İslam dünyasında yaşanan gelişmelerin anlatıldığı 20 dakikalık sinevizyon gösteriminin ardından açış konuşmasını yapan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, İslam dünyasında yaşanan gelişmeler, İslam’a zarar veren yapılar, DAİŞ terör örgütü ve benzer hareketler, Türkiye’de meydana gelen terör olayları, İslam coğrafyasında yaşanan iç savaşlar neticesinde meydana gelen göç dalgaları ve çözüm reçeteleri gibi pek çok önemli konuda açıklamalarda bulundu.
GÖRMEZ’İN SUNUMU
Son günlerde terör saldırılarında şehit olanlar için Allah’tan rahmet dileyerek sözlerine başlayan Başkan Görmez, İslam coğrafyasında yaşanan olayların tehlikesine işaret ederek, “Evet, bugün, İslam ve Müslümanlar pek çok yerde haksız ve insafsız bir saldırının muhatabıdır. Yüce Dinimizin rahmet yüklü mesajı ile insanlığın arasına girmek maksadıyla ta Haçlı seferlerinden beri varlığını sürdüren menhus bir mekanizma, emellerine hiç mi hiç ara vermemiştir. Bugün, sadece İslâm dünyası değil, sadece Müslümanlar değil, bizzat İslam’ın kendi bünyesi tehdit altındadır. Bugün, İslâm’ın genleriyle ve Müslüman coğrafyanın fay hatlarıyla oynanmaktadır. Bugün, bir din olarak, kültür ve medeniyet olarak İslam var olmak ile yok olmak arasında bir mücadeleye mecbur bırakılmaktadır. Her geçen gün daha da tahripkâr hâle gelen bu durum karşısında sessiz çoğunluğun vicdanı yaralanmış, yürekler bu acıyı taşıyamaz hâle gelmiştir. Ümmetin hafızası zedelenmiş, Müslüman nesillerin bilinçleri yaralanmıştır” dedi.
Irak’ın ve Şam’ın tarih boyunca sahip olduğu ve muhafaza ettiği sosyal, kültürel ve dini dokunun işgal ve istibdat eliyle yok edilmesine, DAİŞ ve benzeri hareketlerin, İslâm’ın farklı yorumlarından oluşan tuhaf ve ilginç bir kolajlamayla Müslümanların bütün dini duyarlılıklarını rehin alması ve ürettiği nahoş imajlarla İslâm’ı yeryüzü ölçeğinde kanlı bir din olarak takdim etmekte sınır tanımamış olmasına da değinen Başkan Görmez’in konuşmasından önemli satır başları şöyle;
“İSLAM DÜNYASINI ATEŞ DENİZİNE ÇEVİREN SÜRECİN ARKASINDA HANGİ DİNAMİKLERİN OLDUĞUNU GÖRMELİYİZ…”
Bugün İslam dünyasını kan ve ateş denizine çeviren sürecin arkasında hangi dinamikler yatıyor? Bu soru sorulmadan ve nesnel cevapları bulunmadan bu süreci tersine çevirmek zor görünüyor. Uluslararası kuruluşların, münhasıran İslam İşbirliği Teşkilâtı’nın hazırladığı raporlara göre, 1979 ilâ 2010 yılları arasında, İslam dünyasında, toplam 11 milyon Müslüman öldürüldü. 60 milyon Müslüman sakat bırakıldı. Sadece 1990 ila 2009 yılları arasında, İslam dünyasında, 34 bin 906 devlet adamı, 127 bin iş adamı, 2 bin 411 kanaat önderi öldürüldü. 23 bin büyük ölçekli ticarî işletme batırıldı. 1979 yılından bugüne, sadece Afganistan’da, işgallerde, toplam 4 milyon Müslüman Afganlının öldürüldüğü kaydediliyor. 7 Milyon Afganlı Müslüman ileri düzeyde sakat kalmış. Sovyetler Birliği ve ABD’nin işgalleri, Afganistan’da, beş Afganlıdan birinin ileri derecede sakat kalmasına yol açmıştır. Keza, ABD’nin son Irak saldırılarında toplam 1 milyon 300 bin kişi öldürüldü. 3,5 milyon Iraklı sakat kaldı. Suriye’deki iç savaşta şimdiye kadar en az 250 bin kişi hayatını kaybetti. İsrail’in, sadece son Gazze büyük saldırısında, 2 bin 147 kişi öldü. Ağır yaralıların zaman içindeki ölümleri bunun dışındadır. Yaklaşık 23 bin Gazzeli, geçtiğimiz Ramazan’ı çadır dahi bulamaz bir halde sokakta geçirdi. Onlarca okul, hastane tahrip oldu. Geçen bunca süreye rağmen Gazze’de kuşatma kaldırılmadığı, aksine daha da güçlendirildiği için yardım, onarım ve iyileştirme yapılamıyor. Son verilere göre dünya 2,2 milyar çocuk nüfusu var ve bunların 150 milyonu yetim, bakıma ve korunmaya muhtaç çocuklar.
