Gördüğümüzü ve bildiğimizi değil, duyduğumuzu ve zannettiğimizi konuşarak kirletiyoruz toplumu..
İftira, bühtan ve yalan..
Ağzımızdan çıkan yanlış ve yanlı bir sözün, muhatabımız olan insanların hayatına etkilerini düşünmüyoruz bile..
Söyleyip geçiyoruz..
Çamur atıp, iz bırakıyoruz..
Siyasette ticarette, sanatta..
Biri iş hayatında öne çıkmaya görsün..”Babasından mı kaldı” bühtanları yağar üstüne..
Hele siyasette..
Seçim dönemlerinde herhangi bir göreve talip oldunuz mu, ardınızda sizi aklayacak bir güruh yoksa yandınız ki ne yandınız..
İftira heyelanları keser yolunuzu..
Bunları sıradan insanların yaptığını zannetmeyin.. İftira etmek toplumsal bir hastalık artık..
Öyle olur ki, siyasette “bir bilen” rolünü üstlenmiş, hatta kanaati topluma yol çizecek kıvamda kabul görmüş biri, çizer isminizi..
Ondan bir şey olmaz’la yağar özel hayatınıza zanlar ve iftiralar..
Sonra kıble, sonra seccade, sonra tespih ve sonra dua..
İftira yağdırır, ardından tevbesine “cevaz” ararız..
Karalanan, iftira edilenin hayatının önemi yoktur..
İftira nefs için, tevbe nefs için..
Ya kul hakkı..
Ne kadar gariptir..
Bir namazlık saltanatın olduğu musalla taşı önünde sorar hoca: “Merhumdan razı mısınız, hakkınızı helal ediyor musunuz?
Hele kalabalıksa saf tutanlar, koro halinde yükselir sesler, “Helal olsun”..
Allah bilmez mi kulunun ettiğini..Allah sormaz mı hesabını kulunun..
Bu kadar sahipsiz midir insan?
Ne helal olsun… kime helal olsun...
Hesabı yaradana terk etmek ve yalnız ona vermek varken musalla önünde aklanma ve ibra yeter mi?
Bu babda yazılmış enfes bir makaleyi, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Fikret Karaman’ın Diyanet aylık Dergisi şubat sayısında yayımlanan “İnsan onuru ve iftira” başlıklı yazıyı paylaşmak istedim sizinle..
Kul hakkı almaktan Allah’a sığınarak..
Kul Hakkı alanlardan Allah’a sığınarak..
“İnsan onuru ve iftira”
Doç. Dr. Fikret Karaman
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
“Zaman nehir gibi akıp gitmektedir. Hiçbir dönemde, onu durdurmak mümkün olmamıştır. Buna paralel olarak hayatı oluşturan iş ve hareketlilik de bir çeşit devam ediyor. Bu bağlamda yoğun olaylarla geçen 2009 yılına veda etmiş bulunuyoruz. Ancak bu yılın acı ve tatlı olayları, her insanın zihninde farklı hatıralarla yaşamaya devam edecektir. Belki de bunların bir bölümü, tarihin arşivine ve hafızasına kaynak teşkil edecektir. Şimdi ise, 2010 yılını idrak etmiş bulunuyoruz.
Elbette bir yılı tamamlamanın ve yeni bir yıla ulaşmanın muhasebesini iyi değerlendirmek gerekir. Çünkü fert ve toplum için değil bir yıl, gece ve gündüzü teşkil eden yirmi dört saatlik zaman dilimi bile uzunca bir süredir. Zira sabahtan akşama ve akşamdan sabaha kadar; kaybetmek de kazanmak da mümkündür. Yine bu süre içinde; hastalık, elem, keder veya başka sıkıntılarla da yüz yüze gelebiliriz. Yarının kâr ve zararını, mutlu veya mutsuzluğunu da şimdiden bilemeyiz. Daha da önemlisi insanlığın ortak paydası olan saygı, onur ve değerlerimizin bu süre içinde korunacağına dair bir garanti de yoktur. O halde yılsonunu beklemeden her günümüzü ve gecemizi huzur içerisinde geçirmeye dikkat etmeliyiz. Fırsat varken Allah’a, hamd ve dua ile yalvarmalıyız.
