AHMET AKBUĞA(İHA) - Avusturya’nın Salzburg kentinde düzenlenen “Avrupa’ya Türk Göçünün 50. Yılında Uluslararası Türkiye – Avusturya İlişkileri Sempozyumu”na panelist olarak katılan Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Lütfü Sezen, Batı Avrupa’da yaşayan Türk işçi çocuklarının eğitim sorunlarını dile getirdi.
Sempozyumda konuşan Yrd. Doç. Dr. Lütfü Sezen, Batı Avrupa ülkelerinin (Almanya, Hollanda, Belçika, Danimarka, İsveç, Fransa, Avusturya) II. Dünya Savaşı sonunda büyüme ve gelişme göstermesi üzerine ucuz iş gücü bulma çabası içine girdikleri ve bunun sonucu olarak da Türkiye, Yugoslavya, İspanya, Yunanistan, Fas, Cezayir, Mısır gibi ülkelerden işçi talebinde bulunduklarını belirtti.
GÖÇ SÜRECİ
Bunun üzerine Türkiye’den bu ülkelere göç başladığını ifade eden Sezen, “Ekonomik yönden rahatlamak için yurt dışına giden işçiler, bu ülkelerdeki yüksek seviyede hayat standardını görünce, bunun cazibesine kapılmışlar, kendi ülkelerine geri dönmekten vazgeçmişlerdir. Daha sonra eş ve çocuklarını da yanlarına alan bu insanlar, geçici olarak geldikleri bu ülkelerde kalmak suretiyle büyük bir potansiyel güç oluşturmuşlardır. Buna bağlı olarak toplumlar arası kültür alış verişi hız kazanmış, sosyal ve kültürel yapıda önemli değişimler olmuştur. Batı Avrupa’ya giden işçi grupları arasında en çok ilgi gören, tercih edilen ve buna bağlı olarak kalıcı olanlar Türk işçileridir. Diğer ülkelerden gelen işçiler, verilen her işi yapmadıklarından kısa bir süre sonra dışlanmışlardır. Oysa çoğunluğu vasıfsız olan Türk işçiler, iyisine kötüsüne bakmadan verilen her işi yapmışlardır. Bu da çalıştıkları ülkelerde daha kalıcı olmalarını sağlamıştır” dedi.
TÜRKLER İŞ MAKİNESİ Mİ?
Batı Avrupa da yaşayan Türklerin sayılarının bugün milyonlarla ifade edildiğini belirten Yrd. Doç. Dr. Lütfü Sezen, “Ne var ki Batı Avrupa ülkeleri, 50 yılı aşkın süredir ülkelerine hizmet veren ve endüstriyel gelişimlerini gerçekleştiren bu potansiyel gücü bir iş makinesi olarak değerlendirmişler, bu insanların sosyal, kültürel hakları ve eğitim sorunlarıyla yeterince ilgilenmemişlerdir. Yurt dışına işçi gönderen ülkelerin yetkilileri de bu insanları altın yumurtlayan tavuk olarak görmüş, sosyal, kültürel alanda olsun, eğitim sorunlarıyla ilgili olsun her hangi bir çözüm yolu üretememişlerdir. Kendilerine tamamen yabancı olan, farklı din ve kültür anlayışının yaşandığı Batı Avrupa ülkelerinde çalışan Türk işçilerinin tek kazançları, ekonomik yönden belli bir refah düzeyini yakalamaları olmuştur. Kazandıkları, kaybettiklerinin yanında gölgede kalmıştır. Ekmek parası uğruna yabancı ülkelere göç etmek zorunda kalan bu insanlarımızın büyük bir bölümünün (her şeyden önce) aile düzeni bozulmuştur. Eşini, çoluk-çocuğunu Türkiye’de bırakıp çalışmak için Batı Avrupa ülkelerine giden bazı işçiler, bulundukları ülkede sürekli kalabilmek için yabancılarla yeni evlilikler yapmışlar, Türkiye’deki eş ve çocuklarını ihmal etmişler, onları kendi kaderleriyle baş başa bırakmışlardır.
Eş ve çocuklarını yanlarına alanların da bulundukları ülkelerin şartlarına uyumsuzluktan kaynaklanan ciddi sorunları olmuştur. Uyumsuzluk neticesinde, çocuklarının eğitimleri aksamış, eğitimsizlikten kaynaklanan sorunlar ortaya çıkmıştır. Türk işçi aileleri arasında; alkol kullanma, sigara ve esrar içme alışkanlığı edinen, aile ve çevresiyle sürekli çatışma halinde bulunan, uyumsuz, psikolojik sorunları olan gençlerin sayısı giderek artmıştır. Bu gençler arasında suç işleme oranı da giderek yükselmiştir.” diye konuştu.