“DAİŞ, BİR ŞİDDET KÜLTÜRÜ OLUŞTURUYOR…”
Irak’ın ve Şam’ın tarih boyunca sahip olduğu ve muhafaza ettiği sosyal, kültürel ve dini dokunun işgal ve istibdat eliyle yok edilmesi tüm İslam dünyasına örneklik eden, Abbasiler döneminden itibaren farklı dini anlayışları birlikte yaşatan bu toprakları bağnazlık ve şiddetin boy verdiği bir fideliğe dönüştürmüştür. Ebu Hanife ve Abdulkadir Geylani’nin fıkhı ve tasavvufu mezceden İslam yorumunun beşiği, daha Halife Memun devrinde kurulan “Beytu’l-Hikme” ile eski Yunan felsefesiyle İslam hikmetinin izdivacını temin eden evrensel şehir Bağdat’ın ruhu tahrip edildi. Sünni kardeşleriyle ortak bir dil geliştirmekte başarılı olan Kazımiye ve Necef-i Eşref Şiiliği tarihten silindi. Aynı felaketler Bilad-ı Şam’da tarih boyunca egemen olan tarihi, dini, kültürel dokunun başına da geldi. Bugün DAİŞ ve benzeri örgütlerin üremesini hazırlayan ve gelişmesine hız kazandıran en önemli sebep budur. Bütün bu olup bitenler bir şiddet kültürü oluşturmuş durumdadır ve bunları sadece dine yüklemek hiçbir hakikatle bağdaşmaz.
“DAİŞ VE BENZERİ HAREKETLER …”
Üzülerek belirtmek isterim ki dün el-Kaide bugün DAİŞ sadece bunun birer neticesinden ibarettir. En başta DAİŞ ve benzeri hareketler, İslâm’ın farklı yorumlarından oluşan tuhaf ve ilginç bir kolajlamayla Müslümanların bütün dini duyarlılıklarını rehin almış, ürettiği nahoş imajlarla İslâm’ı yeryüzü ölçeğinde kanlı bir din olarak takdim etmekte sınır tanımamıştır. Bu tür hareketlerin tek sermayesi araçsallaşıtırılmış din ve acımasızca kullandığı silahlardır. Oysa insanlara rahmet vaad etmeyen, huzur ve saadet vaad etmeyen, tüm insanlığı Din-i Mübin-i İslâm’dan soğutan hareketlerin hiçbir değeri yoktur. Unutmayalım ki İslâm herkes için, inanan inanmayan herkes için rahmettir. Elbette biz olayın siyasi, politik ve uluslararası boyutunun farkında olarak dinî, manevî ve ahlâkî cephesiyle ilgileniyoruz. Bilhassa terör ve tedhiş hareketlerinin temel felsefesi ve dinî argümanlarıyla birinci dereceden alakadar olmak zorundayız.
“DAİŞ VE BENZERİ YAPILAR, İSLAM’IN MEDENİYET YÜRÜYÜŞÜNÜ SEKTEYE UĞRATMIŞTIR…”
Modern zamanlarda ortaya çıkan bu nevzuhur dini yapı, İslâm’ın cihanşümul hak ve adalet anlayışına, sevgi, şefkat ve rahmet mesajına gölge düşürmüş, medeniyet yürüyüşünü sekteye uğratmış, Batı dünyasında İslâmofobik korkuların oluşmasına sebep olmuş ve medeniyetler arası çatışma üretmek isteyen görüş ve çıkar odaklarının aracı hâline gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde İslâm medeniyetinde baskın olmayan, şaz ve marjinal kalan bu anlayış, önceleri tamamen selefe ve dinî metinlere bağlılığı ifade ederken Moğol istilasıyla birlikte bir eylem ve hareket alanına kavuşmuştur. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde dâhili ve harici etkenlerle siyasal bir zemin bularak varlığını korumuş; hatta bazı devletlerin ideolojisi haline gelmiştir.
