ERZURUM
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Afyonkarahisar’da İl Müftüleri ile bir araya geldi. Toplantıda önemli açıklamalarda bulunan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “Müminlerin gönüllerini fethedemeyen müftünün fetvasına cemaat itibar etmez ve cemaat, kendisinin itibar edeceği, güveneceği başka kişileri arama çabası içine girer” dedi.
Diyanet’in bir millet kurumu olduğunu vurgulayan Diyanet İşleri Başkanı Görmez, “Diyanet’i tek bir mezhebin temsilcisi konumuna getiremeyiz. Bunun içindir ki son zamanlarda özellikle altını çizerek ‘Diyanet bürokratik bir devlet kurumundan öte bir millet kurumudur’ diyerek bunu ifade etmeye çalışmaktayız. Milletin her rengini ve herkesi kucaklamalıyız. İnsanları tasnif edemeyiz. Hiçbir kimseyi kapsama alanımızın dışında tutamayız. Bizler vatandaşın hassasiyetlerini dikkate alarak kendimizi sürekli yenilemeliyiz. İki günün eşit tutulmamasını öğütleyen bir Peygamberin ümmeti olarak asla statükonun temsilcisi olamayız” diye konuştu.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in konuşmasından öne çıkan başlıklar şunlar:
“BİZİM GÜCÜMÜZ, İLMİYLE ÂMİL OLMAKTAN KAYNAKLI TOPLUMSAL SAYGINLIĞIMIZDANDIR…”
Dinin toplumsal olarak yaşanmasının doğal sonucu olarak ortaya çıkan dini rehberlik ve önderlikler maalesef diğer dini yapılarda zamanla dini otoriteye dönüşmüş ve müntesiplerinden farklı bir sınıf olarak tezahür etmiştir. Bu anlamıyla İslam’da dinin mutlak otoritesi olan ve müminlerden ayrı bir sınıfı teşkil eden din adamı sınıfı söz konusu değildir. Bununla birlikte Müslüman toplumun önüne geçerek bilgisiyle, vasıflarıyla rehberlik eden, ilimde rasih olan kişilerin olması doğal ve kaçınılmazdır. Ancak bu önderlikler asla bir sınıfı teşkil etmezler ve bu kimselerin Allah indinde hiçbir insandan farklı ayrıcalıkları yoktur. Aksine bu alim sınıfın bilgileri mesuliyetlerinin idrakini artırmaktadır. Diyanet camiası bu anlamda toplumumuzun dini hizmetlerini yerine getiren ve kendisini asla toplumdan ayrı görmeyen kadrolardan oluşmaktadır. Bizim gücümüz masumiyet teolojisiyle kuşatılmış bir otoriteden değil, ilmiyle amil olmaktan kaynaklı toplumsal saygınlığımızdan gelmektedir.
“BİZİM MEDENİYETİMİZDE DİNİ BAĞLILIK VE DİN HİZMETLERİ DAHA ÇOK GÖNÜLLÜ VE VİCDANİ BİR İLİŞKİYLE YÜRÜTÜLMÜŞTÜR…”
İslam’da kilise benzeri bir mabet ve ruhbanlık gibi resmi dinsel bir sınıf söz konusu olmadığı için, dini bağlılık ve hizmetler tarihsel olarak daha çok gönüllü ve vicdani bir ilişkiyle yürütülmüştür. (Osmanlıdaki ilmiye sınıfı da ruhbanlık gibi dinsel bir sınıf değildir, bütün ilimleri kapsayan bir yapısı vardır, o anlamda bilimde seküler bir yapı söz konusu olmadığı için din bilginleri de bu sınıfın doğal parçasıdır.) Bu açıdan fetva alacağı (müftüyü) ve arkasında namaz kılacağı (imamı) kişileri bireyler ya da mahalli yapılar kendileri seçerler. Seçtikleri kişilerden hem bilgi hem de görgü anlamında örneklik alarak kendilerini hem dini yönden hem de ahlaki açıdan geliştirmeye çalışırlar. Yani çift taraflı bir ilişki söz konusudur ve bunlar tamamen müminlerin gönüllü kabulüyle oluşan yapılardır.
