Avrupa Parlamentosu seçimleri sonunda tamamlandı. Buna karşın başlayan tartışmalar ivme kazanarak sürdürülüyor.
Önümüzdeki beş yıllık dönemde görev yapacak olan bu parlamentonun yapısı ve yapacakları da aynı şekilde tartışılacaktır. Genel kanı, oluşan bu yapının sağlıklı bir yapı olmaktan çok uzak olduğudur.
Hırs, kin ve iyi niyetten yoksun olan kişilerin üstünlük sağladıkları bir kuruluşa dönüşmüştür. Tartışmalar da bu noktada düğümlenecektir.
AB’ne yeni alınacak olan ülkelere demokrasi dersi vermeye kalkışan bazı kişilerin, bundan böyle susmaları gerekiyor.
Neden mi…
Dört gün süren seçim sürecinde 388 milyonluk Avrupalıdan yalnızca yüzde 43’ü sandık başına gitmiştir. Demokrasi, özünde çoğunluk rejimi olarak kabul edildiğine göre, alınmış olan bu sonucu, ayak topu söylemi ile faul olarak okumak mı gerekiyor ne…
AB ülkelerinde sandık başına gitmeyenleri, bizde olduğu gibi tatlı su aydınları olarak tanımlamamak gerekiyor. AB fikrinin oluşamayacağına inandıklarını söyleyebiliriz.
Yamalı bohça görüntüsü vermekte olan AB’nin, Birleşik Amerika Devletleri, Rusya Federasyonu, Hindistan ve diğer Latin Amerika ülkeleri karşısında her hangi bir güç oluşturamayacağını gördüler mi ne…
Almanya ve Fransa’daki iktidar partileri seçimden başarılı çıktılar.
Her iki ülkede ırkçı söylemleri öne çıkaranların da geçmişe oranla başarılı oldukları görülmüştür. İktidardaki partilerin, ırkçı söylemleri öne çıkaranlara hoşgörü ile bakmaları halinde, sonucun kan ve gözyaşı olacağını da bilmeleri gerekiyor.
Yakın geçmişte yaşananların da unutulmaması gerekmektedir. Aslı dururken hiç kimsenin taklidine prim vermeyeceği gerçeğinin yaşanarak öğrenilmesine gerek olmadığının altını çizmek durumundayız.
Hollanda’daki ırkçı Özgürlük Partisinin oy patlaması yaptığı biliniyor. Bu partinin en önde gideni olan Geert Wilders, alınan sonuçları ‘fantastik’ bulduğunu söylüyordu. Bay Wilders bunun da ötesine geçerek, Avrupa Parlamentosunu “içeriden çökertmek” amacı için seçimlere girdiklerini vurguluyordu.
AB’nin 27 ülkesinde alınan bu sonuçlar tartışılırken, bir diğer tartışma konusu ise, Türkiye’nin üyeliği konusunda yaşanıyor. Avrupa Parlamentosu Başkanı olan Alman Hans Gert Pöttering, ayrıcalıklı ortaklık önerisinde ısrar edilmesi gerektiğini belirtiyordu.
Bu ortaklığın ne tür bir ortaklık olduğunun Türkiye’de açık yüreklilikle tartışılıp konuşulması gerekmektedir. Bu ortaklık türü tam üye olunmadan kapı önünde bekletilmenin ötesindedir. Burada beklemek zorunda bırakılacak olan Türkiye’den, Brüksel’deki lahana tarlalarında oluşturacakları kararlara aynen uyması ve uygulaması istenecektir.
Üye ülkelerde seçimlere katılmayanların büyük çoğunluğunun, kendi ülke parlamentolarına yapılacak olan bu dayatmalara karşı çıktıkları için katılmadıkları bilinmektedir. Onlar üye olarak bu dayatmalara karşı duruş gösterirlerken, Türkiye’de yaşanmakta olan telaşı anlamak olanaklı değildir.
Bir dönem Alman siyasetine damgasını vurmuş olan Helmut Kohl’ün Türkiye’ye tam üyelik sözü verdiği de unutulmamıştır. İslam dünyasına olan yakınlığı nedeniyle ve köprü kurabilmek adına bu sözün verildiğini söylemek olasıdır.
Günümüzde bu yaklaşımdan hızla uzaklaşılmakta olduğu gerçeği ile yüzleşmekteyiz. Bu yaklaşımla Türkiye’ye karşı yeni bir Haçlı seferine çıkmaya hazırlanıyorlar mı ne…
Şu andaki haliyle AB’nin bir arada tutulamayacağı görülüyor. Bu kanı önde gidenlerce de kabul edilmektedir. Buna karşın yürütülmekte olan müzakerelerde açılan ve kabul edilen başlık sayısı bilinmiyor. Konuya ilişkin olarak hangi noktada durduğumuzun bilinmesi gerektiğini vurgulamak istiyoruz.
Müzakerelerde ‘enerji’ başlığının açılacağının söylenmesi sonrasında mendil büyüklüğündeki ülkenin önde gidenleri “hayır”ı bastılar. Kıbrıs adasının çevresindeki enerji kaynaklarını yasa dışı olarak müşteri kızıştırır gibi anlaşmalarla pazarlayanların, üzerine gidilmesi gerekmektedir. Onların yaptıklarını yüzsüzlük ötesi olarak değerlendirmenin yeterli olmadığının da bilinmesi zorunludur.
Bu nedenle adada orta oyununa dönmüş olan müzakere masasından zaman yitirmeden kalkmak gerekiyor mu ne…
SEVGİ ile kalınız…