“DAİŞ VE BENZERİ YAPILAR, MÜSLÜMAN TOPLUMLAR VE İSLÂM’IN BEKASI AÇISINDAN EN BÜYÜK SORUNDUR…”
Afrika’nın sömürgeleştirilmesi, Afganistan işgali, Bosna ve Çeçenistan savaşları, Körfez Savaşları, Irak işgali ve Suriye’de yaşanan trajedi gibi İslam dünyasının dinî ve kültürel fay hatlarını sarsan büyük acılardan sonra bu anlayış sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatların gölgesinde yetişen “yaralı bilinçlerin” ve “ölümcül kimliklerin” hatta Batı’da varlıkları ve kimlikleri yok sayılarak ötekileştirilen genç kuşakların, uğruna canlarını verdikleri ve insanları hunharca katlettikleri bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. İslâm dünyasının sorunlu bölgelerinde varlığını kuvvetlendiren bu anlayış, İslâm’ın ilk fitne hadiselerinde ortaya çıkan harici unsurların düşünce, tavır ve diliyle birleşince bugün itibariyle Müslüman toplumlar ve İslâm’ın bekası açısından en büyük sorun hâline gelmiştir. Bölgesel dinamiklerin de etkisiyle hızla genişleyen bu hareket, uluslararası stratejilerin de birer parçası olarak bugün namlusunu Müslüman çocuklara yöneltmiş durumdadır.
“AHLAK VE HUKUK TANIMAYAN HİÇBİR SAVAŞ CİHAD DEĞİLDİR…”
Bu anlayışa göre hakikat “selef” adı verilen sadece ilk üç neslin inhisarındadır. Ancak zamanla modernitenin etkisiyle ihdas ettikleri kendi hakikatlerini, ilk üç nesle izafe ettiklerinin farkında değildirler. Kendi hakikatlerine ve dinî anlayışlarına inanmayanları, İslâm’ın ana yolunun tarih boyunca prensibi olan “ehl-i kıble tekfir edilmez” düsturunu yok sayarak kolaylıkla kâfir ilan eden bu zihniyet, kendi dışındaki bütün inanış ve mezheplerle savaşmayı cihad olarak kabul etmeye başlamıştır. Halbuki ahlak ve hukuk tanımayan hiçbir savaşa cihad denemeyeceği açıktır. Bunlara göre halefin yani sonraki nesillerin Kur’an ve Sünnet yanında akla, re’ye, içtihada yer veren dini anlama metotları geçerli değildir.
“DAİŞ, MÜSLÜMANLARI ÖTEKİLEŞTİREREK MEZHEP ÇATIŞMALARINA ZEMİN HAZIRLIYOR, MEDENİYET İÇİ ÇATIŞMA İSTEYEN SİYASAL MÜHENDİSLİKLERE HİZMET EDİYOR…”
Kitap ve Sünnet’i okuma ve hayata tercüme etmede belli bir usûl ve metodoloji takip ederek oluşan mezhepler ve tarih boyunca medeniyet üreten bütün düşünce okulları ehl-i bidat; irfan geleneğimizin derunî dini tecrübesini yaşayan bütün tasavvuf mektepleri de ehl-i dalalet olarak yaftalanmaktadır. Bütün tekkeler, zaviyeler, Hüseyniyeler, türbeler, tarihi eserler, yıkılması ve tahrip edilmesi gereken birer şirk unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu düşüncede Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürü olarak İslâm medeniyetinin var ettiği bilim, sanat, estetik, edebiyat, bediiyyat ve mimarinin herhangi bir yeri yoktur. Kullandıkları terminoloji Müslümanların ıstılahlarından kolaycı ve sathi bir şekilde devşirilmiş İslam’a yabancı bir lehçedir. Dinî referansları bağlamından kopararak doğrudan birer kanun metni gibi algılayan, Kur’an’la ilişkisi lafzi ve harfi, Sünnetle ilişkisi zahiri ve şekli olan, Allah’ın insana bahşettiği akıl ve istidatları vahyin karşısına koyarak reddeden bu anlayış, tarih boyunca İslam’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet yorumunu kendi tekeline alma iddiasıyla kendileri dışındaki bütün Müslümanları ötekileştirerek mezhep çatışmalarına zemin hazırlamış, medeniyet içi bir çatışma isteyen siyasal mühendisliklere hizmet eder hâle gelmiştir. Ayrıca bu anlayış, ibadetlerdeki içtenliğin yaşanması, Allah sevgisinin mahlûkata şefkat olarak yansıtılması, yaratılanın Yaratandan ötürü hoş görülmesi gibi ahlaki hassasiyetlerin kaybolup gitmesi, onun yerine, din adına baskı, şiddet ve zulüm üretilmesi gibi yanlış sonuçlar doğurmuştur.