KÜLTÜR ÇATIŞMASI
Doğu ve Batı kültürü arasında sıkışıp kalan Türk işçi çocuklarının büyük bir çoğunluğunun her iki kültürü yeterince öğrenemediklerinden eğitimlerinde başarısız olduklarını kaydeden Sezen, “Ancak güçlü bir aile desteği alabilenler karşılaştıkları sorunları aşabilmiş, eğitimlerini başarıyla tamamlayabilmişlerdir.” dedi.
Batı Avrupa ülkelerindeki Türk işçilerin, gerek dil, gerekse sosyal ve kültürel farklılıklar nedeniyle bir yalnızlık duygusu içinde olduklarını ifade eden Sezen, şöyle konuştu:
“Bu duygunun şiddeti, başlangıçta oldukça yüksek düzeyde oluyor. Cemaat tipinin şartlandırdığı bu insanlar, büyük toplumda aynı sıcaklık, içtenlik, ilgi ve yardımı göremiyor. Ancak birbirleriyle temas sağlamak suretiyle bu ruhsal baskıyı silmeye çalışıyorlar. Araştırma alanımız olan Almanya ve Hollanda’da çalışan Türk işçilerinin sayısı giderek çoğalmasına rağmen, etkinliklerinin yeterince arttığını söylemek oldukça güç. Bunun nedeni de buralarda çalışan işçilerimizin yeterince eğitim almayışlarıdır. Türk işçilerin büyük çoğunluğu, kendilerinin ve çocuklarının eğitimine önem vermeyi bir yana bırakınız, başta mesleki eğitim ve dil eğitimi olmak üzere her türlü eğitime ilgisiz kalmaktadırlar. Bu ülkelerde 40-50 yılını geçirmesine rağmen, bir adres sormasını bilemeyen, çocuğunun okulda kaçıncı sınıfa devam ettiğinden haberi olmayan Türk işçiler gördük. Batı Avrupa’da çalışan vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu, yeterince eğitim alamadan yurt dışına çalışmaya gitmişlerdir. Bu nedenle eğitimin insan gelişimindeki önemini kavramada geç kalmaktadırlar. Buna rağmen, kendisi okur- yazar olmadığı halde eğitimin önemini çok iyi kavrayan, çocuğunun eğitimine gereken önemi veren, onu en iyi okullarda okutan, her türlü sorunuyla ilgilenen pek çok vatandaşımıza da rastladık. Bu vatandaşlarımızın insan eğitiminin önemini kavramış olmaları, bizi ziyadesiyle mutlu ettiği gibi, doktor, mühendis, öğretmen, hakim, ekonomist vb. meslekler edinmiş çocuklarıyla tanışmanın gururunu yaşadık. Kendilerini tanıdıktan sonra; bu gençlerin, Avrupa’da bizi en iyi biçimde temsil edeceklerine olan inancımız güçlendi. “
SİSTEM DEĞİŞİKLİĞİNİN YOL AÇTIĞI PSİKOLOJİK EROZYON
Sezen, yıllar önce Türkiye’den göç edip Batı Avrupa ülkelerine giden işçilerin
sisteme göre değişikliklere uğradıklarını belirterek, konuşmasını şöyle tamamladı:
“Başlangıçta erkek, genç ve bekar olmak üzere üç temel özellik taşıyorlardı. Yıllar sonra bu özellik değişmiştir. Bekarlar evlenmiş, gençler orta yaş olmuş, erkekler yanında kadınlar da iş hayatına girmişlerdir. Avrupa’ya yeni gelen Türk aileleri içinde pederşahi kuralların geçerli olması, Batı toplumunu tanıyan çocuk ve gençlerin zamanla, bu kesin otoriteye karşı çıkmalarına neden olmaktadır. “Kız-erkek arkadaşı bulunan, iyi dil bilen, gençlerin bu kesin otoriteyi yıkmak için her yola başvurduğu, aile içinde şiddetli geçimsizliklere neden olduğu, evden ayrıldığı, hatta bazen kendi ana-babasını polise şikâyet ederek mahkeme kararı ile yurtlara yerleştiği bilinmektedir. Bu çocuklarımız arasında şiddet olaylarına karışanların, diğer çocuklarımıza göre daha büyük sayılara ulaştıkları bilinen bir gerçektir. Başarılı bir eğitim