“MÜMİNLERİN GÖNÜLLERİNİ FETHEDEMEYEN MÜFTÜNÜN FETVASINA CEMAAT İTİBAR ETMEZ…”
Müminlerin gönüllerini fethedemeyen müftünün fetvasına cemaat itibar etmez ve cemaat, kendisinin itibar edeceği, güveneceği başka kişileri arama çabası içine girer. Bu anlamda dini otoritenin olmayışı tarihsel olarak değişik ve farklı dini yapıların oluşmasına ve yaşamasına da doğal olarak imkân vermiştir. Neticede farklılıklar rahmet olarak görülmüş ve toplumsal dinamizmin bir unsuru olarak algılanmıştır.
“DİYANET BÜROKRATİK BİR DEVLET KURUMUNDAN ÖTE BİR MİLLET KURUMUDUR…”
Dinin mezheple eşitlenerek ifade edilmeyişi, İslam’ın tek resmi mezhebe indirgenmemesine, dini düşüncenin ve dini hayatın özgür bir alan olarak çeşitlenmesine neden olmuştur. Bugün de bizim bu farklılıkları rahmet olarak algılamamız ve herkesi kucaklamamız gerekmektedir. Asla Diyanet’i tek bir mezhebin temsilcisi konumuna getiremeyiz. Bunun içindir ki son zamanlarda özellikle altını çizerek ‘Diyanet bürokratik bir devlet kurumundan öte bir millet kurumudur’ diyerek bunu ifade etmeye çalışmaktayız. Milletin her rengini ve herkesi kucaklamalıyız. İnsanları tasnif edemeyiz. Hiçbir kimseyi kapsama alanımızın dışında tutamayız.
“ASLA STATÜKONUN TEMSİLCİSİ OLAMAYIZ…”
Anadolu coğrafyasında tarihsel olarak farklı kültürel ve dinî yapılarla temasa giren medeniyetimiz, zaman içerisinde vazgeçilmez ortak bir mirasın doğmasına yol açmıştır. Bu mirasın içerisinde birçok inanç grupları, değişik dini tezahürler ve yaklaşımlar rahatlıkla yaşayabilmiştir. Bu birikimin vârisi olan Türkiye, gerçekleştirdiği ve gerçekleştirmeye çalıştığı çağdaş yapısına rağmen, zaman zaman değişik müdahalelerle toplumsal dinamizmin kendi akışkanlığının kırılması neticesinde sorunların üstünü örtmüş; bu kırılma dönemlerinde sivil gelişmesi gereken dini anlayışlar maalesef resmi formatlarla tanımlanmaya çalışılmıştır. Bu açıdan vatandaşın, devletin tepeden inmeci yaklaşımlarına karşı mesafeli durmalarını ve kuşkuyla bakmalarını anlayışla karşılamak gerekmektedir. Halkın iradesiyle iktidar olan siyasi yapıların, halkla devlet arasındaki oluşan kuşkuları ve mesafeleri halkın lehine olacak şekilde ortadan kaldırma görev ve sorumluluğu vardır. Bu anlamıyla bizler vatandaşın hassasiyetlerini dikkate alarak kendimizi sürekli yenilemeliyiz. İki günün eşit tutulmamasını öğütleyen bir Peygamberin ümmeti olarak asla statükonun temsilcisi olamayız. Toplumun ilgisi, ihtiyaçları nelerdir, kadınlarımızın, gençlerimizin, yaşlılarımızın, çocuklarımızın beklentileri ne noktadadır diye sürekli araştırmalıyız ve bu beklentilere makul karşılıkları zamanında verebilmeliyiz.
“DİNİ, SADECE CAMİ DUVARLARI ARASINA HAPSETMEK VE CAMİLERİ SADECE NAMAZ KILINAN MEKÂNLAR HÂLİNE GETİRMEK İSLÂMÎ DEĞİLDİR…”
Din, hayatın her yönüyle ilgilidir. Ahlaki prensipler ortaya koymuştur. Dini sadece cami duvarları arasına hapsetmek ve camileri de sadece namaz vakitlerinde açarak namaz kılınan mekânlar haline getirmek üzülerek belirtmek gerekir ki İslami değildir. Bu İslam’ın ibadet tanımına da uymaz, Müslümanlık algısına da uymaz. Modern zamanlarda adeta indirgemeci bir İslami hayatın empoze edilmesi tamamen seküler zihnin ürettiği bir olgudur. Bunu din ile ve dindarlıkla izah edemeyiz. Tabii ki ezan, camii ve namaz İslam’ın en önemli şiarlarındandır. Ancak bu bizlerin gündelik hayatımızı ezanın ve namazın ruhundan farklı yaşayacağımız anlamına gelmez.