“BU YAPILAR SAYESİNDE, İSLÂM, ŞİDDET VE TERÖRLE YAFTALANMAYA BAŞLAMIŞTIR…”
Başından beri İslâm medeniyetinin bir emaneti olarak kabul edilen ve Müslümanlarla birlikte yaşama ahlakı ve hukuku çerçevesinde iç içe olan ehl-i kitap ve diğer dinî azınlıklar üzerinde korku üreten, asırlardan beri Müslümanlardan iyilikten başka bir davranış görmeyen Ezidileri katleden ve sürgün eden bu zihniyetten dolayı ne yazık ki barış ve esenlik dini olan İslâm, şiddet ve terörle yaftalanmaya, İslam toprakları da selam ve eman yurdu olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır.
“ İSLÂM ÜMMETİ DAİŞ VE BENZERİ YAPILARI DOĞURAN DÜŞÜNCELER ÜZERİNDE DURMALIDIR…”
Bütün harici etkenlere, her türlü komplo ve manipülasyona rağmen İslâm ümmeti bu vakıanın iç sebepleri üzerine yoğunlaşmalı, DAİŞ ve benzeri yapıları doğuran düşünceler üzerinde durmalıdır. İslâm dünyasının hemen her bölgesinde farklı adlarla ortaya çıkan ve Müslümanlara hayatlarını zehir etmeyi kafalarına koymuş bu ve benzeri “tekfirci” eğilimler sadece “dış mihrakların komplosu” denilerek geçiştirilemez. Velev ki komplodur, “peki bu komplonun tutmasında bizim bünyemizin hiç mi zaafları yoktur?” suali sorulmalıdır. Bu anlayış karşısında bugün her Müslüman bireyin, her Müslüman âlimin ve her dinî kurumun üstleneceği bir sorumluluk, yerine getireceği bir görev vardır. Bugün, basiretimizi canlandırmaya, bizden kaynaklanan sorunları bütün boyutlarıyla birlikte gecikmeden ele almaya ve hiç kuşkusuz bizi içeriden vuran haince tezgâhlara karşı da yüksek bir bilinçle teyakkuz halinde adımlar atmaya ihtiyacımız var. Sağlıklı bilgi yollarını açmak, genişletmek ve herkes için ulaşılabilir bir örneklik içinde hayata katmak zorundayız. Merhamet bizim şanımızdır, iz’an bizim adalet tarzımızdır. Bunları kaybetmeyi göze alamayız.
“DAİŞ’İN ALDATARAK BÜNYESİNE KATTIĞI GENÇLERLE TEMAS EDİLİP, HAKİKATE ULAŞMALARI İÇİN ÇABALAR ARTTIRILMALIDIR…”
Bütün bir Diyanet teşkilatı İslâm’ın yüksek ideallerini pervasızca tehdit edip yok eden bu ve benzeri yapılara karşı her düzeyde aziz milletimize ulaşmaya ve halkımızı Kitab-ı Mübin’in idrak haritasına daha fazla yakınlaştırmak için çabalarını arttırması gerekir. Bu bağlamda DAİŞ ve benzeri yapıların aldatarak bünyesine kattığı gençlerin, hangi ülkeden olursa olsun bizim evlatlarımız olduğunu unutmadan, terör ve şiddet zihniyetiyle mücadele ederken, bunların aldattığı zümrelere temas edilmeli, hakikate ulaşmaları için çabalar arttırılmalıdır.
GÖÇ MESELESİ…
Üzerinde duracağımız ikinci konu, göç meselesi olacaktır. Bugün, İslâm dünyasının içinden geçtiği vahim süreç hepimizi derin üzüntülere gark ederken, sayısız insan göçe zorlanmaktadır. Bugün, İslâm beldeleri ekseriyeti itibariyle selam ve eman yurdu vasfını kaybettiği içindir ki, nice mazlum mümin kardeşimiz, kendilerinin ve masum çocuklarının canını kurtarmak gayesiyle bir zamanlar eman ve selam olmadığından daru’l-harb olarak adlandırılan ülkelere sığınma umuduyla, hem de ölümü göze alma pahasına namüsait teknelere doluşarak uzak denizlere açılmakta ve nice canlar denizlerde heder olmaktadır. Artık Akdeniz sadece bir mülteci mezarlığına değil; aynı zamanda vicdan ve merhamet mezarlığına da dönüşmüştür. Dini ve milliyeti ne olursa olsun İslâm âleminin bütün mazlumlar için bir selam ve eman yurdu olması gerekirken, İslâm ülkeleri ahalisi bugün, kendi ülkelerinden kaçarak Batı dünyasının kalpsiz sinesinde eman arayacak hale gelmişse her şeyden önce her birimizin bunun üzerinde düşünmesi gerekmektedir. Bugün, dünyanın farklı coğrafyalarında kesintisiz devam eden göç, ülkemizin de yabancı olmadığı bir vakıadır.
