Prof.Dr. Mevlüt Özben, kadın cinayetleri hakkında değerlendirmelerde bulundu.
Ülke de, zaman kesişmesi bakımından, internet ve sosyal medya araçlarının yaygınlaşmasıyla örtüşen ve Merve Karabulut cinayeti (2009) ile başlayan, Ayşe Paşalı (2010) ve Özgecan Aslan (2014) ile devam eden ve bugünlerde Emine Bulut (2019) cinayeti ile toplumsal öfkenin üzerine odaklandığı kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda “kapitone noktası”na varılmış olduğunu ifade eden Prof.Dr. Özben, “Haberli olduğumuz ya da medyaya yansıyan kadın cinayetlerinin kimi ortak özellikleri var elbette, ancak bu özellikler arasında birisi diğerlerinden daha dikkat çekici Buna göre, ülkemizde ve aslında tüm dünyada, kadın cinayetleri Mrquez’in “Kırmızı Pazartesi” adlı romanının ana kurgusu olan, işleneceği açıkça duyurulmuş bir cinayetin hiçbir engele takılmaksızın gerçekleşmesine benziyor. Başka bir deyişle şiddet ve cinayet kadınlara yönelik bir tehdit ve olasılık olarak sosyo-kültürel bir zemin gerçekliğine sahip. Bu biliniyor, ancak engellenemiyor. Başta kadın bedeni olmak üzere, onunla ilgili pek çok şeyde belirleyici olmak isteyen ataerkil tavır ve eril baskı araçları politik, dinsel, kültürel ve ekonomik hedefler dolayımın da karşımıza çıkabiliyorlar. Bu alanlarda kadın bedenine ve kimliğine, kısacası kadının varlığına sahip olmayı tarihsel ve kültürel bir kazanım olarak sürdürme taraftarı olan bir erkek egemen kültür söz konusu. Bu kültürde baskı, sindirme ve tüm çeşitliliği içerisinde şiddet gözlemlenebilir bir olgu ne yazık ki. Şunu söylemek istiyorum; kadın, “organize bir kültürün” hem sahiplendiği, desteklediği (koruduğu-kolladığı) hem de baskı ve denetim altında tuttuğu bir varlık. Dikkat ederseniz şiddet gören ya da cinayete kurban giden kadınların failleri yakınları. Yani hem koruyan, kollayan hem de denetim ve baskı altında tutan erkek fail, kadının yakını. Benim iddiam şu; kadına şiddet ve bilhassa kadın cinayetleri konusunda ileri sürülen ve/veya görünen nedenler ne olursa olsun bu insanlar kadın oldukları için de kolayına şiddet görüyor ve daha kötüsü öldürülüyorlar. Şayet bu doğruysa, yani kadına şiddet ve kadın cinayetlerinde görünen nedenler dışında failin mağdur ya da kurbana yönelik edimini belirleyen temel olarak mağdurun/kurbanın kadın olmasıysa, cinsiyetçi terörle karşı karşıyayız demektir. Bu bağlamda denilebilir ki, cinsiyetçi terörün ilk ve en belirleyici özelliği kurbanlarının cinsel statüsüdür: kadın olmalarıdır” dedi.
Öncelikle, kadına şiddet ve kadın cinayetlerinde failin özelliklerinin ve yaptığı şeyin hangi gerekçelerle yaptığından ziyade, onun yapılana eklenen bir kurgu olduğunu akılda tutmak, yani ‘yapılana’ odaklanma önerisinde bulunan Prof.Dr. Özben, “Başka bir deyişle, kadına yönelmiş olan şiddet ve kadın cinayetlerinde olayın detaylarına ve/veya kendi hususi hikayesine odaklanmaktan çok yapılana odaklanmak gerekmektedir. Çünkü ortada evrensel olarak “kadının güvenliği sorunu” duruyor. Evet, yanlış duymadınız; tüm dünyada ve Türkiye’de kadın özelinde bir güvenlik sorununa odaklanmanın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Örneğin ABD’nin Güney Caroline eyaletinde Afrika kökenli Amerikalıların ibadet ettiği tarihi kiliseyi kana bulayan 21 yaşındaki (beyaz) Dylann Roff’un fail olarak kimliği ve özellikleri önemlidir elbette; ancak bundan daha önemlisi bu eylemin nefret duygusuyla gerçekleştirilmiş bir ırkçı saldırı olmasıdır. Tam da bu yüzden, tümüyle faile odaklanmaktan ziyade, failin de eklendiği kurguya, yani ‘büyük gerçeğe’ (yapılana) odaklanmak daha doğru olacaktır. Aynı şey, çoğunlukla, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri için de geçerlidir. Nedenler değişse de, faillerin özellikleri başka başka olsa da, değişmeyen ya da ortak olan, kadınların, çoğunlukla, kadın oldukları için (de) şiddete uğradıkları ve/veya cinayete kurban gittikleridir. Kadına şiddet konusunda her kültürün bir takım defoları var. Örneğin bizim kültürümüzde, kadına şiddeti ‘olduğundan hafif göstermenin’ kimi aksiyomatik meşrulaştırım biçimlerinden söz edebiliriz. Buna göre, ‘babasıdır döver’, ‘abisidir döver’, ‘kocasıdır döver’ gibi kabullerin erkek ve kız çocuklarının kültürü içselleştirme süreçlerine dahil edilmeye devam edildiklerini biliyoruz. Bunları ve benzerlerini terk etmeliyiz” diye konuştu.