“BİZLER MAMUR KENTLERİN OLUŞMASIYLA İLGİLENMELİYİZ…”
Bizler sadece şehirlerde yapılacak cami inşaatlarıyla değil, bu camileri dolduracak bedenlerin imar edilmesiyle ve bu mümin vicdanların oluşturacağı ahlaka dayalı toplumsal bir yapının oluşturduğu mamur kentlerin oluşmasıyla ilgilenmeliyiz.
“BÖLGESİNDE MEZHEPÇİLİK, HİZİPÇİLİK VE GRUPÇULUĞUN YAPILDIĞI; HERKESİN DİĞERİNİ ÖTEKİLEŞTİRDİĞİ BİR ŞEHİRDEKİ MÜFTÜ O ŞEHRİN MÜFTÜSÜ OLAMAMIŞTIR…”
Geleneksel yaşam koşulları içerisinde değişik biçimlerde ve ortamlarda yaşanan dini hayat tarzları, modern zamanlarda doğal olarak yeni bir forma ve şekle dönüşebilmektedir. Bu yeni formları dışlayarak reddetmek zamanla bizi hayatın dışına atar ve toplumdan uzaklaşmış oluruz. Toplumsal dinamikleri göz ardı edemeyiz. Özellikle sivil toplum örgütleri, değişik sosyal ve kültürel dernekler, hemen hemen tüm kentlerimizde her gün yeni faaliyet ve çalışmalar içindedirler, bunlarla içice olmalıyız. Kapımızı, gönlümüzü onlara açtığımız gibi onların da kapısını çalmalı ve gönüllerini almalıyız. Asla gurur, kibir ve büyüklenme içinde olmamalıyız. Paydaşlarımız olarak kabul edeceğimiz İlahiyat fakülteleri kadroları, imam hatip liseleri ve din dersi öğretmenleriyle, o kentteki sivil kanaat öderleriyle derdimizi paylaşmalı ve dertleriyle dertlenmeliyiz. Şehirlerimizde ortak dini faaliyetler için platformlar oluşturmalıyız. Bu çalışmalar için kanun, tüzük, yönetmelik ve yönerge beklememeliyiz. Oluşturulacak bu platformlar sayesinde, gerek dini irşad faaliyetleri ve gerekse sosyal faaliyetleri organize etmeliyiz. Şehrinde açlık, sefalet, yokluk içinde bulunduğu halde rahat uyuyan görevlimiz, mesuliyetinin idrakinde değildir. Şehrinde toplumsal yozlaşma, kargaşa ve kavga hüküm sürüyorsa o görevlimiz kendini başarılı göremez. Şehrinde din kardeşleri arasında mezhepçilik, hizipçilik, grupçuluk yapılıyor da herkes bir diğerini ötekileştiriyorsa oradaki müftü o şehrin müftüsü olamamış demektir.
“DİN, AYRIŞTIRAN DEĞİL BÜTÜNLEŞTİRENDİR; KİMSEYİ IRKINDAN, DİLİNDEN, KAVMİNDEN VE İNANCINDAN DOLAYI KINAMAZ VE DIŞLAMAZ…”
Aynı coğrafyada aynı havayı barış içinde teneffüs ederek farklı inanç ve etnik yapılarla ‘birlikte yaşamak’ bizim medeniyetimizin tarihsel uygulamalarıyla çelişmez. Tek tipleştirmeye dayalı vatandaşlık anlayışı geçen yüzyılın modernleştirme yaklaşımı içinde geride kalmış olmasına rağmen, bu yaklaşımın uygulamaları sonucunda ortaya çıkan trajik sorunları bugün hala tartışıyor olmak talihsizliktir. Bu durumu ortadan kaldırıp gelecekte tarihimizde bir parantez uygulama olarak algılanmasını sağlamak için çaba göstermeli ve bu anlamda toplumsal sorumluluğumuzu unutmamalıyız. Din ayrıştıran değil bütünleştirendir. Din, kimseyi ırkından, dilinden, kavminden ve inancından dolayı kınamaz ve dışlamaz.
“HEP BİRLİKTE KARDEŞLİK HUKUKUNU YENİDEN İNŞA ETMELİYİZ…”
Herkesin, aynı toprağın nimetlerinden adil pay almasının ahlakını oluşturmak için yapacağımız her çaba, hem dini, hem de insani görevlerimizdendir. Giderek hem İslam dünyasında hem de ülkemizde gerek mezhebe gerekse etnisiteye dayalı çatışmaların kıvılcımlarını söndürmeli ve kardeşlik hukukunu inşa etmeliyiz.