“HER GÖÇ ASLINDA TRAJİKTİR…”
Bölgesel sorunlar nedeniyle son yıllarda ülkemiz tam anlamıyla bir hicret yurduna dönmüş, Suriye’den ülkemize birçok ilimizin nüfusundan fazla hatta bazı ülkelerin nüfusunu da aşacak şekilde iki milyona yakın mazlum sığınmıştır. Her göç aslında trajiktir. Göçen kendi dünyasını geride bırakmıştır, ayrılış hüzünlüdür. Karşılayan yeni gelene bir alan açmakla mükelleftir. Bütün bunların yüce ve mukaddes karşılıklarını İslâm’ın şanlı hicret tecrübelerinde bulabilir, kendimize sağlıklı bir atıf zinciri oluşturabiliriz. Bugün, Suriye’den, Ortadoğu coğrafyasından hicret eden ve bizden Ensar yakınlığı bekleyen milyonlarca kardeşimiz bizim misafirimizdir. Göçmen kardeşlerimiz bizim için din dilindeki adlarıyla muhacir olarak anlam kazanmaktadır.
Biz bu kardeşlerimizle yüz yıllarca aynı tarihi, aynı kültürü, aynı coğrafyayı ve aynı değerleri paylaştık. Geçmişten bugüne aynı medeniyet havzasında birlikte var olmuş kardeş topluluklar olarak silinmez hatıralar biriktirdik. Biz bugün Suriye diye tabir ettiğimiz Diyar-ı Şam ile sadece komşu değil, aynı zamanda kardeş ve akraba olarak beraber sevindik, beraber üzüldük, beraber güldük, beraber ağladık. Aynı atmosferi soluyup bu coğrafyayı birlikte imar ettik. Artık evrensel bir mesele haline gelmiş; bütün dünyadaki vicdan sahiplerinin gönlünü yaralayan ve bir insanlık dramına dönüşen göç ve iltica meselesini dinî açıdan ele almak mecburiyeti vardır. Zira yeni göç hareketlerinin ve bunların dini hayata etkilerinin boyutlarını bilmek durumundayız.
“20 BİN SURİYELİ ÖĞRENCİMİZ VAR…”
Burada iftiharla belirtmek isterim ki Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı olarak 20 bin Suriyeli öğrencimiz var. Onlara öğretmenler bulduk. Ders materyalleri sağladık. İaşe ve ibatelerini karşıladık. Ülke çapında pek çok Kur’an kursunda bir Suriyeli sınıfı açtık. Suriyeli âlimlerin bilgisinden istifade etmeye çalıştık. Ancak bütün bunlar yeterli değil. Gönül ister ki öğrenci sayımız 200 bin olsun. STK’larımızın işbirliği ile bu hedefe ulaşmak mümkündür. Biz tecrübemizi ve imkânlarımızı paylaşmaya hazırız. Her ilde müftülerimiz bu koordinasyonu yapmaya hazırdır. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak elimizden geleni hatta daha fazlasını yapmak için bilumum seferberiz. Ancak hareketlilik çok yoğundur ve yetersizliklerimiz daha çok işin sosyolojik boyutuna yetişememekten kaynaklanmaktadır. Suriyeli misafirlerimize yönelik hizmetlerimizi daha düzenli ve kaliteli bir şekilde sunabilmek için acilen “Koordinatör Müftülük” ihdas edilmesine ihtiyacımız olduğunu buradan tekrar ifade etmek isterim.
TERÖR MESELESİ….
Bu toplantıda üzerinde duracağımız üçüncü konuyu Yüce Rabbimiz “ateş çukurunun kenarında olmak” şeklinde nitelendirmiştir. Bu da terör meselesidir. Bugün ülkemizin en acil ve en köklü meselesi, etnik ve mezhebi taleplerin terörize edilmesidir. Terör ülkemizin huzurlu havasını ortadan kaldırmak üzere yeniden harekete geçmiştir. Bugün neredeyse her gün bir şehid cenazesi memleketimizin birlik ve esenlik özlemine karşı kara bir haber gibi düşmektedir. Bu haberler, milletçe ihtiyaç duyduğumuz kardeşliğin, uhuvvetin nifakla yer değiştirmesinde ne yazık ki bir hayli etkili olmaktadır. Sorunun kaynağında yer alan aktörler hesabını elbette Allah’a vereceklerdir. Ancak bu millet bu zihni ve kalbi parçalanmayı asla hak etmemektedir.