“SOSYAL MEDYALAR BİZLERİ, “BAKAN İNSAN” DURUMUNA İNDİRGEDİLER”
Sosyal medya üzerinden gösterilen tepkilerin bazen olumlu olduğunu, ancak kimi sakıncalarının bulunduğunu kaydeden Prof.Dr. Özben, “Şöyle ki, bir olay, sosyal medya tarafından zapt edildiğinde, olayın kendisi, birçok durumda, olayın “aktarımına” kıyasla ikincil kalabilmekte ve böylece olay büyük ölçüde nesneye dönüştürülebilmektedir. Nesneye dönüştürülen ve özellikle sosyal medya teknolojileri aracılığıyla, sayısız tekrarlar içinde her yerde yansıtılabilen olaylar, ister istemez bir anlam erozyonuna da uğrayabiliyorlar. Örneğin kadın cinayetleri gibi tüm toplumun vicdanını kanatan olaylarda, kurbanların fotoğrafları/görüntüleri ve bunlara iliştirilen bir kaç kelime veya cümle etiketlenerek paylaşıldıkça, ‘yapılana’ dair anlam kaybolma riski ile karşı karşıya kalabilmektedir. Sayısız paylaşımlar ilgiyi kurbana acıma ve faili lanetlemede sabitleyebilmekte ve böylece “yapılan” anlam erozyonuna uğrayabilmektedir. Ayrıca bu türden olaylara ilişkin sayısız paylaşım ve tekrarlar, bir şekilde, “görevimizi yaptık” ya da “Ohh be! Hassasiyetimizi gösterdik” duygusunu da güçlendirerek, görülmedik derecedeki ilgi patlamasına rağmen, ‘yapılanın’ olduğundan hafif gösterilmesine, hatta algılanmasına yol açabilmektedir. Sosyal medyalar pek çok olumlu tarafları dışında bizler için şöylesi bir olumsuzluğu da beraberinde getirdiler. Daha açık söylemek getirirse, sosyal medyalar bizleri, “bakan insan” durumuna indirgediler. Biz sosyal medya kullanıcıları, bakan ama “göremeyen” insanlar haline geldik bir bakıma. Oysa bakmakla görmek aynı şey değil. Görmek için etkinlik, içsel açıklık, ilgi, sabır, samimiyet ve konsantrasyon gerekiyor. Buna karşılık bakmak daha nötr bir duruma göndermede bulunuyor. Bu durum kadına şiddet ve kadın cinayetleri için de geçerli gibi geliyor bana. Yani, kanımca, kadına şiddet ve kadın cinayetlerini, görmek ve görebilmekten ziyade, bakılan ve ‘gezilen’ yerler olarak sosyal medyada hızlıca tüketiyoruz? Bunların üzerinde düşünmemiz gerekiyor Çünkü tartışılan, konuşulan kadınların eşitlikçi hukuki hakları veya eğitim hakkı değil, ‘yaşam hakkı’ Bilinçli olarak tekrar etmek istiyorum: Kadınlar, güvenliklerini tehdit eden ataerkil kültür ve eril tahakkümün araçları olan eşitsizlikçi kurumlar ve elbette toplumlarda yaşadıklarından, bunun adının “güvenlik sorunu “olarak konulması ve gerekli tedbirlerin ivedilikle ele alınması gerekmektedir” açıklamalarında bulundu.