“DİN, TEK TİP VATANDAŞ OLUŞTURMANIN ARACI DEĞİLDİR…”
Modern ulus olma yolunda çağdaşlaşma gerçekleştirilirken din, tek tip vatandaş ve ulus olma amacı için araçsallaştırılmıştır. Diyanet’in mezhepler üstü tanımlanması asla mezhepleri ve farklı dini anlayışları yok kabul ederek çok sesli dini anlayışları ortadan kaldırıp tek tipleştirme misyonuyla ilgili olmamalıdır. Aksine mezheplerin otantikliğini kabul ederek ama asla mezhepçilik yapmamaktır.
“MEZHEBİ VE MEŞREBİ NE OLURSA OLSUN KİMSEYİ ÖTEKİLEŞTİRMEMEK, İSLÂM KARDEŞLİĞİ ADINA EN ÖNEMLİ ÇABAMIZDIR…”
Hangi mezhebe mensup olursa olsun kimseyi ötekileştirmemek ve her mezhep mensubuna da kimseyi ötekileştirmemesini tavsiye etmek İslam kardeşliği için bizim önemle üzerinde duracağımız çaba olmalıdır. Modernleşme sürecinin başlangıcında Diyanet’in mezheplerden uzak duruşu, doğal olarak çoğunluğun yapısı gereği Sünni-Hanefi anlayışın yorum ve pratikleri Diyanet’in gayri resmi olarak mezhebini Hanefilik olduğu izlenimini ortaya çıkarmıştır ki, bu algı kırılmalıdır. Diyanet camiamız belki bu tahlile itiraz edebilirler; ancak bu resmen kabul edilmiş ya da kadroların bilinçli tavrıyla yapılmış değildir. Devlet kurumunun refleksleri sonucu fiilen sosyolojik olarak ortaya böyle bir yapı çıkmıştır. Son zamanlarda bunun aşılmasına yönelik yapılan çalışılmalar sadece iyi niyetli bir gayret olarak görülmemeli, bu çabayla ilgili herkes samimiyetle çalışmalar yapmalıdır. Zira Diyanet kadrolarımızın iyi niyetleri ve din hizmetlerine yönelik neye nasıl baktıklarından ziyade dışarıdan nasıl algılandıkları ve toplumsal karşılığı daha önemlidir.
“GÖREVİMİZ ÖNCELİKLE KANUNDAN DEĞİL, DİNİN KENDİSİNDEN GELMEKTEDİR…”
Yasaların neyi, nasıl tanımladığının sosyal bir gerçekliği olmayabilir. Kanunen bize din hizmetleriyle ilgili görevler tevdi edilmiş olabilir. Bizim bu görevlerimiz öncelikle kanundan değil, dinin kendisinden gelmektedir. Ayrıca halkın kendisinin de bunu içtenlikle kabul etmesi gerekir. Çünkü din doğası gereği vicdani kabulle başlar ve belli bir ruhla ve anlayışla toplumsallaşır. Bu anlamda insanın doğası gereği, en sivil olarak kabul edilmesi gereken alan, dini hizmetlerle ilgili alandır.
“DEVLETİN DİNİ KONULARA MÜDAHALE ETMESİ SORUNLARI DAHA DA DERİNLEŞTİRİR…”
Belki her türlü insani faaliyeti devlet eliyle yapabilirsiniz ve belli başarı da elde edebilirsiniz. Ama devletin dini konulara müdahale etmesi veya kendisine göre dini uygulama alanları oluşturması, bunları da otoriter devletçi bir mantıkla yapması hiçbir zaman karşılığı tam alınarak sonuçlanamaz.
“DİN GÖREVLİLİĞİ SALT BİR DEVLET MEMURLUĞU DEĞİLDİR…”
Din ve inançlar bireylerin kendi vicdani kabulüyle başlar ve din hizmetlerinin karşılanması da tamamen inanç topluluklarının inisiyatifiyle gelişir. Hizmet alacağı kişileri, topluluklar kendi iradeleriyle kabul etmek isterler ve toplumsal bir ihtiyaç olarak doğan dini hizmet kurumlarını da kendi marifetleriyle organize etmek isterler.
“BİZLER NAMAZI CEMAATE KILDIRIR; VAAZ VE İRŞADI DA VATANDAŞA YAPARIZ...”