“TERÖRÜN, BOZGUNCULARIN HÜKMÜ BELLİDİR”
Ülkemizin birlik ve beraberliğini tehlikeye atan, müstevli emelleri için huzur ve saadeti gözden çıkarmakta vicdanı asla sızlamayan “eşkıya”nın terör eylemlerine karşı, Kur’an’ı azimüş’Şan’ın ve Resul-i Ekrem’in (sas) bize öğrettiği yolda olmaktan zerre kadar ictinab etmeyeceğiz. Bozguncuların hükmü bellidir, fitne ve fesat peşinde koşanların akıbeti hiç de meçhul değildir. Şurası iyi bilinmelidir ki, şiddeti, vahşeti, tedhişi ve terörü benimseyenler, bundan beslenenler, bundan destek bulanlar, terör eylemlerini hangi gerekçeyle yaparlarsa yapsınlar kendilerine maşeri vicdanda asla meşruiyet bulamayacaklar ve ilahi adalete hesap vereceklerdir. Her şeyden önce elleri kalem tutması, zihinleri ve gönülleri bilgiyle, ilimle, irfanla meşgul olması gereken çocuklarımızın ve gençlerimizin, İslâm’ın asla tasvip etmediği bir dava uğruna dağlara kaçırılması, ellerine silah tutuşturulup ölüme gönderilmesi, kardeş katili yapılması, gayr-i meşru ve gayr-i İslâmi bir hayata mahkûm edilmesi, insaf ve vicdan sahibi her insanı derinden yaralamaktadır.
“GELİN, BİRBİRİMİZE YURT OLALIM…”
Bugün, buradan 81 il müftümüzle birlikte ülkemizin bütün güzel insanlarına, Alevisiyle, Sünnisiyle, Türküyle, Kürdüyle, Çerkeziyle, Lazıyla doğulusuyla batılısıyla, kuzeylisiyle, güneylisiyle mezhebi, meşrebi, etnik kimliği, dünya görüşü ve ideolojisi ne olursa olsun milletimizin her bir ferdine seslenmek istiyorum, Ülkemizin etrafının ateş çemberine döndüğü bir zaman diliminde gelin, birbirimize ensar olalım! Her türlü olumsuzluğa, saldırıya, oyuna, tuzağa, komplo ve plana rağmen gelin birbirimize yurt olalım, muhacir olalım! Kur’an-ı Kerim’i ve Hz. Peygamberin (sas) çağlar üstü örnekliğini esas almakla mükellef olduğumuzu asla unutmayalım! Barış ve esenlik dini İslâm’ın rahmet ve merhamet mesajlarıyla zihin ve gönül dünyamızı imar edelim. Farklılıklarımızı çatışma ve yıkım sebebi değil; gelişme ve zenginleşme fırsatı olarak görelim. Barış, huzur, sükûn ve güven ortamını el birliğiyle yeniden oluşturalım. Ortak kültürümüz ve değerlerimiz etrafında kenetlenelim. Birlikte barış ve huzur içinde yaşamanın ahlak ve hukukunu tesis edelim. Tarihte ve günümüzde yaşanmış acılardan ders ve ibret çıkaralım. Her fırsatta insan onurunu yüceltelim. Özgürlüklerimize sahip çıkalım. Güvenle geleceğimizi hep birlikte inşa edelim.
Bugün buradan bir çağrımı da bölgedeki bütün alimlere, hocaefendilere, seydalara, mollalara, şeyhlere, kanaat ve maneviyat önderlerine yapmak istiyorum, Sizler, ülkemizin en zor zamanlarında, din eğitiminin yasaklandığı dönemlerde bile bölgede İslâm’ın ilim, hikmet ve marifetini ayakta tutabilmek için gayret gösterdiniz, irşat hizmetlerini sürdürdünüz. Yeri geldi samanlıklarda Kur’an okudunuz ve okuttunuz. Halkımızın Din-i Mübin-i İslâm’la, Kur’an ve Sünnetle ilişkisini sıcak tuttunuz. Şimdi gelin, bu ülkeyi bir ateş çukurunun kenarından kurtarmak üzere harekete geçelim. Gelin cahiliye asabiyetinin ürünü olan bu ateşi birlikte söndürelim! Kardeşi kardeşe kırdıran bu fitne ateşini söndürmek için evlerimizden, medreselerinizden ve kurslarınızdan dışarıya çıkalım.
“BU KİRLİ KAVGADA HAKKIN, HUKUKUN, ADALETİN, AHLAK VE FAZİLETİN YANINDA YER ALALIM…”
Müftülerimizle, vaizlerimizle, din gönüllüsü kardeşlerimizle birlikte milletimizin her ferdini yanımıza alarak barışın kelamını yazalım. Kalemin her türlü kılıçtan ve silahtan üstün olduğunu haykıralım. Uykudaki çocukların ensesine kurşun sıkan bu cahiliye anlayışına tenezzül etmeyerek hep birlikte sesimizi yükseltelim. Bu kirli kavgada Hakkın, hukukun, adaletin, ahlak ve faziletin yanında yer alalım.