Aslında hiç kimse yarın ne olacağını bilemez.
Bu satırları 1 Ocak 2010 Cuma günü akşam yazdığım sırada televizyonda bir ara haberi izledim. İstanbul’da beş tinerci genç, bir apartmanın önüne gelerek rast gele bir kapının zilini çalıyor. O arada, evde bulunan 16 yaşındaki bir çocuk aşağıya inerek kapıyı açıyor. Muhtemelen niçin evin zilini çaldıklarını öğrenmek istedi. Fakat hiçbir sebep yoktu. Ne korkunç, fitne ve bela kapıya kadar gelip dayanmıştır. Masum çocuk, başına geleceklerden habersizdi. Tekrar içeri girmek istedi. Ancak imkân bulamadı. Aralarında çıkan tartışma sonucu, ne yazık ki tinerci gençler, bu çaresiz ve korumasız çocuğu bıçaklayarak öldürmüşlerdir. İşte yılın ilk kahreden olaylarından biri. Şimdi bu aileyi nasıl teselli edersiniz? Bu genç niçin öldürülmüştür? Bu suçu işleyenlerin amaç ve düşünceleri nedir? Varsa aileleri bunun hesabını nasıl verecekler? Sahipleri yok da tamamen sokağa terk edilmişlerse, ilgili sosyal kurumların sorumluluğu yok mudur? Gerçekten izahını yapmak çok zordur. Çünkü soruların cevabı bulunsa bile artık ölen genci geri getirmek mümkün olmayacaktır. Bu nedenle diyoruz ki insan hayatı, onuru ve şerefi çok önemlidir. Bir hiç uğruna bunlara kıyılmamalıdır. Şüphesiz ki beşer planında gerekli tedbirler alınmalıdır.
Ancak görünür veya görünmez kaza, bela ve iftiralar için Allah’a sığınmayı da ihmal etmemeliyiz. Evet, bu alanda söylenecek ve yazılacak çok şey var. Fakat biz bu yazımızda; insanın onurunu ve haysiyetini inciten davranışların başında yer alan ve günümüzde daha da yaygın hale gelen iftira, yalan, kin, öfke, nefret ve dedikodunun açtığı yaralara dikkat çekmek istiyoruz. Ne yazık ki günümüzde bu yara, gittikçe derinleşmekte fert ve toplumu ciddi anlamda etkilemektedir.
İnsan onuru kavramı; sözlüklerde, izzetinefis, itibar, haysiyet, şeref, erdem, vakar, gurur, saygınlık, kendine saygı duyma ve başkalarını da kendine saygılı kılma olarak açıklanmıştır. Genel olarak "İnsan onuru" ile “İnsan değeri" eş anlamlı kullanılmaktadır. Buna göre; onur ve değer insan özelliklerinin bütünü olarak ifade edilebilir. Nitekim Yüce Allah insanı; bir halife konumunda ve güzel bir biçimde yarattığını, kendisine şeref ve onur bahşettiğini, onu karada ve denizde taşıdığını, kendilerine en temiz nimetler verdiğini ve onları varlıkların birçoğundan üstün kıldığını haber vermektedir. (İsra, 70; Tin, 4) Bilindiği gibi halife; sorumluluğu veya belli bir görevi üstlenen vekil ve temsilci demektir. Buna göre Allah yeryüzündeki iradesini temsil etmek üzere insanı yaratmış, kâinatı ona emanet etmiş ve orada ilahi hükümranlığı gerçekleştirme görevini de kendisine vermiştir. Diğer taraftan insan ruh ve beden kabiliyetleri yönünden de varlıkların en mükemmelidir. Hür ve serbest iradesiyle sorumluluğunu idrak eden “kâmil varlık” konumundadır. Fakat onur, makam ve mevkiini düşünme yerine, inat ve nefsine tabi olması durumunda, bu kez canlı varlıkların en aşağı mertebesine düşmesi de muhtemeldir.