İnançlar söz konusu olduğunda kitleler, resmi olsun olmasın dışarıdan müdahale edilecek her türlü kurum ve kişilere karşı mesafeli dururlar. Bizim özenle bu resmi görüntüden uzaklaşarak sivil algıya geçmemiz gerekmektedir. Bizim özlük haklarımızın vergilerle finanse edilmesi kamu hizmeti yaptığımız içindir. Bu böyle bilinmeli ve görevimizi ifa ederken salt devlet memuru mantığıyla yapmamalıyız. Zira bizler namazı devlete kıldırmayız, fetvayı devlete vermeyiz. Namazı da vatandaşa kıldırmaktayız vaaz ve irşadı da vatandaşa vermekteyiz. Camii içinde bir protokol uygulanmadığı gibi camiye gelen herkes bizim gözümüzde Allah’ın eşit kullarıdır.
“GÜNLÜK POLİTİK VE SİYASİ MESAJLAR İLE SALT YURTTAŞLIK BİLGİSİ İÇEREN KONULAR VAAZ VE HUTBE KONUSU OLAMAZ…”
Diyanet’in hizmetleri ve özellikle vaaz ve hutbe konuları dinin kendi özünden gelen konular olmalıdır. Günlük politik ve siyasi mesajların verildiği ve salt yurttaşlık bilgisi kitaplarında yer eden konular vaaz ve hutbe konusu olmamalıdır. Bu anlamda özellikle ara dönemlerde tepeden emir ve talimatla hutbe konusu yapılan başlıkları yeniden gözden geçirmeliyiz. Özellikle siyasetin kendi doğal akışının dışına çıkılan kırılma dönemlerinde Diyanet’in bazı uygulamaları inananları rencide etmiş ve bu rahatsızlıklar zamanla Diyanet’i tartışma konusu yapmıştır. Devletçi bu uygulamalara karşı vatandaşın önyargılı oluşunu ve tepki göstermesini anlamalı ve varsa bu uygulamaları kaldırmamız gerekmektedir. Çünkü din, inanç, dini kabuller, dini fetvalar ve dinin yaşanma biçimi bireylerin vicdanlarının ve kalplerinin tatmin olmasıyla ilgilidir. Aklına yatmayan bir uygulamayı bireyler kamu düzeni içerisinde kabul eder ve tatbik ederler, ama kalbini tatmin etmeyen inanca yönelik dayatmaları kişiler asla içselleştiremez ve kendinden göremez. Zaten din de budur. Seküler alanı ilgilendiren konuları dini bir inanç gibi kişilere dayatmaya kalkarsanız bu dinin özüne müdahale olarak algılanır ki, onu inandığı din ile aynı görmesi söz konusu olamaz ve o dayatma da devlet dini olarak görülür.
“DİYANET’E YÖNELİK HER TÜRLÜ ELEŞTİRİYİ DİKKATE ALIRIZ…”
Bugün anayasal güvence altında bulunan bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı elbette ki toplumun bir kısım din hizmetlerini görevinin kapsamı içinde yerine getirmektedir. Kadrolarının iyi niyetli ve fedakârca görev yapıyor olmaları her şeye rağmen takdire şayandır. Önemli olan hizmetin kendisinin niteliğidir, yoksa kurumların tartışılmaz bir kutsallığı yoktur. Büyük bir kadroyla gerçekleştirilen Diyanet hizmetleri belli açılardan toplumun takdirini ve ilgisini artırarak devam ettirmektedir. Ancak bu ve benzeri toplantılarımızda bizler sürekli takdir edilenleri değil, toplumda Diyanet’in hangi konularda tartışıldığını hatta tenkid edildiğini de konuşmalıyız. Kurumu kutsal ve dokunulmaz görerek tartışılmaz kılmak o kurumu korumak değil, aksine o kurumun yenilenmemesini sağlayarak zaman içinde tarihin dışına çıkmasına sebep olmaktır. Eğer geçmişimize bakarsak nice kurumların zamanla tarihin dışına çıktığını görürüz.