“BU ÜLKEYE ATEŞ DÜŞERSE TÜM MAZLUMLARIN DA BAĞRI YANAR…”
Unutmayalım ki barışa sadece ülkemizin ve milletimizin değil, umutlarını bu ülkeye ve bu millete bağlayan tüm mağdur ve mazlumların ihtiyacı var. Eğer bu ülkeye ateş düşerse sadece bu topraklarda yaşayanlar değil, dünyanın yedi iklim dört köşesinde yaşayan tüm mazlumların da bağrı yanar. Bunu unutmayalım.
SİVİL DİNİ YAPILARIN DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI İLE İLİŞKİLERİ MESELESİ…
Üzerinde duracağımız dördüncü konu da ülkemizin dinî, ilmî ve manevî hayatına katkı sunan dinî-sosyal teşekküllerin ve sivil dini yapıların Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilişkileri ve hizmetleri hakkında olacaktır. Tarih boyunca bu toprakların maneviyatını inşa eden Ahmed Yesevi’den Hacı Bektaş-ı Veliye, Mevlana’dan Yunus Emre’ye sayısız gönül insanı, Ahiyan-i Rum’dan Bâciyan-ı Rum’a, Fütüvvetten Hisbe Teşkilatına, tasavvuf ve tarikatlere varıncaya kadar pek çok sivil dini yapı, insanımızın gönüllerini fethetmiştir. Bütün bu yapılar, modern zamanların kendi şartları içerisinde değişime uğramıştır. Bugün de ülkemizin “de facto” bir sosyolojik gerçeği olan bu sivil dini yapılar kendi tarihi ve sosyolojik sınırlarına ve İslam’ın ilmi, dini ve ahlaki ilkelerine riayet etmesi esastır. Milletimizin hayır eliyle kurulan bu yapılar bu sınırlar içerisinde kaldığı sürece Diyanet İşleri Başkanlığının destek ve himayesini görmüşlerdir. Her birinin irtica ile yaftalandığı zamanlarda dahi Diyanet İşleri Başkanlığı bu himaye ve desteğini esirgememiştir.
“GÜÇ TUTKUSUNA KAPILAN, HAKİKATİ KENDİ TEKELİNDE GÖRMEYE BAŞLAYAN, İNSANLARIN İRADESİNİ TESLİM ALMAYA KALKIŞAN YAPILARA DİYANET DESTEK VERMEZ…”
Ancak zaman zaman bazı yapıların güç tutkusuna kapılması, dini söylemler üzerinden güç devşirmesi, hakikati kendi tekelinde görmeye başlaması, insanların iradesini teslim almaya kalkışması, ülkemize, milletimize ve tüm insanlığa sahih dinî bilgiyi esas alarak hizmet sunmaya devam etmemesi durumunda Diyanet İşleri Başkanlığından destek ve himaye görmeleri mümkün değildir.
“DİNİ VE AHLAKİ OLARAK BİLİNEN BİR YAPININ GÜNDELİK POLİTİKAYA EVRİLMESİ HEM KARDEŞLİĞE HEM DE İSLAM’A ZARAR VERİYOR…”
Son olarak dini ve ahlaki olarak bilinen bir yapının gündelik politikaya evrilme süreçlerinde yaşananlardan, bu topraklarda ve bu ülkede sadece kardeşlik yara almamış aynı zamanda Din-i Mübin-i İslâm bundan büyük bir zarar görmüştür. İmamından müezzinine, müftüsünden Diyanet İşleri Başkanına kadar her biri bu süreçlerde bu çalışmalara gönül vermiş her vatandaşımız kadar büyük bir hüzün ve derin bir ıstırap duyduğumu ifade etmek isterim.
“İSLÂM’A GÖRE HAKİKAT HİÇ KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİLDİR…”
Bilinmelidir ki İslâm’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Mümine düşen görev, hakikate sahip olmak ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, daima hakikatin yolunda olmaktır. Baki hakikatler fani şahsiyetler üzerine bina edilemez. Elbette İslâm yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir ahlak doğrultusunda birlik olmayı ve bütün Müslümanların ortak hedef, ortak gaye ve ortak idealde birleşmelerini ister.
