tanımaları için çeşitli millet, kabile ve soylara ayrılmışlardır. Elbette bu farklılık kendini beğenmeye, soyu ve malıyla övünmeye yol açmamalıdır. Zira insanın değeri, soyda ve malda değil, takvada ve ahlaktadır. Nitekim şu hadis meallerinde de bu hususa işaret edilmiştir: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33) “Ey insanlar, Rabbiniz bir, babanız birdir. Arap’ın yabancıya, yabancının Arap’a, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” (İbn-i Hanbel, Müsned; 5/411)
Aslında ağacın dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleri tek gövdeye bağlı oldukları gibi, bütün insanlar da temelde Âdem ile Havva’dan türemiş kardeşlerdir. Yukarıdaki ayet ve hadislerde açıkça vurgulandığı üzere insanın değeri, soyundan değil, onun ruh temizliğinden, güzel ahlak ve davranışlarından kaynaklanır. Böylece İslam, başlangıçtan itibaren insanların kardeşliğini esas almıştır. Bundan dolayı, fazileti ve üstünlüğü soya değil, gönül temizliğine vermiştir. Hatırlanacağı üzere Mekke’nin fethinde o kadar soylu değişik Arap kabilelerine mensup ashap dururken ihlâs ve samimiyeti nedeniyle Habeşistanlı bir azatlı köle olan Bilal, Hz. Peygamber’in müezzini olarak Kâbe’nin damına kadar çıkmış ve ezan okumuştur. Sadece bu olay bile İslam’ın insanlığa getirdiği özgürlük, eşitlik ve kardeşlik açısından önemli bir delildir.
Merhamet ve saygı: Başkalarına, iyi niyetli ve hoşgörülü davranmak bir erdemliktir. Zira çevremiz, canlı ve cansız varlıklarla doludur. Bunları tanımak, sevmek, merhamet etmek ve korumak ayrı bir güzelliktir. Bazen tatlı bir söz, gülen bir yüz nicelere hayat ve moral kaynağı olabilir. Hz. Ali Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in davranış biçimini şöyle anlatmaktadır: “Çevresinde bulunanlara yüzü gülerdi. Çok konuşmazdı. Sözleri acı ve sert değildi. Kalbi merhametli ve yumuşaktı. Kimse ile tartışmazdı. Bağırıp çağırmayı hiç sevmezdi. Konuşurken meclisinde bulunanlar, başlarına kuş konmuş gibi nefeslerini keserek sessiz ve hareketsiz dururlardı. Herkesi, sözü bitirinceye kadar dinlerdi. Yanlış konuşmadıkça kimsenin sözünü kesmezdi.” (M. A. Köksal İsl. Tarihi, c. 1, s.13)
Onun merhamet ve sevgi yüklü düşüncesini şu hadislerle özetlemek mümkündür: “Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz.” (et-Tac, c.1, c.17) “Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, Allah da size merhamet etsin.” (et-Tac, c. 5, s. 17) Oysaki insanlarla ilk karşılaşmayı, tanışmayı gösterilecek ilgi ve güler yüzü, dostluğa çevirmek elimizdedir.
Toplantılarda, yemeklerde, telefon konuşmalarında, alış verişlerde, hastanelerde, işyerlerinde, kurumlarda ve yolculuklarda hep bu fırsat karşımıza çıkmaktadır. Yine bir yaşlının, hastanın, düşkünün, yabancının elinden tutmak, gerekirse yerini ve sırasını ona vermek, arabaya inip binerken yardımcı olmak takdire değer bir başarıdır. Nitekim bir gün Allah elçisinin bulunduğu bir meclise, yaşlı bir insan gelmiştir. Etrafında oturanlar ona yer açmakta gecikince Peygamberimiz (s.a.s.) onları, bütün insanlık tarihine ders olacak şu cümle ile uyarmıştır: Küçüklerimize merhamet göstermeyen ve büyüklerimize itibar etmeyen bizden değildir.” (Tirmizi, Birr, 2)
Aslında Kur’an-ı Kerim de bu tür insani ilişkilere işaret etmiştir: “Ey iman edenler! Size, ‘Meclislerde yer açın’ denildiği zaman açın ki, Allah da size genişlik versin. Size, ‘kalkın’, denildiği zaman da kalkın ki, Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mücadele, 11) Bu ayet mealinden anlaşıldığı gibi; toplantı anında dışardan gelen birine saygı için kalkmak ve oturacak yer göstermek, camide ise safta yer açmak önem arz etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir mecliste iken; hakem sıfatıyla gelen Sa’d bin Vakkas’ın görevine saygı ve onun vereceği hükme uymanın gerekliliğini dikkate aldığından ayağa kalkmış ve ashabına şöyle seslenmiştir: “Efendinizin önünden kalkınız.” (Buhari, İtk, 17) Belki de asırlar boyu mahkeme kararları açıklandığında ayağa kalkma geleneği de bu saygının bir uzantısıdır. Yine Hudeybiye barış antlaşması yapılırken ashabın Peygambere gösterdiği saygı, Kureyş temsilcilerini hayrette bırakmıştır. Bu örneklerden hareketle tarih boyunca meleklerin bile saygı duydukları ilim sahipleri, yöneticileri, anne, baba ve yaşça büyüklerinin önünden kalkılması teamül haline gelmiştir. Bu, ilmen ve ruhen tekâmül etmiş kimselere gösterilen bir saygının ifadesidir.
Hz. Peygamber bir meclise geldiğinde nerede yer bulursa orada otururdu. Tercih ettiği yer, meclisin başı sayılırdı. Sahabeler mertebelerine göre Allah’ın elçisine yakın otururlardı. Genellikle Hz. Ebubekir sağında, Hz. Ömer solunda, Hz. Osman ve Hz. Ali ise önünde otururlardı. Çünkü Hz. Osman ile Hz. Ali aynı zamanda gelen vahyi yazmakla görevlendirilmişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ashabına, namazda bile düzgün durmalarını, akıl ve ilim bakımından ileri olanların derecelerine göre kendisine yakın bulunmalarını emretmiştir. Bu uygulama; toplumu oluşturan öğretmen-öğrenci, amir-memur, işveren-işçi, anne-baba ile çocuk arasında saygı, sevgi ve merhamete dayalı bir disiplin, ahenk ve uyum örneğini sergilemektedir. Esasen bu yüz yılların birikimi ve zenginliğidir. Hocası rahatsız olmasın diye kitabın sahifesini yavaşça açmaya çalışan İmam-ı fiafii ile hocasının üzerinde bulunduğu atın ayağından üzerine sıçrayan çamuru kendisine şeref kabul eden devlet başkanı, ilim mensuplarına olan saygılarından dolayı yükselmişlerdir. Unutmayalım ki insanlık tarihini anlamlı kılan Osmanlı devletini küçük beylikten, üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk haline getiren değerlerin temelinde de yine inanç özgürlüğüne, ilme, âlime, birlik ve beraberliğe duyulan saygı ve merhamet gelmektedir.
Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Mart 2010 sayısında yayınlanmıştır.