“DİYANET KAMU TÜZEL KİŞİLİĞİ OLAN, İDARİ BAKIMINDAN OLMASA DA EN AZINDAN DİNÎ VE İLMÎ BAKIMDAN ÖZERKLİĞİ BULUNAN BİR KURUM HALİNE DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR…”
Bu vesileyle yenidünya değerlerinin baskısıyla olduğu kadar yeni hizmet standartlarının da, dünya ölçeğinde ortaya çıkan yeni beklentilerin de kısaca bizi farklı parametrelerle karşılayan yeni zihniyet yapılarının da Başkanlığımızın sorumluluk alanını genişlettiğini, çeşitlendirdiğini belirtmek isterim. İtiraf etmeliyiz ki yeni ilgi ve sorumluluk alanları, başta vatandaşlarımız olmak üzere küresel ölçekte kardeşlik evrenimizin sınırları dikkate alındığında kurumumuza yüklenen vazifeler hızla artmaktadır. Açıkçası mevcut yapıyla bu yeni sorunları göğüslemek zorluklarla doludur. Mevcut yapımızın köklü bir şekilde gözden geçirilmesi gerekmektedir. Esasen 2010’da gerçekleştirilen düzenlemelerle teşkilatımız kendi geçmişindeki kısıtlamaların bir çoğundan kurtulma imkanı bulmuştu. Bugün tatsız birer hatıra olarak hatırladığımız kimi dönemlerde kurumumuzun yapısına uymayan taleplerle sıkıştırılmaya çalışıldığını, zaman zaman sıradan bürokratik bir aygıt olarak görülmek istendiğini, Başkanlığımızın ülkemiz gerçekliği içindeki ağırlığının gözardı edildiğini hatırlayabiliyoruz. 2010 düzenlemesinde bir telafi çabası hakimdi ve şükürler olsun pek çok konuda gerçekleştirilen düzenlemelerle kurum içi sıkıntılarımızı hafifletmiş olduk, bir çoğunu da aşmış olduk. Ancak bugün daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız ve bu sorunun tek tek her birimizi işlevsiz kılabilecek olası atakları karşısında kurumumuzun tahkim edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda dini ve ilmi özerklik talebimizin yerinde bir talep olduğunu biliyoruz. Kamu tüzel kişiliği kazanmış bir teşkilatın sahip olduğu meşruiyetle daha büyük bir ölçekte hizmetlerini kesintisiz bir dinamizmle sürdüreceğinden eminiz. Ümit ediyoruz ki önümüzdeki yeni Anayasa hazırlığı sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsü konusundaki toplumsal beklentiler hepimizi rahatlatacak bir şekilde düzenlenir ve böylece dini mübini İslam’ın hiçbir vesayet altında kalmak zorunda olmaksızın hizmetlerini her durumda her hanede her iklimde sürdürmesi daha da kolaylaşmış olur.
“CAMİLER, HERKESİN SOSYAL MEKÂNLARI HÂLİNE GELMELİ…”
Toplumsal bir talep olarak din eğitiminin karşılanmasına, ihtiyaçların giderilmesine ve toplumun beklentisine yönelik hukuki bir çözüme kavuşması son dönemlerin en sevindirici gelişmesidir. Bu gelişme karşısında camiamıza büyük sorumluluklar düşmekte olup bu duruma kendimizi hazırlamalıyız. Bu konularda korkulardan ve komplekslerden uzaklaşmalıyız. Diyanet İşleri Başkanlığı, bugün toplumun büyük bir kısmının ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Ancak hala camilerimizden, kadınlarımız çocuklarımız ve engellilerimiz rahatlıkla istifade edememektedir. Camiler herkesin doğal sosyal mekanları haline gelmeli ve bizler cami merkezli bir eğitim seferberliği başlatmalıyız. Camilerde toplumun her kesimi için ders halkaları oluşturulmalıyız. Açılan kampanyalar haftayla sınırlı kalmamalı, yılın her gününe yayılmalıdır.
Gerek ülkemizin dinamizmi ve gerekse İslam coğrafyası ve gönül dünyamızın bizden beklentileri bize yeni görevler yüklemekte ve görev tanımlarımızı değiştirmektedir. Bu tanımları birlikte geliştirmeliyiz ve yeni vizyonumuzu birlikte oluşturmalıyız. Bizim ifa edeceğimiz görevler asla misyonerlik mantığıyla olmamalıdır. Ancak her müminin yeryüzünde insanlığa hizmet için bir misyonu vardır.
Bu vizyon ve misyona uygun çalışmalar yapılmasını ümit ettiğini belirten ve bu konuda Allah’ın yardımını niyaz eden Diyanet İşleri Başkanı Görmez, seminerin hayırlara vesile olmasını diledi.