yapan, en azından bir diploma alarak temel eğitimini veya üst bir okulu bitiren gençler, bir meslek sahibi olabilmek için gayret göstermekte; staj, ev ödevi, kütüphane için fazla zaman harcadıklarından, şiddet olaylarından uzak kalabilmektedirler. Batı Avrupa’da çalışan işçilerimizin ve diğer vatandaşlarımızın anlattıklarından edindiğimiz izlenim, çalıştıkları ülke etkililerinin ve Türkiye’nin işçi çocuklarının eğitimine gereken önemi vermedikleri yönünde olmuştur. Karı-koca birlikte çalıştıkları durumlarda, yuvaya verilen çocuk tamamen ailesine yabancı olan bir kültürle yetiştiriliyor. Kendi değerlerini öğrenemiyor ve ulusal kimliğini kaybediyor. Türk öğrencilere verilen; Türkçe, Tarih, Yurttaşlık, Din Bilgisi dersleri gibi Türk kültürünün öğretilmesi amacını taşıyan bilgilerin, yeterli ve istenilen ölçüde yararlı olduğu hususu şüphelidir. Dış ülkelere, bu görev için gelen öğretmenlerden, temas sağlayabildiklerimizde gördüğümüz durum, tıpkı işçilerde olduğu gibi, kısa zamanda kazanç sağlama tutkusuna kapılmış olmalarıdır. Bu nedenle eşlerini çalıştırmakta, kendileri de ders saatleri dışında, serbest ticaretle uğraşmaktadırlar. Okul öncesi çocukların eğitimi ve yetişmesi için, Türk işçilerinin yoğun olduğu bölgelerde, Türk öğretmenlerin görevlendirildiği anaokulların açılması zorunludur. Aksi takdirde, ulusal kültürden yoksun, kendi toplum değerleri ile ilişkisi kopmuş, yeni kuşak yetişecektir. Yurt dışında çalışan vatandaşlarımızı en çok düşündüren de budur. Günümüz deki Türk gençleri, babalarından çok farklı. Yabancı ülkede doğup büyüdükleri için yabancıları iyi tanıyorlar. Verilen her işi yapmıyorlar. Gençler, Türklerin yoğun olduğu yörelerde kendilerine baskı yapan yabancılara karşı çıkabiliyorlar. Bu yörelerdeki yabancı gençler de Türk gençleriyle daha iyi diyalog kurabiliyorlar ve onlarla iyi geçinmeye çalışıyorlar. Yeterince eğitim alamayan Türk çocukları, Türkçe bilmedikleri gibi, Almancayı da iyi bilemiyorlar. Bu da başarılarını olumsuz yönde etkiliyor, Alman öğrenciler arasında eziklik ve suçluluk duygusuna kapılıyorlar. Ana-babanın eğitim yetersizliği, çalışma hayatının ağırlığı çocukların aileden gereken desteği alamamalarına neden olmakta, onları sokağa itmektedir. Türk çocuklarının içinde yaşadıkları toplumla, aile yaşantıları arasında büyük tezat, sağlıklı karar vermelerini engellemekte ve kişilik bozukluklarını ortaya çıkarmaktadır. Evden uzaklaşan çocuklar, oyun salonu, birahane, disko gibi vb. yerlere gidince; buraları kendilerine mekân edinmiş olan suçlu ve sabıkalılarla ilişki kurmakta, buna bağlı olarak şiddet olaylarına başvurup suç işlemektedirler. Son yıllarda yabancı düşmanlığı sergileyen bazı gruplara karşı şiddete başvuran Türk gençleri de vardır. Bu tarz şiddeti başlatanlar ve körükleyenler daha çok yabancı işçilerin ülkelerinde çalışmasını istemeyen gruplardır.
Sürekli olarak yabancı kültür dalgalarının etkisi altında yaşamak zorunda kalan Türk işçi çocukları, çok şiddetli manevî değer kaybına uğramaktadırlar. Bu da önemli ölçüde kültür erozyonuna neden olmaktadır. Araştırmalarımız sırasında, Batı Avrupa’daki Türk işçilerin çocuklarının dinî eğitimi konusunda da çok büyük sıkıntıları olduğuna tanık olduk.”