Eskiler ne güzel söylemiş... Lokman Hekim'in oğluna verdiği o nasihat, günümüzün şaşalı dünyasında bir tokat gibi şaklatıyor yüzümüze.
Bakın şu züppe zamane insanına! Kredi kartı limitini zorlayarak gittiği şu "fine dining" dedikleri şaşaalı restoranlarda, tabağındaki üç yaprak marulu, iki dilim havucu ve yarım kaşık sosu yemek diye yutturmaya çalışıyorlar millete. İçi boş, ruhu aç! Oysa bizim köyümüzde, tarladan gelip de o terli alnıyla sofraya oturan adamın yediği kuru soğan-ekmek, şu İstanbul'un göbeğindeki bütün yıldızlı restoranlardan daha lezzetli, daha şifalıdır.
Alırsın hacı dayının o koca yorganını, içine sarmalarsın kendini. Şırıl şırıl akan paranla aldığın o ortopedik bilmem ne yatağı çöpe at gitsin! Yorgunluk en büyük uyku ilacıdır. Bizim babalarımız, dedelerimiz çalışmaktan kabuk tutmuş elleriyle o yırtık minderlerde öyle bir uyurlardı ki, kraliyet ailesinin yataklarında bile bulamazsın o huzuru.
Ve gel gelelim o villa muhabbetlerine... Şu emlak sayfalarda fiyatlar uçmuş gitmiş, milletin aklı başından gitmiş. Herkes üç kuruş biriktirip ev alacağım diye kırk takla atıyor. Oysa insan, kalbine ev yapmayı bilmeli önce. Birisinin gönlünde yer edinmişsen, işte o zaman gerçek anlamda ev sahibisin demektir.
Lokman Hekim binlerce yıl önce anlamış bu işin sırrını. Biz hâlâ anlayamamışız. Tok gözlülük, alın teri ve gönül zenginliği... Bu üçünü kafamıza kazıyalım. Yoksa şu taksitle aldığımız lüks mobilyalar, şu vitrinlerde gözümüzü kamaştıran pahalı yemekler, şu emlakçı camlarındaki uçuk fiyatlı daireler bizi adam etmez!
Velhasıl, bu devirde Lokman Hekim gibi düşünmek devrim niteliğinde. Açlığın kıymetini bilmek, yorgunluğun değerini anlamak ve insan kalbinde yer edinmenin sırrına ermek... İşte size en büyük zenginlik budur. Gerisi lafügüzaf, palavra, yalan!