“KUR’AN, DİNİ FIRKALARA BÖLENLERİ VE KENDİNDEN BAŞKASINA CENNETİ LAYIK GÖRMEYENLERİ HIRİSTİYANLIK VE YAHUDİLİK ANLAYIŞINI ÖRNEK VEREREK ZEMMEDER…”
Ancak Kur’an, dini fırkalara bölenleri ve kendinden başkasına cenneti layık görmeyenleri Hıristiyanlık ve Yahudilik anlayışını örnek vererek zemmeder. İslâm’ın daveti ve tebliği aşikârdır. Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayr-i meşru yöntemlerle ulaşılmaz. Hile yapmak, şantaj uygulamak, desise oluşturmak ve fitne çıkarmak İslâmî ahlakın asla tasvip etmeyeceği hususlardır. İslam fitneyi savaştan beter görür. Dini, kişilere ve anlayışlara hasretmeyi değil, Allah’a has kılmayı ve tüm eylemlerin sadece O’nun rızasına uygun olmasını ister. Bugüne kadar halis niyetlerle İslâm’a hizmet ediyor düşüncesiyle bu tür yapılara yardımcı olmuş, dişinden tırnağından arttırdığı imkânlarla senelerce onları desteklemiş olan kardeşlerimizin, ortaya çıkan gerçeklerden sonra uğradığı hayal kırıklığını tasavvur etmek hiç de zor değildir. Bu hayal kırıklığından nasibini almamış insaf sahibi hiçbir mümin yoktur.
“HİÇBİRİMİZ, FİİLLERİMİZİN SORUMLULUĞUNU BİR BAŞKASININ SIRTINA YÜKLEMEK İMKÂNINA SAHİP DEĞİLDİR…”
Hâlen propagandaların tesiri altında kalarak söz konusu yapının, haksızlığa uğradığını düşünen ve iyi niyetlerinden hiç kuşku duymadığım kardeşlerimize bugün, buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum, Hepimiz her hareketimizden sorumluyuz; her türlü tercih ve icraatımızdan hesap gününde Allah’ın huzurunda sorguya çekilecek ve kendi hesabımızı bizzat vereceğiz. Her birimiz Sevgili Peygamberimizin (sas) kızı Fatıma’ya “Kızım, babanın peygamber olmasına sakın güvenme!” uyarısını daima hatırımızda tutmalıyız. Hiçbirimiz, fiillerimizin sorumluluğunu bir başkasının sırtına yüklemek imkânına sahip değildir. Yanlış bilgi ve yönlendirmelerle kandırılmış olmak da bu konuda bir mazeret teşkil etmez; çünkü hepimiz bu bilgileri araştırmak ve işin aslını öğrenmek durumundayız. Rabbim bizleri sıratı-müstakimden ayırma, diyerek, alnı secdeye giden mümin kardeşlerimize de bunları hatırlatıyoruz. Her ne günah işlediler, hangi yanlışın içine düştülerse, aramızdaki hüküm bellidir.
“ŞEYTAN, KIBLEYE DÖNEN MÜMİNLERİN ARTIK KENDİSİNE İBADET ETMESİNDEN ÜMİDİNİ KESMİŞTİR, FAKAT …”
Allah-ü Teala ; "Onların gönüllerini düşmanlık duygularından temizledik; artık bir kardeşler topluluğu olarak sedirler üzerinde karşı karşıya oturacaklardır” (Hicr, 15/47) buyuruyor. Rasül-ü Ekrem (sas) "Zalim de olsa, mazlum da olsa mümin kardeşine yardım et!" buyurarak zulüm konusunda nasıl yardım edileceğini ise şu çarpıcı sözlerle dile getiriyor: "Onu zulümden el çektirirsin. Ona yapacağın yardım işte budur." "Şeytan, kıbleye dönen müminlerin artık kendisine ibadet etmesinden ümidini kesmiştir; fakat onları birbirine düşürmekte hâlâ ümitlidir.
“İSLAM ÖLDÜRMEYİ DEĞİL OLDURMAYI, YIKMAYI DEĞİL YAPMAYI, YAKMAYI DEĞİL SÖNDÜRMEYİ, AĞLATMAYI DEĞİL GÜLDÜRMEYİ, YİTİRMEYİ DEĞİL BULMAYI ÖNGÖRÜR…”
Zira, İslam, barışın, adaletin, merhametin ve sevginin adıdır. Merhamet Allah’ın bütün varlığın kalbine ektiği en aziz ve en bereketli bir tohumdur. İnsanlık bu merhamet tohumunun yeşerdiği anlarda yerkürede barış ve adaletle dolu bir hayat sürmüştür. Barış ancak gerçek bir sevgiyle gürbüzleşebilir. İslam öldürmeyi değil oldurmayı, yıkmayı değil yapmayı, yakmayı değil söndürmeyi, ağlatmayı değil güldürmeyi, yitirmeyi değil bulmayı öngörür. İslam varlığı nuruyla kuşatan Yüce Yaratıcı’nın rahmetiyle müjdeler, adaletiyle hükmeder, merhametiyle nimetlendirir.