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.); zengin, fakir, yerli, yabancı, makam ve mevki ayırımı yapmaksızın herkese eşit davranmış ve onlara değer vermiştir. Her toplumda olması muhtemel fakir, hasta, yaşlı, yetim, dul ve çocuk gibi zayıf kesime özel ilgi göstermiştir. Hatta Mekke’de sözde bazı ileri gelenler! Hz. Peygamber (s.a.s.)’e mesafeli durmalarının gerekçesi olarak ona ilk Müslüman olanların kimsesizlerden oluştuğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim şu ayeti kerime de onların bu karakterini açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Onlara; insanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit “Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!” derler. Biliniz ki sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler). (Bakara, 13) Oysaki insanın değeri, yaptığı işlerle belli olur. Unutmayalım ki yapılan amellerin hesap ve takdiri Allah’a aittir. Çünkü bütün eylemlerin hangi niyetle ve maksatla yapıldığını ancak Allah bilir. Bizim görevimiz insana doğuştan verilen haklarına, şeref ve onuruna saygılı olmaktır. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in şu hadisleri bize ışık tutmaktadır:
“Bir müminin dokunulmazlığına, şerefine dil uzatılan yerde bir mümini mahcup eden kimseyi Allah, en çok yardıma muhtaç olduğu bir anda onu perişan eder. Bir müminin şerefine dil uzatılan, dokunulmazlığı çiğnenen bir yerde mümine yardım edip onu savunan kimseye de Allah, en çok yardıma muhtaç olduğu bir sırada ona yardım eder.” (Ebu Davud, Edeb, 12)
“Ey diliyle inanıp da kalbine imanın girmediği kimseler, Müslümanları incitmeyiniz, onları kınamayınız, gizli taraflarını izlemeyiniz. Çünkü kim Müslüman’ın gizli kalması gereken hususlarını izlerse Allah da onun gizli şeylerini izler ve Allah kimin gizli yönlerini izlerse onu evinin içinde dahi rezil eder!” (Tirmizi, Birr, 85)
Abdullah bin Ömer ise bir gün Kâbe’ye bakarken ellerini ona doğru kaldırarak şöyle demişti: “Ey Kâbe, yücesin. Dokunulmazlığın da yücedir. Fakat Allah yanında müminin dokunulmazlığı, senin dokunulmazlığından daha büyüktür.” (Tirmizi, Birr, 85)
Şeyh Galip, insanoğlunun önemine vurgu yaparken ona âlemlerin özü veya kâinatın göz bebeği demiştir:
“Hoşça bak zatına kim, zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.”
İnsanlık onurunu ve haklarını korumak amacıyla hazırlanan “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin resmi metninde ise şu ifade yer almıştır: "Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler." Bu durumda insan yerini bilmek ve kendini orada bulmak zorundadır. Diğer insanlara da bu gözle bakmayı ihmal etmemelidir. Tıpkı kendisi gibi onun da kâinatın gözbebeği olduğunu, haklarına riayet edilmesi gerektiğini hesaba katmak durumundadır.
Bir imtihan dünyasında yaşıyoruz. Hayırla şer, iyilikle kötülük, güzel ile çirkin, hak ile haksız, doğru ile yanlış gibi zıtlıklar birbiriyle yarışmaktadır. Ne yazık ki tarihin her döneminde ve her toplumda aklıselim çizgisinde yer alanlar olduğu gibi bunun karşısında da yer alanlar olmuştur. Hal böyle olunca bu çarkın içinde bulunan insanoğlunun kıskançlık, dedikodu ve çekememezlik gibi zaafları ön plana çıkmaktadır. Dolayısıyla kimi zaman insan, muhatabı olan akraba, komşu, dost, arkadaş ve meslektaşlarına karşı kin, nefret ve öfke ile bakabilmektedir. Bazen daha da ileri giderek yalan ve iftiralarla onur ve haysiyetlerini kırmaktadır.
Oysaki yalan ve iftira; fert ve topluma, yapılacak en büyük haksızlıktır. Kişi ve kamu hakkını ihlal etmektir. Diğer bir ifade ile onların itibarını zedelemektir. Gerçekten iftira alışkanlığı ve kolaycılığı başlı başına bir felakettir. Nitekim sözlükte; yalan söylemek, uydurmak, asılsız isnatta bulunmak gibi anlamlara gelen iftira; terim olarak “bir kimseye asılsız olarak suç, günah yahut kusur sayılan bir nitelik, söz ve davranış isnat etmektir.” Aynı kelime yerine göre “bühtan” olarak da kullanılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de iftira ve aynı anlamı ifade eden kelimeler 59 ayrı yerde geçmektedir. Bunların çoğunda Allah’ın varlığı ve gücü hakkında yalan uydurma, O’nun birliği ve sıfatlarıyla uygun düşmeyen iddialar yer almaktadır. Örneğin Yunus suresinde Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından tertip edildiği iddia edilmektedir: “Yoksa Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sure getirin.” (Yunus, 38) Nisa suresinin 112. ayetinde ise iftira; bir suç ve hatanın, bilerek suçsuz ve masum olan bir başkasının üzerine atmak olarak açıklanmıştır: “Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” (Nisa, 112)
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadislerinde de iftira, helak edici bir eylem olarak tanımlanmış ve büyük günahlar arasında yer almıştır. Nitekim bir hadisi şerifte bu günahlar şöyle sıralanmıştır: “Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, insan öldürmek, yetim malı yemek, faiz alıp vermek, savaş meydanından kaçmak, masum ve kötülükten uzak iffetli bir kadına iftira atmaktır.” (Müslim, İman, 38) Diğer bir hadiste ise; kıyamet gününde iftira ve yalanla başkasına, suç isnat edenlere, itibarını rencide edenlere, malını haksız yere yiyenlere büyük bir ceza vardır. Bunlar, dünyada namaz kılmış, oruç tutmuş, zekât vermiş olsalar bile, söz konusu ibadetlerin sevabı kendileri, için yeterli olmayacaktır. Tam tersine bu ibadetlerden elde ettikleri hayır ve sevap, muhataplarına yaptıkları haksızlığın bedeli olarak kul hakkı şeklinde verilecek ve kendileri, servetini kaybetmiş bir müflis gibi boş ve çaresiz kalacaklardır. (Tirmizi, Kıyamet, 1)
Bir özeleştiri yapmak gerekirse, günümüzde insan ilişkileri; daha karmaşık bir hal almıştır. Karşılıklı güven duygusu zayıflamıştır. Buna bağlı olarak şüphe ve kaygı ön plana çıkmıştır. Kişisel çıkar ve menfaatçilik neredeyse başarının bir ölçüsü olarak prim yapmıştır. Bu yanlış gelişmenin doğal sonucu olarak şahıslar, meslekler ve kurumlar arasında uyum ve insicam olamamaktadır. Karşılıklı sevgi, yardımlaşma ve paylaşma yok denecek kadar azdır. Daha da önemlisi iletişim ve haberleşme, medya üzerinden yapılmaktadır. Doğrusu bu çok cesur ve riskli bir davranıştır. Çünkü çoğu zaman haberin kaynağı ve doğruluğu araştırılmadan servis edilmektedir. Bu durumda işin mahremiyeti ve gizliliği de önemli ölçüde ihlal edilmektedir. Böylece çoğu kez olaylar şüphe, zan, yalan, iftira, kıskançlık ve çıkarcılık üzerine inşa edilmektedir.
Sonuç olarak olaylara; ahlaki değerlerimiz ışığında bakıldığında söz konusu davranışları onaylamak mümkün değildir. Çünkü dinimiz, kültürümüz, tarihimiz ve örfümüz; iftirayı, yalanı şiddetle kınayarak, fert ve toplum hayatında sebep olacak tehlikelere dikkat çekmiştir. Bu hususta şu ayet ve hadislerin caydırıcılığını bir kez daha birlikte paylaşmakta yarar vardır: “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurat, 10) “Sizden biriniz kendisi için istediğini başkası için de istemedikçe iman etmiş sayılmaz.” (Buhari, İman, 7) Müslüman, diğer Müslüman’ın elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.” (Buhari, İman, 7)
İsterseniz konuyu düşünür Henri Fielding’in şu sözleriyle tamamlayalım: “İftira, kılıçtan daha zalim ve keskin bir silahtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiçbir zaman kapanmaz. Maksat iftira atmak olduktan sonra, buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsanız bile ona hedef olmaktan kurtulamazsın.” Fakat gelin siz ve biz masumu, mazlumu yaralayan avcı konumunda olmayalım.”